SİYASET BİLİMİ - Ünite 7: Siyasal Güçler Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Siyasal Güçler

Siyasal Partiler

Siyasi partiler genellikle belli bir ideolojik uyum gösteren ve halkın oylarını alarak iktidara gelmeyi, iktidara gelince devlet ile halk arasında köprü olmayı amaçlayan örgütlerdir.

Siyasi partilerin ilk adımları hükümdarlara danışmanlık yapmak için düzenli olmayan aralıklarla toplanan parlamentolarda ideolojik yakınlaşmalar sonucunda ortaya çıkar ve oy hakkının genişlemesi ile ilk önce 1820’lerde ABD, 1840’larda Belçika ve İsviçre, 1850’lerde itibaren de Birleşik Krallıkta ortaya çıkar.

Siyasi partilerin gelişimi demokratikleşme süreci ile yakından bağlantılıdır. Demokratikleşmeden önce hükümdar veya yerel yöneticiler üzerinde taleplerde bulunan benzer örgütlenmeler olsa da bunlar süreli ve üyeliğe sahip organizasyonlar değildi.

Siyasal partilerin gelişimini sadece demokratikleşme ile özdeşleştirmek doğru değildir, başta eski Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Çin gibi otoriter rejimlerde iktidarı elinde tutan grubun parti kurarak bu sürece kurumsallık kazandırmaya çalıştığı görünür.

Toplumlardaki çatışma ekseni ve çatışan siyasi güçler değişir, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi Avrupa’da bağımsızlık mücadelelerini ve azınlıkları temsil etme gibi etkenler de batı dışındaki ülkelerde hayata geçmeye çalışan partilerin oluşmasında rol oynamıştır.

Siyasi partiler, çeşitli kesimlerin arzu ve beklentilerini bir ayna gibi aynen yansıtmaz. Toplumun beklentileri doğrultusunda partiler de kendilerini düzenler ve genel beklentilere cevap vererek değişen siyasi dünyada sıradan insanların süreklilik ve istikrar arayışına yardımcı olur.

Siyasi partiler geleceğin siyasi elitinin yetiştiği yerlerdir. Partiler genç ve hevesli isimlerin aktif siyaseti öğrenebilmeleri için en iyi yerlerdir ve kuvvetli bir örgüte sahip partiler değerlerini topluma nüfuz ettirmeye çalışır.

Siyasal partiler genel olarak ikiye ayrılır, Kadro Partileri ve kitle partileri. Bununla birlikte yakın geçmişte bir üçüncü türü olarak kartel partisi adı ile de faaliyet göstermeye çalışmaktadır.

Kadro partileri, seçim zamanında aktif olan dar bir kadro ile hareket eder ve tabanını genişletme ve dönüştürme işlevine önem vermez. Bu partilere örnek olarak ABD’nin demokrat ve cumhuriyetçi partileri gösterilebilir.

Kitle partileri üyelerinin parti yönetimi ve parti çizgisinin oluşturulmasında aktif rol almaları için imkânlar sağlar, aynı zamanda üye sayısını da arttırmak için çabalar harcar.

Kartel partileri kitle partilerine benzemekle birlikte modern demokrasilerde daha ziyade şirket mantığı ile hareket etikleri söylenir. Bu partiler iktidara gelmek ve orada kalmayı her şeyin üzerinde tutan bu amaç için modern reklamcılık ve bol paraya mal olan reklam kampanyalarında yararlanırlar.

Bir başka ayrım ise belirli bir ideolojiyi topluma yaymaya çalışan ve daha belirsiz esnek bir ideolojiye sahip olup toplumun “hepsini yakala” (catchall) partileri arasındadır. Batı dünyasında sol ve sağ partiler arası farklılıklar azaldığı gözlemlenmekte ve bütün partilerin hepsini yakala partilerine gelmesi ideolojik partilerin önemsiz hale geldiğini anlamına gelmez. Yabancı karşıtlığı üzerine siyaset yapan partilerin güçlendiği bir gerçektir.

Siyasi partiler bünyesindeki farklı fikirler ve görüşleri yani hizipleri ne ölçüde izin verdiği bizi parti içi demokrasisini gösterir. Bir partinin kitleleşme oranı ve içinde barındırdığı hiziplerin sayısı ve gücü arasında doğru bir orantı olduğunu söylemek abartı olmaz.

Parti içi demokrasi kavramıyla sıradan üyelerin parti yönetimi ve politikalarını belirleyecek temsil edecek adayların belirlenmesinde etkin olması anlaşılmaktadır, her üyenin siyasi meselelerde istediği gibi hareket etmesi anlamına gelmez. İdeal olan kararlar alınıncaya kadar tartışmaların sürmesi, kararlar alındıktan sonra bu kararlar çerçevesinde hareket edilmesi veya aksi halde partiden uzaklaşmalarıdır. Araştırmalar sürecin yönlendirmesinde geniş katılımın yetersiz kaldığı, partinin üst yönetiminin elindeki güç ile bu durumu yönettiğini gösterir.

Siyasi partilerin demokratik olamayacakları ve yönetici azınlığın kendi liderliğini tehdit edecek güçleri püskürtüp kendini destekleyenlerin önünü açacağı tezini il kez, Alman siyaset bilimci Robert Michels dile getirilmişti. Her bürokratik örgüt gibi partilerin de kadro değişikliğine direnci olduğu söylenebilir, fakat bundan partilerin küçük bir grubun elinde kalmaya mahkûm olduğu görüşüne varmak abartı olur. Bu durum partilerin yapısından ziyade içinde bulundukları ülkenin demokrasinin ne ölçüde var olduğu ile ilgili olduğu söylenmelidir.

Liberal demokratiklerde partilerin etkileşimlerini ifade edem sistemler farklılık gösterir. Hâkim parti sisteminde hür ve serbest seçimlere rağmen iktidar genelde aynı partinin elinde olur, bu sistemde partiler arası değil parti içi hizipler arasında mücadele cereyan eder. (bu sistemlerin çoklu parti sistemi olduğu anlamına gelmez.)

İki partili sistemlerde seçim sonucunda biri iktidar diğeri muhalefet rolünü üstlenir. Bu sistemde partiler yaptıkları ve yapmadıklarından sorumlu tutulur, sorumluluğu başkasına atamazlar.

Çok partili sistemler ise ılımlı ve kutuplaşmış olarak ikiye ayrıldığı görünüyor. Her iki sistemde de iktidar koalisyonlardan oluşmak durumunda. Aşırı ya da kutuplaşmış olarak adlandırılan sistemde üç veya daha fazla partinin bir araya gelmesi gerekir, bu durum da azınlık kalan siyasi hareketlerin sistem karşıtı bir rotaya girmelerine engel olduğu ve böylece siyasi istikrara hizmet etiğini de iddia edenler vardır.

Parti sistemlerinin biçimlenmesinde seçim sistemleri de ülkelerin siyasi çatışma eksenleri kadar rol oynar. Söz konusu seçin sistemleri oylar ile orantılı olarak temsil ön gören dana ziyade çok partili sistemlere teşvik eden, nispi temsil sistemi ve en çok oy alan alana avantaj sağlayan daha ziyade iki partili sistemi teşvik eden, çoğunluk sistemi olarak ayrılır.

Günümüzde siyasal partilerin etkisini azalttığı gözlemlenmektedir, fakat bu durum partilerin önemini yitirdiği anlamına gelmez. Bunun ile birlikte daha ziyade geç, iyi eğitimli orta sınıf insanlar tarafından yönlendirilen ve hayat kalitesi ile yaşam tarzını öne çıktığı Yeni Sosyal Hareketlere doğru kayma olduğu ifade edilmektedir.

Kamuoyu

Eski dilde “efkârı umumiye” olarak bahsi geçen kelime anlamı halkın kanaatleridir. Daha çok örgütlü ve sesini duyurabilen kesimlerin önemli gördükleri meseleler hakkında oluşturdukları ve diğerlerine benimsetmeye çalıştıkları fikirler bütünü olarak görülebilir.

Kamuoyunun önem kazanması üç önemli faktörün 19. yüzyıl gelişmesi ile önem kazanır. Bu faktörler, siyasi iktidarın meşrutiyetini halktan alması gerektiği halk egemenliği fikrinin yaygınlaşması, okuryazarlığın artması ve basım/yayım olanaklarının gelişmesi.

Kamuoyu hiç de öyle önemli bir çoğunluğun arzuladığı şeyi yansıtmayabilir. Her bir örgütlü azınlık kendi fikrini kamunun fikriymiş gibi sunma çabasına girebilir. Fakat demokrasi çoğunluğun iradesi ise o halde kamuoyuna saygı göstermek gerekir. Kamuoyu ile ters düşen politikaları uygulamak riskli olabilir. Demokrasilerde iktidara gitmenin ve uzun süre elinde tutmanın önemli bir ayağı kamuoyunu önemsemektir.

Kamuoyu neler yapılacağından ziyade, hükümetin neler yapamayacağında rol oynamaktadır. Hükümetler kamuoyunun fikri olarak lanse edilen düşüncelerin çoğunun önemli bir kısmının iradesini yansıtmayabileceğini bilirler.

“Gündem belirleme” (agendasetting) etkisi ile medya kamuoyunu oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Sıradan insanlar, ülke içi ve dışında neler olduğunu genelde medya yolu ile öğrenir. Birçok ciddi meselenin yorumcular vasıtası ile medyada tartışılması, fikir ve siyasi pozisyonların burada oluşmasını sağlar.

İdeal olarak medya, demokrasilerde iktidarın kötüye kullanılmasını dengeleyecek bir unsur (watchdog) olabileceği düşünülür. Fakat bu durum ekonomik, ideolojik ve değişik sebeplerle böyle olmayabilir, iktidara yakın medya grupları idaredeki kötü gidişleri görmezden gelebilir. Tam tersi, iktidar ile karşıt görüşlere sahip medya da iyi gelişmeleri görmezden gelip sadece olumsuz olanları öne çıkarabilir.

İş dünyasının 20. yüzyılda medyaya ilgi duymaya başlaması ve birçok gazete ve televizyonun büyük holdingler tarafında satın alınması, yazar ve editörlerin işvereni olan şirketlerin çıkarını zedeleyecek haberleri görmezden gelmesine sebep olmuş. Buna benzer bir durum diktatörlüklerde de görülmekte olup, kendi kontrolünde olan medyayı etkin bir propaganda aracı olarak kullanmışlardır. Propaganda, bir kişinin, grubun ya da kurumun kendi siyasi görüşünü yaymak için kitle iletişim araçları vasıtası ile bilinçli olarak hareket etmesini ifade eder. Bu amaçla yanlış, çarpıtılmış ya da açıkça gerçek olmayan düşüncelerin yaymaya çabalamak soğuk savaş döneminde kullanılan başlıca propaganda yöntemlerindendi. Liberal demokrasilerde ise daha çok gerçeğin bir kısmını söylemek ya da hayati mevzuya hiç girmemek propaganda yapmanın bir parçasıdır.

Tekelleşen medya editoryal özelliğini kaybetmiş anlamına gelmeyebilir, cılız da olsa farklı sesler duyulabilmektedir. Gelişen internet teknolojisi sayesinde hem sosyal hem da alternatif medya kanalların ortaya çıkması ile büyük medyanın gündem belirleme kapasitesinde bir nebze de olsa zayıflama olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Kamuoyu oluşturmadaki bir diğer etkin güç kamuoyu araştırma şirketleridir. Bu şirketlerin yaptığı araştırmalar sonucunda siyasi partiler ve siyasi liderlerin performansları hakkında en azından seçmenin bir kısmı tarafından nasıl algılandığı görebilme fırsatı sunar. Bu şirketlerin yanılma payı kadar araştırmalar için sponsor olanların görmek isteyeceği sonuçları ortaya çıkarma eğiliminde oldukları ile eleştirilir.

Okuryazarlığın düşük olduğu, kitle iletişim araçlarının yetersiz kaldığı bölgelerde küçük topluluklarda, siyasi fikirleri oluşturma ve yaymada etkin olan kanaat önderleri bir diğer kamuoyu oluşturma faktörüdür. Eğitim, ekonomik veya statü olarak toplumun geri kalanından üstün olan ve sözü dinlenilen bu kişilerin etkisi, kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve şehirleşme ile azalsa da yok sayılamaz.

Baskı Grupları

Baskı grupları, tıpkı siyasal partiler gibi devlet ile toplumu birbirine bağlayan ilişkiler ağının bir parçası olmasına karşın, amacı iktidar olmak değil iktidara kendilerini ilgilendiren konuların lehinde karar aldırmaktır. Çok farklı kültürel, siyasi, ekonomik çıkarları içinde barındıran toplumlarda siyasal partiler her kesime ulaşmakta yetersiz kalır, bu durumda baskı grupları devreye girer.

Baskı grupları, menfaat ya da çıkar grubu veya örgütlü baskı grubu olarak adlandırmalara sahiptir. İşçi ve işveren örgütleri menfaat/çıkar gruplarına örnek olurken belli bir ideolojiyi veya dini yamak için kurulan gruplara örnek olarak hemşeri dernekleri, yoksullara yardım ve hayvanları koruma dernekleri gösterilebilir.

Bürokrasi, ordu veya üniversiteler gibi güç odakları her ne kadar Kurumsal gruplar alt başlığı altında ifade edilse de gönüllülük temeline dayalı baskı grupları ile gücünü devletin içindeki belli pozisyonlardan alan güç odaklarını aynı kefeye koymak gibi hatalı bir yaklaşıma girmemize sebep olabilir.

Orta çağda bir meslek grupları olarak ortaya çıkan meslek locaları, maddi menfaatleri temsil etmek amacı ile kurulan ilk örgütlü gruplardır. Hükümdarlar, loca liderlerini loca üyelerinin hareketleri hakkında sorumlu tutarak sosyal kontrolü güçlendirmeye çalışırlardı.

Sanayi devrimi sonucunda işçi sınıfının sayısal olarak çoğalması işçi sendikalarını geliştirdi. Sadece çalışma koşullarını iyileştirmek değil, işçi sınıfının siyasal sisteme eklenmesinde de önemli rol üstlenen sendikalar tüccar ve işverenlerin de örgütlenmesinin önünü açtı.

Siyasi rejimler ortaya çıkan bu güçlü baskı grupların isteklerini dikkate almak zorunda kaldı. Aynı zamanda devletler bu gruplar aracılığı ile toplum üzerinde nüfuz ve kontrollerini arttırabileceğini keşfetti. İşçi ve işveren ile birlikte diğer bütün sınıfların birbirine muhtaç ve uyumlu bir işleyişe sahip olmaları gerektiği ve bunun devlet tarafından organize edilmesi gerektiğini savunan otoriter korporatist rejimlerde devlet bu örgütlerin tümünü mutlak kontrolü altında tutmayı arzular. Buna örnek olarak 2. Dünya Savaşı İtalya’sı ve Almanya’sı gösterilebilir.

Demokratik korporatizmde ise devlet zorlayıcı olmadan işçi ve işveren örgütlerini önemli kararlar alma sürecine dahil etmeyi amaçlar. İki örgüt arasında çatışma yerine diyalog yolu ile ortak çıkarların savunabileceğini belirler. Bu durumun oluşabilmesi için Almanya, İsveç, Norveç gibi demokratik korporatizmin güçlü olduğu ve işçi çoğunluğun bir veya iki sendikada toplanması gerekir, aksi halde bu durumdan söz etmek mümkün değildir.

Plüralist ya da çoğulcu baskı grupları siyaset modelinde ise ülke çapında büyük bir temsil gücüne sahip büyük bir örgütler yerine tabandan tavana doğru olacak şekilde daha küçük ve bölgesel örgüler söz konusudur.

Küreselleşme süreci ile sendikaların zayıflaması neticesinde, demokratik korporatizmin beşiği olarak görünen Thatcher sonrası İngiltere ve ABD dengelerin işveren lehine bozulduğundan şikâyet edilmektedir. Fakat bu durum bundan önce de şikâyet konusuydu, keza baskı gruplarının ulaştığı insan sayısı ve elde etiği kaynak asla eşit değildi.

Baskı gruplarından bahsedilirken şekli ve hukuki olarak örgütlemiş yapılardan bahsediyoruz. Bu durumun söz konusu olmadığı, geleneksel köy toplumlarında alternatif bir yapılanma olarak himayecilik/klientelizm ortaya çıkar. Bu yapılanma sıradan yurttaş ile siyasi iktidar arasındaki ilişki yerel aristokrasi (eşraf, tüccar, toprak sahibi vb.) diyebileceğiniz kişiler aracılığı ile sağlanır. Bu yapılana himaye eden ile edilen arasında karşılıklı fakat eşit olmayan bir faydalanmaya dayanır. Himaye eden himaye edilene belirli menfaatler sağlar ve karşılığını da alır. Fakat himaye sağlanan fazla bir seçeneği olmamasında dolayı himaye sağlayana mahkûm durumdadır. Her ne kadar bu yöntem daha çok köy toplumlarında göründüğü düşünülse de son zamanlarda modern toplumlarda da düşünüldüğü kadar az olmadığı kabul edilmeye başlanmıştır.

Sivil topum örgütleri ismi baskı gruplarının yerine kullanılmaya başlasa da ikisi bir değildir, sivil toplum örgütleri baskı gruplarını da içine alan daha geniş bir yelpazeden ibarettir. Burada, cami yaptırma dernekleri ve Anarşist Düşünce Topluluğu gibi oluşumlar birer sivil toplum örgütü iken bu örgütlere baskı grubu adı altında toparlamak yerinde olmayabilir.

Baskı grupları, bürokrasi, parlamento, siyasi parti ya da yargı üzerinde yoğunlaşan bir biçimde faaliyet gösterirler. Etkileme faaliyetlerinde bulunurken sahip oldukları bütün gücü kullanırlar. Bu etkilemede bulunan baskı grubu liderleri içinde bulundukları ilişkiler dolayısı ile daha sonra siyasal hayatta rol almalarına sıklıkla rastlanır.

Bütün baskı grupları medyayı kullanarak kamuoyu yaratma faaliyetinde bulunur. Özellikle ideolojisini geniş gruplara yaymaya çalışan baskı grupları için medya vazgeçilmez bir enstrümandır.

Baskı grupları, üyelerinin siyasete olan ilgilerini canlı tutarak siyasete katılımı canlı tuttukları inkâr edilemez. Bazı ülkelerde yurttaşlık düzeyinin yüksek olması, sivil toplum örgütlenmesinin iyi olmasından kaynaklanır. Bireylerin bu örgütler yolu ile siyasete katılması tahammül, başkalarını anlama, sorunları diyalog yolu ile çözme gibi demokratikleşme ihtimali artmaktadır.

Bürokrasi

Bürokrasi, kamu bürokrasisi, kamu yönetimi eş anlamlı olarak kullanılabilmekte ve siyasi iktidar tarafından alınan kararları uygulamak, rutin devlet işlerini yürüten devasa örgütlenmeyi ifade etmek için kullanılmaktadır. Bürokrasi alınan kararların uygulanmasının yanında yasa taslak ve tasarıların hazırlanmasında yardımcı olma, ihtiyaç duyulduğunda siyasilere bilgi verme ve danışmanlık da sağlar.

Bürokrasinin diğer anlamları arasında “örgüt”, “kamu yönetimi”, “akılcı örgütlenme”, “örgütsel verimsizlik” veya “modern toplum” da vardır. Bürokrasi günlük kullanımda kırtasiyecilik, şekilcilik, katılık, iş uzatma ve halkı küçümseyici bakış çağrışımlarını yapar.

Alman sosyolog MaxWeber’e göre bürokrasi geleneksel ya da karizmatik otorite biçimlerine değil de akılcı/hukuki kurallara dayanan modern toplumların ayırt edici özelliklerinden biridir. Bürokratik örgütlenmenin temel özelliği akılcılıktır, bu beraberinde örgütlenme ve verimliliği de getirmektedir. Bürokratik organizasyonda görev ve yetkiler, takdir yetkisini en aza indirecek şekilde yasalar yönetmelikler ile açıkça belirtilmiştir. Örgüt içinde kimlerin kimlere ve ne şekilde hesap vereceğine dair bir hiyerarşi vardır.

Weber, bürokratların modern toplumlara hakım olmasını kaynakların daha etkin kullanımını zorlayan büyük iş örgütlerini teşvik eden kapitalizmin gelişmesi ile ilişkilendirir ve bürokrasiyi çelik bir kafese benzetir, modern hayatı besleyen dinamiklerin bürokrasinin büyümesini kaçınılmaz hale getirdiğini belirtir. Sürekli büyüme eylemi içinde olduğu şikâyet edilen bürokrasi Kamu Tercihi Okulu’na göre bürokratlar da kendi çıkarlarını savunur. Kamu Tercihi Okulu: Siyasi olgu, olay ve süreçleri daha çok mikro iktisadi analizde kullanılan neo klasik ekonominin temellerinden olan kendi çıkarını düşünen birey varsayımı ile açıklamayı deneyen yaklaşım. Buna göre bürokratlar, siyasetçiler ve seçmenler de tıpkı piyasada kendi çıkarını azamiye çıkarmaya gayret gösteren alıcı ve satıcılar gibi hareket etmektedirler.

Bürokrasi ve siyaset

Bürokrasi ile siyaset arasındaki ilişkiyi ülkenin yönetim şekline göre ikiye ayırarak incelemekte önem vardır. Bu ayrım otoriter ve demokratik rejimler olarak yapabiliriz. Tek kişiyi öne çıkran otoriter rejimlerde, bürokratların çalışmaları tamamen diktatörün tercihine bağlıdır. Diktatörün kısmen gölge bir figür olduğu rejimlerde ise bürokratların perde arkasında da olsa yürüttükleri bir model görebiliyoruz. Esasen otoriter rejimlerde bürokrat ile siyasetçi ayrımını yapabilmek de çok zordur, özellikle de askeri rejimlerde imkânsızdır.

Demokrasilerde ise bürokrasinin, güçlü bağımsız ve partizanlıktan uzak olması ihtiyaç ve beklentidir, aynı zamanda da siyasi iradeye tabi olmaları da beklenir. Bu beklentileri yerine getirmek kolay değildir.

Her ne kadar bürokratlar ya da atanmışlar seçimle gelenlerin politikalarını uygulamakla/hayata geçirmekle yükümlü olsa da. Demokrasilerde atanmış seçilmişe, seçilmiş de seçimlerde millete hesap vererek hiç kimsenin şeffaflık ve sorumluluktan kaçmaması öngörülse de fiili durum çoğu zaman farklıdır.

Bürokrasi gücünün kaynağında bürokratın hem kendi konusundaki hâkimiyeti hem de devletin işleyişine ilişkin hukuki/teknik bilgiye sahip olması önemli rol oynar. Seçilmiş otoritelere bilgi sağlayan, uygulamaya yönelik teknik konularda tavsiyede bulunanlar çoğu zaman bürokratlardır. Siyasetçiler genellikle kendi bakanlıklarında çalışan bürokratlardan gelecek bilgiye bağımlıdırlar. Bürokratlar sahip oldukları bilgiyi saklayabilirler, geciktirebilirler veya saptırabilirler.

Bürokrasiyi kontrol etme konusunda şu ana kadar bir çözüm bulunamamıştır. Ferrel Heady, ideal tip olarak iki tür bürokrasiden bahseder. İlki olan klasik bürokrasiye en çok yaklaşabilen ülkeler Fransa ve Almanya’dır. Her ne kadar fark çok fazla olsa da. Klasik bürokrasilerde bürokratlar işinin ehli ve konuya hakim kişilerden oluşur ve profesyonellik anlayışı ile hareket etmeleri durumunda seçilmişler ile aralarındaki sürtünme asgaride kalacaktır. Fakat bu ilkelerden uzaklaşmaları durumunda sürtüşme asgariye çıkar.

Siyasi bürokrasilerde ise bürokratın özerkliği yüksek değildir. Her gelen siyasi iktidar çalışacağı bürokratları seçerek her defasında gerekli değişiklikleri gerçekleştirir, buna ganimet sistemi de denir. Buna örnek olarak ABD ve az da olsa Büyük Britanya gösterilebilir. Bürokrasinin üst kademeleri işin profesyonellerinden başka siyasi iradeye yakın başka işle uğraşanlar ile doldurulur. Her iktidar değişiminde bu olay tekrarlandığından seçilmiş ile bürokrat arasındaki sürtüşme asgariye iner. Bu sistemin dezavantajı ise bürokrasinin kalitesinin tamamen siyasetçinin yapacağı seçimlere bağılı olmasıdır. Siyasilerin bazen uzun vadeli düşünmediği göz önünde bulundurulduğunda bu büyük bir risktir.

Her iki yöntem de bürokrasinin kontrolü açısından avantajlar ve dezavantajlar içerir, her ülke kendi kültür ve geleneklerine göre farklı yöntemler deneme yoluna da gidebilir.

Her iki yapılanmada da kontrolü arttıracak metotlardan da bahsetmek gerekir. Daha çok klasik bürokrasilerde uygulanabilecek olan bilgi tekelini kırmak için en az bürokratlar kadar bilgili danışman veya müsteşarların atanması.

Milletvekillerinin seçmenlerden gelen bürokrasiye dair şikâyetlerini değerlendirerek bürokrasiye müdahalesi de bir kontrol mekanizması olabilir. Anacak bu çok tehlikeli durumlar da doğurabilir, seçmenler için yasallığı tartışılacak taleplerde bulunabilirler.

Bilgi edinme hakkı bir diğer örnek olarak gösterilebilir, fakat bunu da dezavantajı hangi bilginin kamusal olduğu ve vatandaşlarla paylaşılabileceği hangisinin paylaşılamayacağı noktasındaki ayrımdır. Bu ayrımın belirsizliği bu hakkın kullanımını da zorlaştırmaktadır.

Türkçe karşılığı olmamasına rağmen “Kamu Denetçiliği” olarak çevrilen “Ombudsman” müessesesi ise vatandaşların hiçbir aracıya gerek kalmadan bürokrasiye yönelik şikâyetlerini yöneltebilecekleri bir örgütlenmedir. Bu müessese ilgili şikâyetler hakkında kesin karar veremez, sadece ilgililerin -ve kamuoyunun- dikkatini çeker ve gerekirse olayın yargıya taşınmasına yardımcı olur. Ahlaki bir baskı unsuru olan bu uygulamanın işlemesi ombudsmanın kalitesi ile doğru orantılıdır.

Sonuç olarak bürokrasinin kontrolünde en etkili olan yol, ilgili aktörlerin, vatandaşlar ve genel olarak kamuoyunun bürokrasiyi kontrol altında tutma ona hesap sorma konusunda gösterecekleri kararlılıktır.