SENDİKACILIK - Ünite 3: Sendikacılığın Tarihsel Gelişim Süreci Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Sendikacılığın Tarihsel Gelişim Süreci

Sendikacılığın Gelişim Sürecini Dönemselleştirme

Sendikacılık, endüstri ilişkileri gibi kavramlar zamanla kendi içinde değişime uğramasından dolayı bu kavramların açıklamasını yaparken dönemleştirme zorunlu bir hal almaktadır.

Sendikacılık ekonomik, siyasi, sosyo-kültürel birçok üst yapıdan ve bu yapılardaki değişikliklerden doğrudan etkilenmektedir. Üst yapılarda yaşanan değişimlerin paralelinde, sendikacılığın tarihsel gelişimini dört dönem altında incelemek mümkündür:

  • Sanayi Devrimi’nden 2. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar geçen süre içinde birçok ülkede işçi örgütlenmeleri önceleri yasaklanmış ancak yasaklara rağmen işçiler arasında dayanışma ve sınıf bilincinin güçlenerek mücadelelerinin devam etmesi sonucunda sendikalar yasal örgütler olarak tanınmıştır.
  • 2. Dünya Savaşı’ndan 1973 petrol krizine kadar geçen sürede ise sendikalar kurumsallaşmış ve en güçlü dönemlerini yaşamıştır.
  • 1973 petrol krizi ile birlikte 1980’li yıllara kadar geçen sürede ise sendikalar diğer sosyal taraflarla birlikte ortak fedakârlıklarda bulunarak daha uzlaşmacı ve işbirlikçi bir yapı ortaya koymuşlardır.
  • 1980 sonrası ekonomide yaşanan uluslararasılaşma, artan küreselleşme, Keynesyen politikalar yerine neo-liberal politikaların kabulü ve üretim rejimlerindeki yeni yapılanma sendikalar için iklimin sertleştiği, zor bir dönem başlatmıştır.

Sendikaların Var Olma Mücadelesi Verdikleri Dönem (19 yy.-1945)

Sendikaların varlık sebebi olan işçi statüsü altında çalışma, 18. yy’ın sonlarında Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Üretim yapısındaki bu köklü değişim, toplum, siyaset, hukuk, kültür gibi birçok üst yapıyı önemli ölçüde değiştirdiği gibi, çalışma ilişkilerini de derinden etkilemiştir.

Fabrika sahiplerine bağlı olarak sürekli ve düzenli bir ücret geliri karşılığında çalışan büyük bir işçi kitlesinin (proletarya) karşısında yenilenen teknolojiye yatırım yapabilmek ve satın aldıkları yeni teknolojileri amorti edebilmek için kâr hadlerini arttırma gayreti içine girmişlerdir. Bu sebeple üretim maliyeti içinde işgücünün payını düşürebilmek için ise ücretler azaltılmaya (sefalet ücreti düzeyi) ve çalışma süreleri (günlük 14-16 saat) arttırılmaya başlanmıştır. Ücretlerin düşük olması nedeniyle işçi aileleri büyük bir geçim sıkıntısı içine girmiş, daha fazla gelir elde edebilmek için kadınlar ve çocuklar da çalışmaya başlamıştır. Böylece ailece işçileşme süreci içine girilmiştir. Sanayi devrimi ile birlikte üretim artmış, ancak beraberinde ekonomik, ahlaki, insani ve sağlıkla ilgili birçok sorun ortaya çıkmıştır.

Başta İngiltere, İsviçre, Almanya ve Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde benzer kötü ve insani olmayan çalışma koşulları altında ve ancak ölmeyecek düzeyde bir ücretle çalıştırılan ve büyük fabrikalarla birlikte sayıları hızla artan işçiler arasında oluşan kader birliğinin sonucu olarak güçlü bir sınıf bilinci oluşmaya ve sınıflar arasında mücadeleler ve çatışmalar yaşanmaya başlamıştır.

Dönem içerisinde egemen olan klasik liberal görüşe göre bireysel çıkarlarla toplumsal çıkarlar arasında bir çatışmanın olmayacağı, aksine bir uyuşmanın olduğu bu nedenle sendikalara gerek olmadığı ileri sürülmüştür. Bu nedenle birçok Avrupa ülkesinde işçilerin örgütlenmesini yasaklayıcı çeşitli yasal düzenlemeler çıkarılmıştır. Sendikaların yasal örgütler olarak tanınıncaya kadar geçen bu döneme vahşi kapitalist dönem olarak nitelendirmek mümkündür.

İşçiler bir yandan çalışma koşullarının düzeltilebilmesi amacıyla örgütlenme hakkını elde edebilmek için mücadele vermişlerdir bir yandan başta eşit oy hakkının tanınması olmak üzere demokratik haklara sahip olabilmek için mücadele vermişlerdir. Bu dönemde ilk başta yasaklanan sendikalar, devlet anlayışında ve iktisat politikalarındaki değişimin de etkisiyle 19. yy’ın ikinci yarısından itibaren yasal örgütler olarak tanınmaya başlamıştır.

İlk sendikal örgütlenmeler meslek sahibi nitelikli işçiler arasında görülmüş ve ilk işçi örgütü, İngiltere’de 1792 tarihinde Thomas Hardly isimli İskoç bir ayakkabıcı önderliğinde kurulan Londra Yazışma Örgütü isimli dernektir. Bu derneğe Yazışma Örgütü denilmesinin nedeni, örgütün Londra bölgesi dışında yaşayan işçilerle yazışma yoluyla iletişim kurmasıdır.

Sendikaların Güç Kazandığı ve Kurumsallaştığı (Altın) Dönem (1945-1973)

2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte 1973 Petrol Krizi’ne kadar geçen dönem, dünya genelinde sendikaların en fazla güç kazandıkları dönem olması nedeniyle bu döneme sendikaların altın dönemi de denilmektedir. Bu dönem F. W. Taylor, H. Ford, J.M. Keynes ve W. Beveridge isimleri ile birlikte özdeşlemiştir. Bu dönemde sendikaların güç kazanmasının çeşitli nedenleri vardır. Bunlar;

  • Taylorist yönetim süreci ve Fordist üretim süreci
  • Keynesyen iktisat politikaları
  • Avrupa’da yayılan sosyalist düşünce
  • Emek yanlısı partilerin iktidarı

Taylorist yönetim süreci ve Fordist üretim süreci: Taylorizm olarak da adlandırılan Taylorist yönetim süreci, F.W. Taylor’un 1911 yılında yazdığı Bilimsel Yönetimin İlkeleri isimli kitabında ortaya koyduğu ilkelere dayanan bir yönetim yaklaşımıdır. Bu yönetim anlayışında yapılacak iş küçük parçalara bölünmekte, yönetim ve üretim birbirinden ayrılmakta ve yönetim en basitinden en karmaşık olanına kadar her parça işin nasıl yapılacağı konusunda tam bir kontrole ve denetime sahip bulunmaktadır.

Fordist üretim ise, Henry Ford tarafından 1900’lü yılların başında geliştirilmiş ve ilk kez Ford otomobil fabrikasında uygulamaya geçirilmiş bir üretim organizasyon biçimidir. Toplam hasılatı ve karı arttırmayı amaçlayan Fordizm, aynı üründen belirli bir standartta büyük miktarlarda üretim yapılabilmesine imkân sağlayan ve ölçek ekonomilerini yükselten kitlesel üretim teknolojisidir. Fordizm kitlesel üretim, seri üretim, yığın üretim stoklu üretim, kayan bant sistemi olarak da bilinen bir üretim sistemidir.

Fordizm üç alanda bir standardizasyon sağlamaktadır. Bunlar;

  • İşgücü,
  • Üretim süreci,
  • Üretilen mal veya hizmet.

Fordizmle daha ucuza mal ve hizmet piyasaya sunulmakla birlikte, bu üretim sürecinde çalışan işçilere herhangi bir inisiyatif alanı tanınmamakta, ileri derecede iş bölümü olduğu için çalışanlar o işte çalıştıkları süre boyunca aynı monoton işi yapmak zorunda kalmaktadır.

Sendikalara bu dönemde güç kazandıran en büyük unsur ise Fordist sistemde büyük ölçekli fabrikalarda yapılan kesintisiz üretimin işçiler tarafından aksatılabilme ve durdurulabilme olanağı olmuştur. Kayan bant sistemi içinde birkaç işçinin bile işi aksatması veya durdurması tüm üretim sürecini etkileyeceği için sendikalar işçilerin üretim sürecindeki bu güçleri üzerinden politikalar üretmişlerdir.

Keynesyen iktisat politikaları: Arz fazlalığı ve talep yetersizliği nedenlerine bağlı olarak ortaya çıkan 1929 Ekonomik Krizi ile birlikte izlenen iktisat politikalarında da bir değişim yaşanmış ve klasik liberal iktisat politikaları yerine Keynesyen iktisat politikaları uygulanmaya başlamıştır.

Keynesyen iktisat politikalarıyla birlikte devlet işveren olarak yatırımlar yapmaya, gelirin yeniden dağılımını sağlayıcı politikalara ağırlık vermeye, eğitim, sağlık gibi temel kamu harcamalarını arttırmaya başlamış; işçilerin alım güçlerini arttırmaları için de sendikaların kurulmasının ve güçlenmesinin önündeki engelleri yasal düzenlemelerle kaldırmaya başlamıştır.

Keynes tam istihdamın sağlanması için talep yaratmanın dışında, devletin geleneksel işlevlerinin de genişletilmesi gerektiğini savunmuş; piyasa etkinliğini sosyal adaletle ilişkilendirmiştir.

Avrupa’da yayılan sosyalist düşünce: Sosyalizmi bir tehdit olarak gören ülkeler sendikaların yasaklanması veya önünde engellerin olması durumunda işçi tabanının ideolojik olarak bilinçlenerek sosyalist zemine kayacaklarını öngördükleri için sendikal haklara ilişkin sınırlamaları ve kısıtlamaları ortadan kaldırarak sendikaların güç kazanmasına neden olmuşlardır.

Emek yanlısı partilerin iktidarı: bu dönemde iktidara gelen liberal/muhafazakâr partiler, sendikal hakları sınırlamaya yönelik politikalar uygularken, emek-yanlısı partiler sendikal hakları genişleterek sendikaların bu dönemde güç kazanmalarında önemli bir rol oynamıştır.

Sendikaların İşbirlikçi/Korporatist Dönemi (1973-1980)

1973 Petrol kriziyle birlikte ücret artışları ile verimlilik artışları arasındaki paralellik bozulmaya, verimlilik düşmeye, enflasyon ve işsizlik oranları eş zamanlı olarak artmaya, Taylorist yönetim ve Fordist üretim sistemleri yenilikçi karakterlerini kaybetmeye başlamıştır.

Hükümetler geleneksel iktisat politikalarını tamamlayıcı nitelikte olan kar, faiz, rant gibi tüm üretim faktörlerinin gelirlerini doğrudan etkileyen; enflasyonu kontrol altına alabilmek ve sosyal taraflara merkezi ve ılımlı ücret artışlarını kabul ettirebilmek için gelirler politikasını uygulamaya koymuşlardır.

Farklı çıkar gruplarının, demokratik-çoğulcu bir siyasal yapı içinde, devletle ilişkileri göz önüne alınarak, siyaset oluşumuna dahil edilmeleri anlamında gelen korporatizmin 1970’li yıllardan itibaren önem kazanmasının nedenlerinin başında, Keynesyen refah devleti uygulamalarının ortaya çıkardığı sorunları çözmek ve kapitalizmin varlık koşullarını yeniden üreterek daha fazla kaynak birikimi sağlanmasına katkıda bulunmak için bir araç olarak düşünülmesidir.

Bu dönemde sendikalar çatışmacı ve mücadeleci kimliklerini bırakarak uzlaşmacı ve işbirlikçi bir kimliğe sahip olmuşlardır. Ancak 1970’lerin sonunda küreselleşme ve post-Fordist üretim rejimi sendikal örgütlenme düzeyinde gerilemelerin yaşanmasına yol açmıştır.

Sendikaların Güç ve Etkinliklerini Kaybettikleri Dönem (1980 Sonrası)

Sendikalar 1980’li yıllar itibariyle değişen sosyoekonomik ve siyasi koşulların etkisiyle güç kaybetmeye başlamıştır. Bunun nedenlerini ise;

  • Neo-liberal iktisat politikaları,
  • Küreselleşme ve artan uluslararası rekabet,
  • Esneklik,
  • Post-Fordist üretim sistemi
  • Teknoloji ve işgücünün yapısındaki değişim,
  • İnsan kaynakları yönetimi anlayışı ve işverenlerin sendikasızlaştırma politikaları.

Neo-liberal iktisat politikaları: 1970’lerin sonuna kadar uygulanan Keynesyen iktisat politikalarının ve gelirler politikasının özellikle stagflasyon ve taksflasyon sorunları karşısında yetersiz kalması üzerine Friedrich Von Hayek, Milton Friedman ve James M. Buchanan’ın öncülüğünü yaptığı neo-liberal iktisat politikaları uygulanmaya başlamıştır. Bahsedilen stagflasyon kavramı, “ekonomik durgunluk ile enflasyonun zamanlı olarak yaşanmasıyla ortaya çıkan ekonomik sorun” olarak tanımlanırken; taksflasyon kavramı ise, “yüksek enflasyon hızı ve yüksek vergi yükünün eş zamanlı olarak yaşanmasıyla ortaya çıkan ekonomik sorun” olarak tanımı yapılmaktadır.

Neo-liberal iktisatçılar, rekabetin ve teknolojik yeniliklerin olabilmesi için devletin daha az müdahalesi olması gerektiğini ve özel sektörün önünün açılarak kamu ekonomisinin boyutlarının küçültülmesi gerektiği savunularak özelleştirmeler yoluna gidilmiştir.

Sendikalar, emek esnekliğini engelleyen, ücret hadlerini işçilerin marjinal gelir verimliliklerini aşacak şekilde yükselttikleri için potansiyel istihdamı daraltan ve maliyet enflasyonuna neden olan örgütler olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle, iktidara gelen hükümetler tarafından çalışma ilişkilerini düzenleyen kanunlar esnekleştirilmeye ve sendikaların gücünü azaltmaya yönelik yasal düzenlemeler çıkarılmaya başlamışlardır.

Küreselleşme ve artan uluslararası rekabet: Küreselleşme, en genel anlamıyla, ekonomilerin giderek daha fazla uluslararası ve birbirine bağımlı hâle gelmesi ve sermaye hareketliliğinin önündeki her türlü engelin ortadan kaldırılması olarak tanımlayabilmek mümkündür.

Küreselleşmeyi hızlandıran faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Doğu Bloğunun parçalanmasıyla birlikte liberalleşmenin ve rekabete dayalı piyasa ekonomisi modelinin yaygınlaşması,
  • Uluslararası ticaret ve sermaye dolaşımında sınırların esnekleştirilmesi,
  • Çok uluslu şirketlerin ekonomik ve siyasi etkinliklerini arttırması,
  • Ülkeler arasında ekonomik işbirliğini amaçlayan bölgesel bütünleşme hareketlerinin giderek etkinlik kazanması,
  • Bilgi, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler,
  • Uluslararası rekabetin keskinleşmesi.

Küreselleşme ve yoğunlaşan uluslararası rekabet tüm ülkelerin ekonomilerin etkilediği gibi çalışma hayatını, ilişkilerini ve sendikacılığı da yakından etkilemektedir.

Az gelişmiş ve gelişmekte olan çevre ülkeler yabancı yatırımları ülkelerine çekebilmek ve rekabet güçlerini arttırabilmek için çalışma standartlarını düşük tutmakta, sendikaların gücünü zayıflatmakta ve emek piyasasını mümkün olduğunca kuralsızlaştırmaktadır. Buradaki “çevre ülkeler” kavramı dünya ekonomisini etkileme gücünden yoksun, merkez ülkelerin aldığı kararlara katılmaktan uzak, genellikle merkez ülkelerin yarattığı koşulları kendilerine uyarlamak zorunda kalan gelişmekte olan ülkeleri belirtmektedir.

Artan uluslararası rekabetin yol açtığı sosyal bozulmaya karşılık hükümetlerin telafi edici ve iyileştirici gücü zayıflamakta, sendikaları koruyucu ve geliştirici müdahaleleri de ortadan kalkmaktadır. Kısacası sosyal devlet anlayışında önemli sapmalar yaşanmakta ve devletin yerine getirmesi gereken kimi hizmetler sivil toplum kuruluşları tarafından yerine getirilerek bu boşluk doldurulmaya çalışılmaktadır.

Esneklik: Bir işletmenin veya ülkenin küreselleşmiş piyasadaki rekabet gücü önemli ölçüde piyasada meydana gelen değişikliklere uyum sağlama ve son teknolojik gelişmeleri kullanma yeteneğine yani esneklik kavramına bağlıdır. İşletmeler açısından esneklik daha az düzenleme, kuralsızlaştırma ve kolaylıkla işe alıp işten çıkarma anlamına gelmektedir.

Esneklik, işgücünün homojen yapısını farklılaştırmakta ve işgücü, çekirdek ve çevre işgücü şeklinde parçalanmakta; tam zamanlı çalışan, tatmin edici ücret, çalışma koşulları ile iş güvencesine sahip ve ikamesi güç nitelikleri olan işgücünü oluşturan çekirdek işgücü örgütlenmeye ihtiyaç duymazken, esnek zamanlı çalışan, düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına sahip, iş güvencesi olmayan, düzensiz işlerde çalışan niteliksiz veya yarı nitelikli ve kolaylıkla ikame edilebilen işgücünü oluşturan çevre işgücü ise, güvencesiz ve istikrarsız işlerde çalışmaları nedeniyle örgütlenememektedir.

Post-Fordist üretim sistemi: Fordist üretim sisteminin katı yapısı ortaya çıkan değişikliklere cevap verecek özelliklere sahip olmadığı için Japonya’da Fordizme alternatif olarak başarılı bir şekilde uygulanan “yalın üretim” veya “esnek üretim” de denilen “Post-Fordist” üretim sistemine geçilmiştir. Fordist sistemin krize girmesinin nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Piyasaların standart mallara doyması,
  • Kitle üretiminin teknik etkinlik sınırına ulaşması,
  • Düşük güvene dayalı çalışma ilişkileri,
  • İşgücünün işe yabancılaşması,
  • Üretimin ve rekabetin küreselleşmesi.

Post-Fordist üretim teknikleri 1940’lı ve 1950’li yıllarda Eiji Toyoda ve Taiichi Ohno tarafından Toyota Motor İşletmesi’nde geliştirilmesinden dolayı “Toyotizm” olarak da adlandırılmaktadır. Post-Fordist üretim sistemin temel özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Üretim arz değil, talep temellidir.
  • Üretim sürecinde fonksiyonel esneklik önem kazanmakta, dar iş tanımları yerine geniş iş tanımları yapılmaktadır.
  • Esneklik ve tam zamanında üretim ön plandadır.
  • İşçiler üretim tasarımına ve kalite denetim sürecine katılmaktadır.
  • Sıfır hatalı üretim esas alındığı için kalite denetimi üretim sürecinin sonunda değil, toplam kalite yönetimi anlayışı içinde kalite çemberleri vasıtasıyla üretim süreci sırasında yapılmaktadır.
  • Üretim süreci sürekli olarak iyileştirilmekte ve bu sürece işçilerde katılmaktadır.

Post-Fordist üretim sisteminin özellikle işçilerin vasıf seviyesini arttırıcı, yönetime katılmasını sağlayıcı, esneklik getiren unsurları sendikaların güç ve etkinliklerini kaybetmelerinde önemli bir rol oynamaktadır.

Teknoloji ve işgücünün yapısındaki değişim: Teknolojik gelişmelerle işin ve işgücünün geleneksel yapısı değişmiş, yeni işler ve meslek grupları (altın yakalı işgücü gibi) ortaya çıkmıştır. Küçük miktarlarda verimli üretimin yapılabildiği, sendikalaşma eğilimi düşük ancak esneme kabiliyeti yüksek olan orta ve küçük ölçekli işletmeler önem kazanmıştır. Ayrıca işletmeler çekirdek işgücünü oluşturan nitelikli işgücüne kontrollü bir bağımsızlık ve kararlara sınırlı da olsa katılım hakkı vermeye başlaması ile sendikalar bundan olumsuz etkilenmiştir.

Teknolojinin yoğun olarak kullanılmasıyla birlikte kol gücüyle çalışan işçi sayısının azalması ve hizmet sektörünün birçok ülkede ön plana çıkmasıyla birlikte kadınların ve gençlerin istihdamdaki payı artmakta ve esnek çalışma modelleri önem kazanmasıyla sendikalar mevcut ve potansiyel üyelerini kaybetmekte veya çalışanların sendikalaşma eğilimleri azalmaktadır. Bunun yanında sendikalarda teknolojik gelişmelerden örgütlerin gelişmesine yönelik olarak faydalanmaktadır.

İnsan kaynakları yönetimi anlayışı ve işverenlerin sendikasızlaştırma politikaları: İnsan kaynakları yönetiminin temel amacı, personel yönetimini idari fonksiyonların ötesine taşıyarak işçilerin niteliklerini ve yeteneklerini ön plana çıkarıp işletmenin ve tüm çalışanların çıkarlarına uygun bir şekilde geliştirmektir. İnsan kaynakları yönetimi uygulamaları sendikalara karşı doğrudan cephe açmamakla birlikte sendikalara duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaya ve sendikaları gereksiz örgütlere dönüştürmeye çalışmaktadır.