SAĞLIK HUKUKU - Ünite 4: Hekimin Sözleşmeden Kaynaklanan Hukuki Sorumluluğu Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Hekimin Sözleşmeden Kaynaklanan Hukuki Sorumluluğu

Giriş

Hekimin sözleşmeden kaynaklanan hukuki sorumluluğu günlük hayatımızda oldukça sık rastladığımız bir durumdur. Herhangi bir hastalığa yakalanan kişinin bu probleminden kurtulmak maksadıyla hekime başvurması ve onun bilgi, beceri ve tecrübelerinden istifade ile tekrar sağlığına kavuşma gayreti içine girmesi çok doğaldır. Bu ünite kapsamında hekimin sözleşmeden kaynaklanan hukuki sorumluluğunu irdelerken konunun belirli oranda kısıtlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü hekimin, mesleğini icra ettiği ortam itibarıyla hastası ile kurmuş olduğu ilişki farklı boyutlar kazanmaktadır. Örneğin; herhangi bir devlet hastanesinde veya sağlık kuruluşunda çalışan memur konumundaki hekimin hastası ile girişeceği süreç, serbest çalışan bir hekimin kuracağı akitten farklı olacaktır. Bu ünite kapsamında yalnızca serbest çalışan bir hekim ile bu hekimin bilgi, beceri ve tecrübelerinden yararlanmak üzere ona başvuran hasta arasındaki hukuki durum ele alınmıştır.

Hukukumuzda Sözleşme Kavramı

Borç ve borç ilişkisi kavramları hukukumuzda çok kullanılan ve farklı anlamlara gelebilen kavramlardır. Borç ilişkisi ifadesinden, karşılıklı iki taraf arasında gerçekleşen ve bunlardan birinin borçlu diğerinin ise alacaklı konumda olduğu, borçluyu belli bir davranışta bulunmaya yükümlü kılan hukuki bir bağ anlaşılmaktadır. Borç, en genel anlamı ile bir edimi yerine getirme yükümlülüğüdür.

Hukuk sistemimiz içinde önemli bir yere sahip olan Borçlar Kanunu, borç ilişkilerini doğuran kaynakları genel olarak üçe ayırmaktadır. Bu kaynaklar; sözleşmeler, haksız fiil ve sebepsiz zenginleşme şeklinde ifade edilmektedir. Kanunda açıkça düzenlenen bu kaynakların yanında kuşkusuz, vekâletsiz iş görme ve diğer kanunlarda düzenlenen birtakım borç kaynaklarının mevcudiyeti de kabul edilmektedir.

Borçlar Kanunu’nun düzenlediği alanlardan belki de en önemlisi, sözleşmeler hukukudur. Sözleşmeler hukuku, hayatımızın her anında karşılaştığımız ve farkına varmadan çoğu zaman bir sözleşmenin tarafı olduğumuz geniş, kapsamlı ve yaygın bir alandır. Sözleşmeyi; tarafların belirli bir hukuki sonuca, diğer bir ifade ile bir hakkı veya hukuki ilişkiyi kurmaya, değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik karşılıklı ve birbirine uygun irade açıklamalarından oluşan iki veya çok taraflı hukuki işlem olarak tanımlamak mümkündür.

Sözleşmeler hukukunda temel ilke, irade serbestîsi ve buna paralel olarak da sözleşme özgürlüğüdür. Sözleşmeyi kurmak üzere bir araya gelen taraflar serbest iradeleri ile karşılıklı iradelerini açıklamak suretiyle sözleşmelerini serbestçe kurabilmektedirler. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m.1’de bu husus; “Sözleşme, tarafların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun olarak açıklamalarıyla kurulur” şeklinde kaleme alınmıştır. Bu tanımdan anlaşılacağı üzere; sözleşmenin iki taraflı bir hukuki işlem olduğu, “taraflar” ibaresi ile sözleşmenin kurulabilmesi için alacaklı ve borçlu tarafından açıklanan karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarının bulunması gerektiği ifade edilmektedir.

Hukukumuzda bu irade beyanlarından önce açıklanana “öneri”, sonra açıklanana ise “kabul” adı verilmektedir. Öneri, sözleşmenin kurulması maksadıyla taraflardan birinin teklifini içeren ve karşı tarafa yöneltilen irade beyanıdır. Bir teklifin öneri olarak nitelendirilmesi için, önerinin karşı tarafa yöneltilmiş olması, sözleşmenin bütün esaslı noktalarını taşıması, ciddi olması ve öneriyi yapanın bu öneri ile bağlanma iradesine sahip olması gerekmektedir. Kabul beyanı ise bağlanma iradesi ile yapılan öneriye karşılık sözleşmenin diğer tarafınca öneriyi yapana yöneltilen ve sözleşmenin öneriye uygun olarak kurulması arzusunu kesin şekilde ifade eden irade beyanıdır. Öneri ve kabul beyanının hangi şekilde yapılacağı hususunda açıkça Kanun veya tarafların üzerinde kararlaştırdıkları bir şekil şartının bulunmadığı durumlarda, yapılacak irade açıklaması herhangi bir şekil şartına tâbi değildir. Bu durum hukukumuzda “şekil serbestîsi” olarak adlandırılmaktadır.

Sözleşmeler, TBK veya diğer Kanunlarda düzenlendiği takdirde bunlar tipik (isimli) sözleşmeler, TBK veya diğer Kanunlarda açıkça düzenlenmeyen sözleşmeler ise atipik (isimsiz) sözleşmeler olarak adlandırılmaktadır.

Hasta ile Hekim Arasındaki İlişkinin Niteliği

Günlük hayatımızda hastaya uygulanan tıbbi müdahaleler ya hastane gibi bir sağlık kuruluşunun dışında bağımsız olarak çalışan hekim tarafından ya da hastane gibi bir sağlık kuruluşunda çalışan hekim tarafından icra edilmektedir. Hastane gibi bir sağlık kuruluşuna bağlı olmayan hekim, serbest meslek erbabı olarak faaliyet gösteriyor veya herhangi bir sağlık kuruluşuna bağlı olmakla birlikte mesai saatleri dışında mesleğini icra ediyor ise bu durumda hekim ile hasta arasında bir sözleşme - ilişkisi kurulmakta ve bu sözleşmeye dayalı olarak hekimin sorumluluğu doğmaktadır. Bunun dışında, hekim eğer hastane gibi bir sağlık kurulusunda mesleğini icra ediyor ve sağlık hizmeti sunuyorsa bu durumda hasta doğrudan doğruya hekimle değil, hastane ile bir hukuk ilişkisi içine girmektedir.

Hastane, özel hastane niteliğinde ise hasta ile özel hastane arasında bir sözleşme ilişkisi kurulmaktadır. Hasta eğer bir kamu hastanesinden yararlanıyor ise bir kamu hukuku ilişkisi doğmakta, kamu hizmetinden yararlanan hasta ile kamu personeli durumundaki hekim arasında doğrudan bir hukuki ilişki kurulmamaktadır.

Hasta, serbest çalışan bir hekim ile kurduğu ilişkide hekime güvenebileceğini, kendisi hakkında en iyi teşhis ve tedavi yöntemini uygulayacağını, üzerine aldığı yükümlülükleri gayet özenli bir şekilde yerine getireceğini ve kendisine ait sırları saklayabilecek düzeyde bir ilişki kurabileceğini düşünmektedir. İlişkinin temelinde de bu hususlar yatmaktadır. Bütün bu gereklilikler uygulamada hasta-hekim arasındaki ilişkinin bir “vekâlet sözleşmesi” olarak nitelendirilmesine sebep olmaktadır.

TBK m. 502’ye göre; “Vekâlet sözleşmesi, vekilin vekâlet verenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşmedir.” Bu hükümden hareketle vekâlet sözleşmesinin tanımı şu şekilde yapılabilir; vekilin üzerine aldığı bir işin veya hizmetin ifasını başkası adına ve hesabına, onun iradesine ve menfaatine uygun ve kısmen bağımsız olarak, sadece edim fiilînin gereklerini özen ve sadakatle yerine getirmeyi üstlendiği bir sözleşmedir. Benzer bir şekilde, vekâlet sözleşmesini; vekilin sözleşme ile vekâlet verenin menfaatine ve iradesine uygun olarak, üzerine aldığı, bir işi görmeyi ya da bir hizmeti ifa etmeyi, zaman kaydına bağlı kalmaksızın ve sonucun elde edilememesi rizikosu kendisine ait olmamak üzere borçlandığı, bu sözleşmenin kapsamının, kanunun diğer hükümleri ile düzenlenen sözleşmelerden herhangi birinin kapsamına girmediği, ücret ödenmesi hususunda teamüller gereği veya sözleşme ile kararlaştırılmasıyla hak kazanıldığı bir sözleşme şeklinde de tanımlamak mümkündür.

Bütün bu açıklamalar ışığında vekâlet sözleşmesinin özelliklerini aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:

  • Vekil, üzerine bir iş alır veya hizmet görmeyi taahhüt eder.
  • Vekil, ifayı başkası adına ve hesabına yapar (Bazı hâllerde vekil ve müvekkilin menfaati birlikte olabilir).
  • Müvekkilin iradesine ve menfaatine uygun davranır.
  • Vekil, işini kısmen de olsa bağımsız olarak yapar. Vekil, işin ifasıyla ilgili emir ve talimat alır; yer, zaman ve işin nasıl görüleceği konusunda ise bağımsızdır.
  • Sadece edim fiilînin gereklerini yapmayı üstlenir.
  • Vekil, edim sonucuna ilişkin bir taahhütte bulunamaz.

Serbest çalışan hekim ile hasta arasındaki ilişkinin, vekâlet sözleşmesi olduğu neticesinden hareketle vekâlet sözleşmesinin hukuki niteliğini incelemekte fayda bulunmaktadır. Vekâlet sözleşmesini, vekile, müvekkilinin menfaatine ve iradesine uygun bir sonuca yönelen iş görmeyi, başarılı sonuç elde edilememe rizikosu ona ait olmamak üzere nispeten bağımsız olarak yapma borcu yükleyen bir sözleşme olarak nitelendirmek mümkündür. Vekâlet sözleşmesi kural olarak bir borç sözleşmesidir.

Vekâlet sözleşmelerini diğer iş görme sözleşmelerinden ayıran en büyük özelliği, vekâlet sözleşmelerinin büyük ölçüde güven ilkesine dayanmasıdır. Gerçekten de güven, sözleşmenin önemli özelliği durumundadır. Uygulamada ve yargı kararlarında da vekâlet sözleşmesinin en önemli özelliğinin güven unsuru olduğu hususu ağır basmaktadır. Hasta-hekim arasındaki ilişkide yaşanan güven olgusu, hekimin hem kişiliğine hem de mesleki bilgisine ve yeteneğine duyulmaktadır.

Vekâlet sözleşmesi hukuki niteliği açısından aşağıdaki özellikleri taşımaktadır:

  • Rızai bir sözleşmedir. Vekâlet sözleşmesi, karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanları ile kurulmaktadır. Vekâlet sözleşmesi kural olarak tıpkı diğer sözleşmelerde olduğu gibi genel hükümlere tabidir. Ancak TBK m. 503 gereğince vekâlet sözleşmesinin zımni kabul yöntemi ile kurulabileceği de belirtilmiştir. Buna göre; “Kendisine bir işin görülmesi önerilen kişi, bu işi görme konusunda resmî sıfata sahipse veya işin yapılması mesleğinin gereği ise ya da bu gibi işleri kabul edeceğini duyurmuşsa, bu öneri onun tarafından hemen reddedilmedikçe, vekâlet sözleşmesi kurulmuş sayılır.” şeklinde kaleme alınan hüküm, vekâlet sözleşmesinin zımni kabul yoluyla kurulabileceğine esas teşkil etmektedir.
  • Kural olarak herhangi bir şekle tabi değildir. Vekâlet sözleşmesinde taraflar isterlerse sözleşmeyi sözlü veya yazılı ya da resmî şekilde akdedebilirler. Vekilin iş görme borcunun konusu, şekle bağlı hukuki işlemlerin kendisi değildir. Vekil ancak bu hukuki işlemleri yapmaya yönelik faaliyette bulunmaktadır. Şekle bağlı bir hukuki işlemin yapılması için verilen vekâletin de şekilsiz olarak geçerli bir tarzda verilme imkânı bulunmaktadır. Bu bağlamda vekâlet sözleşmesi, kural olarak şekle bağlı olmayan sözleşmedir.
  • Borç doğuran bir sözleşmedir. Vekâlet sözleşmesi, taraflardan en az birinin bir borç altına girdiği sözleşmedir.
  • Kural olarak eksik iki tarafa borç yükleyen, istisnaen tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmedir. Ücret alacağının olmadığı vekâlet sözleşmesi eksik iki tarafa borç yükleyen, ücret alacağının olduğu vekâlet sözleşmesi ise tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmedir.
  • Hem ani edimli bir sözleşme olabilir hem de sürekli borç ilişkisi doğuran sözleşme özelliği arz edebilir. Vekâlet sözleşmesi bir defaya mahsus bir fiilî üstlenmek şeklinde ise ani edimli, sürekli bir fiilî üstlenmek şeklinde ise sürekli borç ilişkisi doğuran sözleşme olabilir. Vekâlet sözleşmesi her iki özelliği de arz edebilir. Ancak uygulamada daha ziyade sürekli borç ilişkisi doğuran bir sözleşme olarak karşımıza çıkmaktadır ve doktrinde de sürekli edimli bir sözleşme olarak kabul edilmektedir.
  • İş görme borcu doğuran sözleşmedir.Vekâlet sözleşmesinde hüküm bulunamazsa mahiyeti elverdiği ölçüde diğer iş görme borcu doğuran sözleşme hükümleri kıyasen uygulanır.

Vekâlet sözleşmesinin ücrete ilişkin hususu içermesi durumunda, tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmeden bahsedilmektedir. Sürekli borç ilişkisi doğuran, tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmenin sona erme sebepleri vekâlet sözleşmesi için de aynen geçerlidir. Buna göre sözleşme,

  • İfa ile sona ermekte,
  • İleriye etkili fesih ile sona ermekte,
  • Vekillik ve müvekkil sıfatının birleşmesiyle de sona ermektedir.

Serbest çalışan hekim ile hasta arasındaki hukuki ilişkinin vekâlet sözleşmesine dayandığı kabul edilmektedir. Serbest çalışan hekim ile hasta arasındaki ilişkinin hukuki niteliği kural olarak vekâlet sözleşmesidir. Yargıtay birçok kararında bu konuya değinmiştir. 13. HD’nin 4.3.1994 tarihli 1994/8557 E. ve 1994/2138 K. sayılı kararında; “Hasta ile doktorun meslek ilişkisi vekillik sözleşmesine dayanır.” hükmü yer almaktadır.

Hekimin Sözleşmeden Kaynaklanan Hukuki Sorumluluğu

En genel anlamda hukuki sorumluluk kişilerin yapmış oldukları davranışların sonuçlarına katlanma durumudur. Sorumluluk aynı zamanda kişilerin başkalarına verdikleri zararı giderim yükümlülüğüdür. Sorumluluk kavramı, insanlığın var oluşuna kadar uzanmaktadır. Hukuki anlamda sorumluluk ise zaman içinde hukuk kurallarının yerleşmesi ile anılmaya başlanmıştır.

Hukuk sistematiği bünyesinde sorumluluk üç ana türe ayrılmaktadır. Bunlar; idari sorumluluk, cezai sorumluluk ve hukuki sorumluluktur. Sorumluluğun gelişme sürecine bakıldığında, cezai ve hukuki sorumluluğun beraber geliştiği ancak idari sorumluluğun sonradan ortaya çıktığı görülmektedir. Bu üç temel sorumluluk birbirinden ayrı olarak görülse de aslında ortak bir payda altında toplanmakta, kişinin genel olarak yaptığı bir davranışın hesabını vermesi zihniyetine hizmet etmektedir.

Hekimin bütün bu sorumluluk türlerine zaman içinde konu ve taraf olması mümkündür. Örneğin; sağlık hizmetlerinin sosyal devlet anlayışı dâhilinde devletin kurup, işlettiği hastane, sağlık ocağı vb. kuruluşlarda sunulması ve burada görev yapan devlet memuru niteliğindeki hekimlerin üzerine düşen sağlık hizmetlerini gereği gibi yerine getirmemesi durumunda hizmet kusuru doğacak ve idari sorumluluk gereği hekimin disiplin sorumluluğuna gidilecektir. Kamu hastaneleri, sağlık ocağı vb. yerlere başvuran hastalar ile bu kurumlar arasındaki ilişki sözleşmeye dayalı bir ilişki değildir. Kamu hizmeti kapsamında faaliyet gösteren bu yerlerdeki hekimlere başvuran hastalar bir kamu hizmetinde yararlanmak arzusundadır. Dolayısıyla hastalar bakımından yapılan teşhis, tedavi ve tıbbi müdahalelerden doğan zararları kamu, idari sorumluluk esaslarına göre çözüme kavuşturulacaktır. Benzer şekilde hekimin yapması veya yapmaması gereken, olumlu veya olumsuz bir davranışı ile ceza hukukundaki tanıma uygun ve hukuka aykırı bir fiilî sebebiyle sorumluluğu da doğabilmektedir. Cezai sorumluluk olarak nitelenen bu durumda failin, yani hekimin kast veya taksirle hareket etmiş olması hususu aranmaktadır. Kastın var olması için, hekimin fiilî önceden düşünmüş ve öngörmüş olması gerekmektedir. Bu noktada, kast ile taksiri birbirinden ayırt eden en önemli özellik, failinin fiilîn sonucunu isteyerek ve önceden düşünerek öngörmesidir. Taksirde ise fiil istenmekle birlikte, sonucun arzu edilmemiş olması gerekmektedir. Bir diğer ifade ile taksir, öngörülebilir bir sonucun öngörülmemesidir. Hekimin cezai sorumluluğunun doğması için somut olay içindeki davranışının, yasada açıkça suç sayılan bir fiil olması gerekmektedir.

Hukuki sorumluluk, hem idari hem de cezai sorumluluktan daha geniş bir kavramdır. Hukuk sistemimiz içinde en genel anlamıyla hukuki sorumluluk; sözleşmeden kaynaklanan hukuki sorumluluk, haksız fiil sorumluluğu, sebepsiz zenginleşmeden kaynaklanan sorumluluk ve vekâletsiz iş görme sebebiyle ortaya çıkan sorumluluktur.

Bağımsız olarak çalışan hekim ile hasta arasında kurulan vekâlet sözleşmesi, hekimin hastasına karşı hukuki sorumluluğunun kaynağını da bünyesinde barındırmaktadır. Vekâlet sözleşmesi aynı zamanda hekimin sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal etmesi durumunda devreye girmektedir. Hekim sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal ettiği takdirde bu ihlal neticesinde hasta zarara uğrayacak olursa hekimin sorumluluğu doğacaktır. Sözleşmenin ihlalinin gerçekleşmesi için hekimin sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini hiç veya gereği gibi yerine getirmemesi gerekmektedir.

Hekim üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmesi neticesinde hasta bir zarara uğramış ise hastanın uğradığı maddi ve/veya manevi zararı hekim tazmin etmek durumunda kalacaktır. Başka bir ifade ile sözleşmenin ihlali neticesinde hekimin sorumluluğu, hastanın uğradığı zararı gidermek maksadıyla tazminat ödeme şeklinde gerçekleşecektir. Bu noktada unutulmaması gereken husus hekimin sorumluluğunun kural olarak kusurlu olması hâlinde ortaya çıkacak olmasıdır. Kusura dayalı hatalı tıbbi uygulama “malpraktis” (kötü uygulama) olarak adlandırılmaktadır.