SİYASET BİLİMİ - Ünite 8: Küresel Siyaset Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Küresel Siyaset

Küresel Siyaset

Bu kitabın diğer bölümleri siyasetin bir devlet çatısı altındaki görüntüsüyle ilgilidir. Oysa siyasal olgu, süreç ve düzenlemeler ülkelerin içsel görüntüsünü aşan uluslararası bir boyuta sahiptir. Siyasetin sadece bir devletin gelişmelerine bağlı olmadığı evrensel zemininin de olduğu tartışmaları çok eskilere gider. Günümüzden 500 yıl önce yaşamış Hollandalı hukukçu Hugo Grotuis(1583-1645) yaşadığı dönemde ticaretin giderek artmasıyla bu alanı düzenleyecek bir hukuk sisteminin gerekliliğini doğal hukuktan çıkardığı ilkelerle açıklamaya çalışmıştır. Westphalia anlaşmaları ile hukuksal açıdan bağlayıcılık kazanacak olan egemen devletler sisteminin kuramsal temellerini atan düşünür olarak bilinir. Grotuis’e göre devletler birbirleriyle hukuksal ilkeleri gözeterek davranmalıdır. Ancak ülkeler arasındaki ilişkileri açıklamayı hedefleyen uluslararası ilişkiler disiplini 1900’lü yıllarda ortaya çıkmıştır.

Uluslararası İlişkiler Kuramları

Bu bölümde, önce küresel siyasetin doğuşu, gelişimi, farklı yaklaşımlar ve görüşler daha sonra gelişimine ilişkin tarihsel ve siyasal sorunlara odaklanacağız.

İdealizm

Uluslararası ilişkiler disiplini ülkeler için barış isteyenlerin idealist düşüncelerinden ortaya çıkmıştır. Birinci dünya savaşı yıkımından sonra siyaset ve düşünce adamları huzur ve güvenliğin sağlanması için etik bir zemin arayışına girer. İdealizmin özünde savaşın dünya siyasetine yön vermemesi, devletlerarası ilişkilerin diyalog ve uzlaşma ile çözülebileceği yatar. Otoriter yönetimlerin kendi halklarına veya diğer devletlere sergileyebileceği tehditkâr ve saldırgan tutum sergileme ihtimali her zaman olabileceği için demokrasi tüm dünyada olmalıdır ve bunun için işbirliği, anlaşma gereklidir.

Realizm

II. Dünya savaşından sora güçlenen realist bakış açısı ‘ulusal çıkar’ esası üzerine oturur. Realistler için bir insanda bulunan çıkar algısı devlet için aynıdır. Uluslararası platformda devletler kendi çıkarları için çalışır ve geçici ittifaklar yaparlar. Dolayısıyla devletlerin faaliyetleri dünya barışını sağlamak gibi idealist düşüncelere değil kendi çıkarlarına bağlıdır. Bu yaklaşım, devletlerin kalıcı düşmanlıkları olmadığı sadece konjonktürel ittifakların bulunduğu teziyle açıklanır. Realist yaklaşımların temeli Niccolo Machiavelli ve Thomas Hobbes gibi düşünürlere kadar gider. Bu iki düşünür siyaseti güç unsuru olarak açıklar. Soğuk savaş dönemi realizmin güçlenmesini etkilemiştir.

Marksizm

Marksizm, siyaseti ülke içinde veya uluslararası boyutta ekonomiye dayandırır. Marksizme göre uluslararası ilişkiler gelişmiş kapitalist ülkelerin güçsüz olanları sömürmesi bağlamında işlemektedir ve emperyalizm gibi önemli bir kavram ortaya çıkar. Yine Marksistlere göre işçi sınıfının devriminden sonra ulus-devletler sonlanacağı ve evrensel komünist bir yapı ortaya çıkacağı savunulur.

Eleştirel Kuram

1900’lerden sonra güç kazanmaya başlayan, temelini Marksizmde bulan eleştirel kuram uluslararası ilişkilere halkın dâhil edilmesi gerektiğini ve alt kimlik grupları bu sürecin dışında bırakılırsa özgürlükler ve demokrasi adına kayıp yaşanacağını savunur.

Uluslararası Sistemin Doğuşu

Dünya ölçeğinde tüm devletlerin birbirleriyle olan etkileşimlerini araştıran uluslararası ilişkiler tarihi 1948 yılında ilk düzenlemelerinin yapıldığı Westphalia Anlaşmalarına kadar gider. Otuz yıl savaşlarından sonra bu anlaşmayla prenslikler coğrafi açıdan özgür davranmayı ve birbirlerinin sınırlarına saygı göstermeyi kabul etmiş ve egemenliğin karşılıklı kabulüne dayanan modern devletler sisteminin temellerini atmışlardır. Westphalia anlaşmalarının bir diğer sonucu devletlerin kendi coğrafyasındaki özerkliğinin kabul edilmesidir. 1948’den sonra egemenliğin iç ve dış olmak üzere iki boyutu olduğu söylenebilir. İç egemenlik devletlerin kendi topraklarında son sözü söyleme yetkisi, dış egemenlik ise diğer devletlerle eşit olmak ve uluslararası faaliyetlerde tam bağımsızlıktır. Westphalia anlaşmaları ile devletlerin bölgelerindeki mutlak egemenliği kabul edilmiş ancak uluslararası ölçekte herkesi bağlayan bir düzenin kurulması uzun yıllar mümkün olamamıştır, bu amaçla oluşturulan ilk yapı Milletler Cemiyeti diğer adıyla Cemiyet-i Akvam ’dır.

Uluslararası bir düzene ihtiyaç duyulmasının en büyük nedeni 1914’de başlayan birinci dünya savaşıdır. Bu döneme kadar Avrupa’daki ülkeler kendi iç dengelerini sağlamaya çalışmışlardır. Uluslararası birliklerini diğer devletlere göre daha önceden sağlayan İngiltere ve Fransa ekonomik ve siyasal güç açısından Almanya ve İtalya’nın önüne geçmiştir. Savaş öncesinde yaşanan bu durum Avrupa’da ülkeleri ikiye ayırmıştır. Aynı süreç, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının milliyetçilik hareketlerinden dolayı toprak kaybetmesine, zayıflamasına yol açmıştır. 1914 yılında başlayan savaşta milyonlarca insan ölmüş, imparatorluklar yok olmuş ve egemenliklerindeki topraklarda birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır.

Savaşın yıkıcı etkilerine karşı uluslararası düzeni korumak için devletlerin belirli siyasal ilkeler üzerinde uzlaşacakları, çözümlerin barışçıl yolla halledilebileceği kurumların oluşturulması gerekliliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde ABD başkanı Woodraw Wilson’un önerisiyle 10 Ocak 1920’de Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) kurulmuştur. Ancak Milletler Cemiyeti kendisi için belirlenen amaca hiçbir zaman ulaşamamış, oluşumun babası olmasına rağmen ABD üye olmamış ve Almanya, Japonya gibi ülkeler küçük  sorunları çözme dışında bir işlevi olmayan bu cemiyetin üyeliğinden çıkmışlardır.

Birinci dünya savaşından yenik ayrılan Almanya’da nasyonal sosyalist, İtalya’da faşist rejimler uluslararası gururlarını onarmak amacıyla kısa sürede toparlanmış, savaştan galip ayrılan İngiltere ve Fransa ise daha sonra bir çaba içine girmemiştir. 1917’de gerçekleşen Bolşevik Devriminden sonra SSCB Orta Asya ve Doğu Avrupa’da birçok ülkeyi hegemonyasına almış, komünizmi yayma mücadelesi vererek batılı devletler için ciddi bir rakip olarak belirmiştir. Düşmanca siyasi ortamların sonucunda 1939’da ilkine göre daha yıkıcı olan ikinci dünya savaşı başlamıştır. Bu savaşta 50 ila 70 milyon insan ölmüş, Yahudi katliamı gerçekleşmiş ve ilk defa nükleer silah kullanılmıştır. Bu olumsuzluklardan sonra dünya ölçeğinde barışı sağlamak için tartışmalar başlatılmış 1945’de Birleşmiş Milletler kurulmuştur. BM dünyada barışı ve güvenliği sağlamak, kültürel ve ekonomik işbirliği imkânlarının geliştirilmesi ve bu idealleri yaymak gibi amaçları benimsemiştir.

Aynı süreçte insan haklarının hukuksal zemine taşınması için çabalar ortaya çıkar, Birleşmiş Milletlerin onayladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisiyle söz konusu anlayış devletlerle uluslararası toplum açısından bağlayıcılık taşıyacak şekilde genişletilmiştir. BM 1648 yılında Westphalia Anlaşmalarıyla beliren ‘egemenliğe’ dayalı sistem anlayışının en güçlü ifadesidir. BM’nin herhangi bir konuyu tartışmak ve ülkelere tavsiyede bulunmak için düzenlediği ana tartışma formuna Genel Kurul’a üye olan herkes katılabilir ve bir oy hakkına sahiptirler. Barış ve güvenlik konularını ele alan Güvenlik Konseyi beş daimi (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin) ve iki yılda bir değişen 12 geçici üyeden oluşur. Daimi üyelerin veto etme yetkisi vardır ve alınan karar reddedilmiş sayılır. BM’nin sosyal ve ekonomik alanlarındaki öncülüğünü ve çalışmalarını planlayan diğer bir kurul Ekonomik ve Sosyal Konseydir, insan hakları gibi önemli konularda yetkilere sahiptir. BM’nin ana yargı organı ise Adalet Divanı ’dır, farklı ülkelerden 14 yargıçtan oluşur ve görevi anlaşmazlıkları uluslararası hukuka göre çözmektir. BM sekreteri ise Güvenlik Konseyinin tavsiyesine göre beş yılda bir belirlenir, sekretarya işlerini yapanları yönetir. Aşağıda detaylı bir şekilde inceleyeceğimiz Yeni Dünya Düzeninin ana hatlarının belirlenmesi için BM’nin daha fazla sorumluluk alması, daha demokratik olması gerekmektedir. Günümüzdeki en büyük sorun 5 daimi üyenin kararlara yön vermesi ve kırk katı daha fazla olan diğer ülkelerin görüşünün alınamaması sonucudur. Bu nedenle tüm insanların içine sinen kararlar alınamamaktadır.

BM’ye üye ülkeler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre insan haklarına, temel özgürlüklerine saygı duyulması, bunlara uyulması ve geliştirilmesini taahhüt etmişlerdir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi devletleri ‘pozitif’ ve ‘negatif’ diye ayırabileceğimiz iki temel yükümlülük içine sokar. Negatif sınır, devletin bireylerin yaşam alanlarına saygı duyar ve bu alanlara müdahale edemez. Pozitif yükümlülük insan hakları için yasal düzenleme yapmaktır.

Soğuk Savaşın Bitişi ve Dünyada Değişen Dengeler

II. Dünya savaşının bitişinde dünya iki kutba ayrılmıştır. Bir yanda en güçlü temsilcisi ABD olan liberal devletler diğer yanda SSCB öncülüğünde sosyalist devletler veya demir perde ülkeleridir. Sosyalist devletler 1955’te işbirliği için Varşova Paktı’ nı diğer taraf ise savunma amacıyla 1949’da NATO’yu kurmuştur. Soğuk savaş bloklar arasında çatışma olmadan devam eden gerilimi anlatan bir kavramdır. Yarım yüzyıl boyunca devam eden bu gerilimler SSCB ve doğu bloku ülkelerinde yaşanan siyasal değişimlerden sonra 1980 yıllarında sona ermiştir.

1985 yılında Sovyetlerin başına geçen Gorbaçov siyaset özgürlüğü için Glasnost ve Perestroyka’yı uygulamaya başlamıştır. Doğu bloku ülkelerinde gelişen halk ayaklanmaları sonucunda Sovyetler siyasi baskıyı azaltmak zorunda kalmış ve 1980’lerin sonlarında Polonya, Romanya gibi ülkelerde komünizm sona ermiştir. 1980 yılında Berlin duvarının yıkılması önemli bir olaydır.

Soğuk savaşın bitmesi ekonomik nedenlere de bağlıdır. Soğuk savaş zamanında yapılan ağır askeri harcamalar ülkelerin ekonomilerini etkilemiş ABD başkanı aldığı bir istihbarat sonucunda yıldız savaşları projesini başlatarak SSCB’yi manipüle etmeye çalışmıştır. SSCB aynı tür bir çabaya girmiş ve sonucunda ekonomisi çökmüştür.

Yeni Dünya Düzeni

Varşova paktı ülkelerinin dağılması ve sosyalist kanattaki pek çok ülkenin liberal demokratik ilkeleri benimsemesi, serbest piyasa ekonomisine geçmeleri tek kutuplu bir dünya düzenin oluşmasını beraberinde getirmiştir. ABD’li siyaset bilimci F. Fukuyama Tarihin Sonu adlı kitabında liberal demokrasilerin dünya ölçeğinde alternatifi kalmadığını ve yeni bir ideolojinin egemen olamayacağını söylemiştir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay olamayacaktır. Nitekim 1990’lı yılların başlarında eski doğu bloku ülkelerinde etnik ve dini çatışmalar başlamıştır. En önemlisi Yugoslavya’nın dağılması aşamasında Sırplarla Müslümanlar arasında yaşanmıştır. Bu süreçte bir diğer ABD’li siyaset bilimci Samuel Huntington medeniyetler çatışması teziyle artık batı dünyası için komünizmin bir tehlike oluşturamayacağını yeni çatışmaların medeniyetler arasında olabileceğini savunmuştur. Birçok tepki alan bu teze karşılık olarak batı ve İslam diyalog ve işbirliği için Türkiye ve İspanya medeniyetler ittifakı projesini başlatmıştır. BM tarafında sahiplenilmiş 88 ülke ve 16 uluslararası örgüt üye olmuştur.

ABD tek rakibi olan SSCB’nin dağılması ardından tek süper güç olarak kalmış ve hegemonyasını pekiştirmek için farklı coğrafyalarda arayışlara girmiştir. Batı dünyası  için Müslümanlar yeni bir tehdit olarak algılanmış 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle örneklenmiştir.

Küreselleşme Sürecinde Siyaset

Küreselleşme 20. Yüzyıl sonlarına damgasını vuran en önemli kavramlardan birisidir. Küreselleşme, dünya ölçeğinde ülkeler ve toplumlar arasındaki kültürel, siyasal ve ekonomik ilişkilerin artmasıyla birbirlerine yakınlaşması anlamına gelir. ABD’li bilimci Marschall Mcluhan bu durumu küresel köy olarak açıklar. Ona göre özellikle iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve hız sayesinde insanlık arasındaki sınırlar ortadan kalkacaktır. Küreselleşme ekonomik ve siyasal boyutu olan bir süreçtir. Bu farklı öğeler bazı durumlarda birbirini etkiler. Küreselleşmenin ekonomik yüzü ulus-devletlerin ülkelerindeki ekonomik yapı üzerinde eskisi kadar belirleyici olamamaları, ABD’li sosyolog Saskia Sassen’e göre ‘kontrolü kaybetmelerini’ beraberinde getirir. Ekonomik açıdan güçlü olamayan bir devletin siyasal açıdan güçlü olması beklenemez.

Sürecin ekonomik boyutu kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin dünyada yaygınlaşmasına bağlıdır. ABD’li düşünür Immanuel Wallerstein’e göre kapitalist ekonomik ülkelerdeki mal, sermaye, insan akışı ulusal farklılıkları ortadan kaldırır.

Ekonomik etki açısından insanlık tarihinde günümüze kadar üç temel küreselleşme dalgası olduğu söylenebilir. İlk küreselleşme kapitalist temellere dayalı bir dünya sisteminin ortaya çıktığı 1450-1650 yılları arasındadır. Bu yıllarda kapitalizmle beraber ülkeler arası ticaret artmıştır. İkinci dalga emperyalizmin dünya ölçeğinde belirli bir konum elde ettiği 1650-1900 yılları arasındadır. Bu sürede zengin emperyalist ülkeler dünyanın geri kalanını kendi çıkarları doğrultusunda idare etme eğilimine girmişlerdir. En son dalga dünyanın her yerine ulaşan ekonomik ve ticari ilişkileri dönüştüren üçüncüsüdür. Liberal ekonomik yaklaşımın tüm dünya üzerinde etkili olmaya başladığı bir dönemde olan üçüncüsü, ülkelerin birbirlerine daha fazla bağımlı olması ve bir ülkede yaşanan krizin tüm ülkeleri etkilemesi nedeniyle diğerlerini aşan bir boyuta sahiptir. Bu süreçte küresel kapitalizm diyebileceğimiz başka bir olgu ortaya çıkar ve dinamikleri devletler yerine merkezleri batılı ülkelerde olan çok uluslu şirketlerin belirleyiciliğinde şekillenir.

Küreselleşmenin kültürel boyutu farklı ülkelerin birbirine benzer hale gelmeleri de denebilir. İnternet sayesinde ülkeler birbirlerini daha fazla tanır hale gelmiş ve ortak değerleri kapsayacak evrensel bir kültür beklentisi oluşmuştur. Yerel kültüre ilgi artmış Roland Robertson bu dönemi “küyerelleşme” olarak tarif eder.

Küreselleşmede siyasal boyut: siyasetin devlet çatısı altında yapılması algısı vardır. Küreselleşme sürecinde ulus-devletler kendi kararlarını alma aşamasında bile uluslararası anlaşmalar göre hareket etmek zorunda kalmışlar, bazı uluslararası kuruluşlara hesap verme yükümlülüğünde görmüşlerdir. Ayrıca bu süreçte toplum ve siyaset yaşamını yönlendiren kararların alınmasında devletin tek başına yeterli olmadığı halkın buna dâhil edilmesine yönelik yaklaşımlar güçlenmiştir.

Yönetişim kavramı halkın daha fazla siyasete katılması anlamına gelir ve bunu sağlayacak kurum sivil toplum kuruluşlarıdır(STK’lar). STK’lar siyasal otoriteden bağımsızdır ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır. Farklı amaçlara yönelik çalışmalar yürüten STK’lar aynı siyasal yapı içinde olabilirler. Bir devletin demokratik olma göstergelerinden biride örgütlenme özgürlüğü ve siyasal kararlara STK’ların katılmasını sağlamasıdır. STK’lar artık sadece bir devlet çatısı altında kalmadan uluslararası alana yayılma çabasına girmişlerdir. Barış, insan hakları, sağlık, çevre sorunları vb. gibi konularda uluslararası düzenlemeler yapmaktadırlar, BM tarafından desteklenmektedir. Bu süreçte Uluslararası Toplum kavramı ortaya çıkar. Özellikle insan hakları konu olduğunda tüm insanların devreye girebileceği (İnsani Müdahale) bir kavramdır. İnsani Müdahale aracılığıyla evrensel ve ahlaki ilkeler doğrultusunda silahlı güç kullanılmasının önü de açılmıştır.

Ulusüstü Siyasal Örgütlenmeler: Avrupa Birliği Örneği

Küreselleşme ülkeler arasındaki işbirliğini artırmıştır. Bu süreçte ülkelerin siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan birlikte hareket etmelerini sağlayacak yeni oluşumlar meydana getirilmiş mevcut kurumlar güçlendirilmiştir. Siyasal örgütlenme bu dönemin ürünüdür. Ülkeler farklı amaçlara hizmet eden farklı kuruluşlara üye olabilirler, örneğin: Türkiye BM, Avrupa Konseyi, G20, D8 ve NATO ya üyedir. Bu dönemde Ulusüstü sıfatıyla Avrupa Birliği tarih sahnesine çıkmıştır ve çok önemli bir kuruluştur.

İkinci dünya savaşından sonra ülkeler ekonomilerini güçlendirmek için işbirliği arayışına girmiş fakat aralarındaki sorunlar çözülmeden bu mümkün olamamıştır. İkinci dünya savaşından en çok zarar gören iki ülke Fransa ve Almanya’dır çünkü savaş bu ülkelerin topraklarında yapılmıştır. Almanya savaştan yenik ayrılmış ve yükümlülük altına girmiş, Fransa galip ayrıldığı halde toprakları uzun süre işgal altında kaldığı için birçok sorunla uğraşmıştır. Çökme noktasındaki bu iki ülke bir yandan ABD’nin hegemonya tehdidi bir yandan SSCB’nin komünizm tehdidi karşısında bir arada hareket etmek zorunda kalmışlar ve yanlarına Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’u alarak Roma’da Avrupa Kömür ve Çelik (AKÇT) anlaşmasını yapmışlardır. Zira savaştan sonra bu ülkelerin hızlı bir kalkınma planına ihtiyaçları vardır ve kömür ile çelik hammadde açısından önemli işleve sahiptir. 1957 yılında aynı ülkeler Gümrük birliğini düzenleyen Avrupa Ekonomik topluluğunu, Nükleer enerji konusunda çalışan Avrupa Atom ve Enerji topluluğunu kurmuşlardır. 1967 yılında imzalanan Belçika anlaşmasıyla bu üç kuruluş Avrupa Topluluğu (AT) adıyla tek çatı altında toplanmıştır. 1973’te İngiltere, İrlanda, Danimarka, 1981’de Yunanistan, 1986’da Portekiz, İspanya, 1995’te Finlandiya, Avusturya bu topluluğa katılmıştır. Yeni adıyla Avrupa Birliğine (AB) en geniş katılım 2005 yılında Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Polonya, Hırvatistan, Kuzey Kıbrıs Kesimi, Malta, Slovenya, Litvanya, Estonya, Letonya’nın katılmasıyla olmuştur. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 10 ülke müzakere sürecindedirler. Başlangıçta ekonomik kaygılarla AT işbirliği çerçevesinin genişlemesine fayda sağlamıştır. 1985 yılında Schengen anlaşmasıyla üye ülkelere birbirlerine pasaportsuz geçiş hakkı sağlanmıştır.

Doğu blokunun parçalanmasının ardından eski komünist ülkelerin üye olmak için artan başvuruları sonucunda Kopenhag Kriterleri yayınlanmıştır. 1992 yılında Maastrich Anlaşması aracılığıyla AT yerine Avrupa Birliği (AB) adı kullanılmasına karar verilmiştir. 2002 yılında ortak para birimi avro ’ya (Euro) geçilmiş İngiltere ve Danimarka kullanmayı reddetmiş, ekonomisi zayıf olan ülkelerin kullanmasına izin verilmemiştir.

AB’nin BM’den farklı olan bir diğer özelliği uluslararası değil ulusüstü olmasıdır. Uluslararası kuruluşlara üye olan bir ülke insan hakları gibi evrensel amaçlara bağlı kalmak koşuluyla ülkelerinde diledikleri gibi karar alabilirler yani kuruluşların devletlerin iç hukukuna karışması sınırlı düzeydedir. Ayrıca bu kuruluşlar devletler için karar alamazlar. Oysa ulusüstü bir kuruluş olan AB’nin kendi karar alma mekanizmaları vardır, ortak bir hukuk sistemi oluşturmuştur ve üye ülkeler ters düşseler bile buna uymak zorundadırlar. AB’nin yasama işini Avrupa Parlamentosu yürütür. Bu parlamento üye ülkelerin gönderdiği temsilcilerden oluşur ve konsey başkanlığı 6 ayda bir üye ülkeler arasından dönüşümlü olarak seçilir. Yargı ise Avrupa Adalet Divanının elindedir.

AB oluşturduğu kurumlar ve yetkilerle Ulus-Devletlere benzemektedir. AB’nin gelecekte tüm Avrupa’yı tek çatı altına toplayacağı tezleri mevcuttur fakat belirli sorunlar karşısında oluşan ulusal refleksler yüzünden birliğin ortak bir politika üretemediği görülmüştür. Örneğin İngiltere üye olmadığı halde ABD’ye daha yakındır ve beraber hareket etmektedirler. Gelecekte AB’nin nasıl şekilleneceğini tahmin etmek oldukça zordur.

Ulus-Devletin Geleceği

500 yıllık geçmişe sahip olan modern devletin Avrupa kıtasında yaşanan siyasal, ekonomik ve toplumsal hareketlerin sonucunda ortaya çıktığı söylenebilir. Özellikle Fransız devriminden sonra bu yapılanma ulusdevlet biçimine dönüşmüş ve dünyanın geri kalanına yayılmıştır. Küreselleşme süreciyle ulus-devletin geleneksel yapısında büyük değişiklikler olmuştur. Ulusdevletin 19.yüzyılda güç aşımına girdiği söylenebilir. Devletlerarasındaki ilişkileri düzenleyen uluslararası hukukun güçlenmesiyle Westphalia anlaşmaları sonrasında ortaya çıkan ulusal egemenlik anlayışı etkisini kaybetmeye başlamıştır. Zira uluslararası hukuk ile devletler bir anlamda egemenliklerinden vazgeçmiş, dünya ölçeğinde düzenin sağlanması için belirli ortak ilkeleri kabul etmiş olmaktadırlar. İlk olarak kendi toprakları ve halkları üzerindeki sınırsız yetkileri kalmamıştır. 20. Yüzyılda insan haklarının güçlenmesiyle paralel olarak devletlerin bu hakları kaldırma yetkisi veya düzenleme yetkileri ortadan kalkar. Bahsettiğimiz dönemde insan haklarının korunması devletlerin sorumluluğundan çok uluslararası siyasetin unsurlarından olmuştur. Kendi halkına karşı insan hakları ihlalleri gerçekleştiren devletlere karşı uluslararası toplumun müdahale etmesi bu dönemde ortaya çıkmıştır.

Ulus-devletlerin geleneksel işlevlerini kısıtlayan ikinci unsur küresel kapitalizmin yükselişidir. Günümüzde devletler bir karar alırken yaptıkları anlaşmalara daha fazla dikkat etmelidir. Bu durum tüm ülkeler için belirli fırsatlar sağlayan küresel ekonomik sistemden kopmama arayışlarının sonucudur. Ayrıca devletlerin kendi rızalarıyla kabul ettikleri bu düzenlemelerin yanında küresel kapitalizmin etkilerini de göz ardı edemeyiz.

Farklı ülkelerde faaliyet gösteren çok uluslu şirketler devletlerin ekonomi politikalarının belirlenmesi noktasında belli bir etkiye sahiptir. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kuruluşlar özellikle ekonomisi zayıf olan ülkeleri bazı politikaları uygulamaya zorlamaktadır.

Ulus-devletlerde meydana gelen güç kaybına karşı bazı isimler işlevlerinin ortadan kalktığı ve yerinde AB gibi bölgesel birliklerin olacağını iddia etmiştir. Bazı düşünürler devlet değil birey merkezli siyasal mekanizmaların meydana geleceğini savunmaktadır. Bu yaklaşımlar çok güçlü değildir. Ulus-devletlerin gelecekte etkili siyasal biçimler olarak kalacağı tahmin edilebilir.

İçinde bulunduğumuz aşamada ulus-devletin sonunun geldiğini söyleyenler yerine geçecek gerçekçi bir model gösterememektedirler. Ulus-devletler sahip olduğu yetkileri daha esnek, toplum içindeki farklılıkları kapsayan ve uluslararası sistemin bir parçası olduğunu unutmadan kullanmalıdır. Bu durum devletleri birey haklarını daha fazla dikkate alan demokratik ve özgürlükçü bir yönetim anlayışına götürmektedir. Ulus-devlet modeli insanlık tarihi için taşıdığı anlamı devam ettirecektir. Ancak ulusdevletler egemenliklerini daha sorumlu bir şekilde kullanmak durumundadır.