OSMANLI TARİHİ (1876-1918) - Ünite 1: Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları

Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları

Meşrutiyet’e Giden Yolda İç ve Dış Gelişmeler

1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla kendini yenileme konusunda büyük kararlılık gösteren Osmanlı Devleti, bu tarihten itibaren idari, mali, eğitim ve basınyayın alanlarında pek çok değişim yaşadı. Bunun sonucunda çoğunluğu bürokrasiden yetişen entellektüellerce yeni bir yönetim biçimine geçme arzusu dile getirilmeye başlandı. Devleti sıkıntılarından kurtarıp ilerlemesini sağlayacağına inanılan idari model ise hanedanlığın korunduğu anayasal bir düzendi. Söz konusu bu anayasal/parlamenter sistem, İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Mithad Paşa ve Damad Mahmud Paşa gibi önde gelen bürokrat ve aydınlardan oluşan Yeni Osmanlılar’ca, faaliyete geçtikleri 1860’lardan beridir gerek içeriden gerekse basın yoluyla dışarıdan sürekli savunulmaktaydı. Nitekim Abdülaziz’in bir ihtilalle tahtan indirilmesi hadisesinde katkılarının olduğu varsayılmaktadır. Üstelik onun yerine geçen V. Murad ile araları da iyiydi ki arzu ettikleri meşrutiyet yani anayasal monarşiyi onun ilan edebileceğine inanıyorlardı. Fakat onlar umduklarına erişemeden V. Murad, idaresinin henüz 93’üncü gününde tahttan indirildi. Bu süreci idari, mali, toplumsal düzen ve devletlerarası ilişkiler bağlamında bir dizi problem takip etti; uluslararası rekabet ve Rusya’nın panislavizm politikası etkilerini göstermeye, Sloveler, Hırvatlar, Bulgarlar, Karadağlılar ve Sırplar ayrı ayrı talepler geliştirmeye başladılar. Osmanlı Devleti, Balkan krizi olarak yükselen bu süreci layığıyla idare edemedi ve önü alınamaz sorunlara her geçen gün bir yenisi eklendi. II. Abdülhamid, böylesi zor bir dönemde, V. Murad’ın ardından tahta geçti.

II. Abdülhamid’in Tahta Çıkışı (31 Ağustos 1876)

30 Ağustos 1876 tarihli Meclis-i Vükela toplantısında V. Murad’ın artık saltanatı sürdüremeyeceği, bu durumda başvurulacak tek çarenin ise yeni bir sultanın tahta geçmesi olduğu karara bağlandı ve aynı gün durum Şehzade Abdülhamid’e tebliği edildi. Bir gün sonra Topkapı Sarayı’na gelen yeni padişah Kubbealtı’nda resmi biatleri kabul ederek tahta geçmiş oldu.

II. Abdülhamid, henüz tahta çıktığında yaşanan iki olaydan ileride nasıl bir siyaset takip edeceğini göstermişti. Bunlardan ilkinde gelenek gereği sadrazamlar tarafından hazırlanıp padişahın onayıyla yayımlanan bir nevi yol haritası Hatt-ı Hümayun’u olduğu gibi kabul etmeyip üzerinde bir takım değişiklikler yaparak hiçbir taahhüt altına girmeyeceğini gösterdi. İkincisi ise Padişahın, Mithad Paşa ve arkadaşlarının talebinin aksine Mabeyn Başkâtipliğine Said Bey’i, Mabeyn Ferikliğine de Eğinli Said Paşa’yı getirmesiydi. Aksi halde sarayın kontrolünü Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi kamuoyunca tanınan, dolayısıyla istek ve önerileri rahatlıkla geri çevrilemeyecek kişilerin eline bırakmış olacaktı. Bundan sonraki tayinlerini de aynı hassasiyeti sergileyerek hiçbir siyasi mahfile mensup olmayan kişilerden yaparak yönetimde mutlak söz sahibi olacağını açıkça göstermiş oldu.

Kılıç Alayı’nın ardından kısa sürede halkın takdir ve itibarını kazanan yeni padişahı, dâhili ve harici olmak üzere dört önemli sorun bekliyordu;

  • Yeni Osmanlılar’ın talepleri
  • Balkan meselesi
  • Rusya ve Avusturya’nın politikaları
  • İngiltere ve Fransa’nın reform talepleri

II. Abdülhamid’in İlk Savaş ve Diplomasi Deneyimi: İstanbul Konferansı

Osmanlı Devleti, istemediği halde Rusya’nın kışkırtmalarına gelen Sırbistan ve Karadağ ile savaşmak zorunda kaldı ama umulanın aksine Sırbistan mağlup oldu ve Prens Milan barışa zorlandı. Ancak Sırbistan’ı, barış yapmasını istemeyip savaşı lehine çevrilebileceğine ika etmeye çalışan Rusya, diğer taraftan Balkanlar’daki panslavist politikalarıyla Osmanlıyı güç durumda bırakıyordu. Öyle ki Rusya Balkan sorununu bir Müslüman-Hristiyan mücadelesi ve kıyım gibi ilan ederek Osmanlının aleyhinde bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Tüm bunların etkisiyle Paris anlaşmasında imzası olan devletler 24 Ağustos’ta Babıali’ye bir nota vererek savaşın sürmesi ve Rusya’nın bu denli öne çıkmasından duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Osmanlı Devleti, kendisine sunulan ağır barış tekliflerine kendininkilerle karşılık verdi. Bu sefer, Babıali’nin şartlarını ağır bulan devletler, bunlara yenileriyle mukabele ettiler. Sunulan bu son şartlardan bazılarının devletlerden birinin aleyhindeyken bir diğerinin çıkarına olması süreci tekrar çözümsüzlüğe itti. Bir dizi gelişmeyle giderek içinden çıkılmaz bir hal alan bu sorunun, bir aralık öne çıkan İngiltere’nin teklifiyle İstanbul’da düzenlenecek bir konferansta çözülmesi kararlaştırıldı. Bu süreçte, konferansa katılacak olan Paris antlaşmasının tarafları birbirleri arasında kulis oluşturarak her ne olursa olsun elde edilecek sonucun çıkarlarına uygun olmasını sağlayacak altyapı çalışmalarına başladılar. Bu sırada Osmanlı Devleti’nde ise sadaret değişikliği yaşanmış ve Midhat Paşa sadrazam olmuştu ki bu tayinle Balkanlarda ıslahat yapılacağı mesajı verilmeye, dolayısıyla bir anlamda konferansın akıbeti belirlenmeye çalışılmıştır.

Bu şartlar altından İstanbul Konferansı 23 Aralık 1876’da Haliç Tersanesi’nde açıldı. Osmanlı delegesi Hariciye Nazırı Safvet Paşa’nın konuştuğu esnada ard arda top atışları duyuldu ki bu, uzun zamandır hazırlıkları yapılan Osmanlı anayasası Kanun-i Esasi’nin ilan edildiğini haber veriyordu. İlan için özellikle bugünün seçilmesi ise konferansın toplanma gerekçelerini ortadan kaldırma ve yaratacağı muhtemel baskıyı azaltma hedefine yönelikti. Ancak ne var ki yabancı delegeler bu gelişmeden pek etkilenmeyip bunu diplomatik bir taktik kabul ederek toplantıya devam ettiler ve giderek şiddetlenen görüşmelerinden Osmanlının toprak bütünlüğü ve hukuki varlığı aleyhinde teklifler yükseldi. Osmanlının cevabı ise ilan edilen anayasanın bunlara müsaade etmeyeceği, dolayısıyla ancak Kanun-i Esasiye muhalif olmayan önerilerin gündeme alınabileceği yolunda oldu. Bunun üzerine Osmanlının önüne ya kabul ya da red şartı ile yeni bir teklif paketi sunuldu. Esasında bu öncesinde müzakere masasına getirilip de reddedilen hususların tekrarlanmasından ibaretti, fakat bu kez şartlar müzakereye açık olmayıp red veya kabul olması isteniyordu. Meclis uzun bir istişarenin ardından bu şartları, kabul edilmelerinin Osmanlı hukukunun yabancı tahakkümüne teslimi anlamına geleceği ve bunun da dünya gözünde itibar kaybetmek demek olacağı gerekçeleriyle red etti. Kararın devlet temsilcilerine tebliğinin ardından elçiler yerlerine birer maslahatgüzar bırakarak İstanbul’dan ayrıldılar. Bütün bu gelişmeler yaşanırken padişah ile sadrazamın ilişkileri de gerginleşmiş ve Midhat Paşa görevden alınarak yerine Edhem Paşa getirilmişti.

Osmanlı-Sırbistan Barış Protokolü

İstanbul Konferansı’nın devam ettiği sırada devletler müzakerelerin sonuçsuz kalması olasılığına karşı ikili görüşmelerini sürdürerek gelecekteki politikalarını belirleme yoluna gittiler. Bu arada Osmanlı Devleti de boş durmayıp muhtemel bir savaşın önünü kesmek için Sırbistan ile 28 Şubat 1877’de bir barış protokolü yaptı. Böylece devletlerin dış müdahaleleri ile savaş sebeplerini ortadan kaldırmak amaçlanmıştı.

Karadağ Prensliği ile Barış Girişimi

Osmanlı Devleti, kendisine bağlı fakat özerk Karadağ ile de barış girişimi başlattı. Ancak Karadağ’ın konferans esnasında kendisine verilmesi istenen toprakları biraz daha genişleterek istemesi, daha da önemlisi bunu, Osmanlılara bağlı bir eyalet değil de bağımsız bir devlet gibi yapması hükümetin ciddi boyutta tepkisini çekti ve dolayısıyla görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı.

Romanya (Eflak-Boğdan) ile Anlaşma Arayışları

Özel bir hukukla Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Romanya, Osmanlı-Sırbistan savaşı başladığında tarafsızlığını ilan etti. Bu, Osmanlının lehine bir tavırdı, fakat Romanya yine de fırsattan istifade etme yolunu tutarak hükümetten bazı taleplerde bulundu. Bunlar arasında bağımsızlık isteği de vardı. Buna karşın Osmanlı, belirli tavizler vererek Romanya’yı elinde tutmaya çalıştı, zira Rusya’nın karşısında yer alıyor ve hatta bir savaş olasılığına karşı hazırlık yapıyordu. Ancak bağımsızlık noktasında ısrarcı olması anlaşma girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden oldu.

Kanun-i Esasi’nin Hazırlık Çalışmaları ve İlanı

Abdülhamid’in tahta çıkışından önce başlayan Kanun-i Esasi tartışmaları, onun cülsündan hemen sonra aralarında Ziya Paşa, Namık Kemal, Abidin Paşa ve Süleyman Paşa’nın da bulunduğu yirmiye yakın anayasa layihasının kendisine sunulmasıyla hükümetin öncelikli programı arasına girdi. Ancak sunulan layihalar arasında belirgin bir fikir birliği yoktu. Buna karşın Midhat Paşa’nın başını çektiği gurup dış ilişkilerin düzeleceği inancıyla anayasanın bir önce yapılıp ilan edilmesi arzusundaydı. Bu süreç, biri Midhat Paşa, diğeri Meclis-i Vükela, bir diğeri de Said Paşa’nın hazırladığı üç anayasa tasarısı etrafında döndü. Bir de bunları ele alıp uygun olanı karara bağlamakla vazifeli bir anayasa komisyonu kuruldu. 28 kişilik ekip, kendisine sunulanlar ile diğer ülkelerin anayasalarını inceledikten sonra Meclis-i Vükela’nın tasarısını temel alarak 140 maddelik yeni bir metin meydana getirdi. Meclis-i Vükela’ca incelenen yeni tasarı mükerrerlerin çıkarılmasıyla 119 maddeye düşürüldükten sonra fikirleri alınmak üzere devlet ricali ile padişaha gönderildi. Bu son kertede padişahın konumu açısından sakıncalı ve teknik olarak gereksiz olan maddelerin tadili de yapıldıktan sonra yasa yürürlüğe girmiştir.

Midhat Paşa’nın Sürülmesine Tepkiler

Kanun-i Esasi, uzun bir mesainin ardından sonunda yürürlüğe girdiğinde hale birkaç tartışmalı maddeyi ihtiva etmekteydi. Bunlardan biri de padişaha şüphe duyduğu her hangi bir şahsı ülke dışına sürme hakkın tanıyan 113. maddeydi ki ilginçtir bunun ilk kurbanı da anayasa konusunda en fazla çaba sarf eden Midhat Paşa oldu.

Mithat Paşa, kolay kolay görevden alınamayacağına, alınması halinde ise taraftarlarının büyük tepkiler göstereceğine olan inancıyla sarayın tepkisini çekecek konuşmalar yapmak ve davranışlar sergilemekten çekinmemekteydi. Bir buçuk aylık sadaretinin ardından görevden alındığında onun umduğu kadar olmasa da başta medrese ve harbiye öğrencileri olmak üzere bir takım guruplar tarafından çeşitli gösteriler düzenlendi. Bunların sert tedbirlere başvurularak kısa sürede bastırılmış olmalarına rağmen 113. maddenin belirli şartlara bağlanması gibi önemli etkileri oldu.

Meclis-i Mebusan’ın Açılışı

Osmanlı Devleti’nin ilk parlamentosu uzağından yakınına ülkenin dört bir yanından gelen 141 mebusun İstanbul’da toplanmasının ardından 19 Mart 1877’de kutlamalar eşliğinde açıldı. İlk olarak açılışı yapan II. Abdülhamid’in meclis ve anayasayı takdis eden konuşmasına yer verildi.

Londra Protokolü

Bu aralık, İstanbul Konferansı’nda umduğunu bulamayan devletlerarasında yeni bir hareketlilik başladı. Özellikle Rusya adına General Ignatiyef, Avrupa başkentlerini bir bir gezerek onları, konferans kararları doğrultusunda Osmanlıyla yeni bir anlaşma yapmaya ikna etmeye çalışıyordu. Aksi halde kaçınılmaz olarak tüm muhatapları içine alacak bir savaşı gündeminde tutmaktan da çekinmiyordu. Sonunda Rusya’nın bu çabası sonucunu verdi ve İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya ile Rusya arasında 31 Mart 1877’de Londra’da bir protokol imzalandı. Ancak birçoğu Osmanlı Devleti’ni mağlup pozisyonuna düşüren 6 maddelik bu protokol, İstanbul’ca reddedildi.