SİYASET FELSEFESİ II - Ünite 1: Liberalizm ve Toplulukçuluk Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Liberalizm ve Toplulukçuluk
Giriş
Liberal ve toplulukçu düşünce biçimleri arasındaki tartışma günümüz siyaset felsefesinde önemli bir yer tutmaktadır. 1980’lerin sonunda sosyalizmin güç kaybetmesi ile zayıflayan liberalizm-Marksizm tartışmasının yerini bu tartışma almıştır. LiberalizmMarksizm’den kaynaklanan iki kutuplu dünya anlayışının sona ermesi ve Marksizm’in kuramsal alanda yer bulabilmesi, uygulamada, liberalizmin üstünlüğünü ilan etmesine yol açmıştır. Francis Fukuyama, liberalizme dair hiçbir eleştirel görüşün artık olmayacağını ifade etmesine rağmen siyaset felsefesinin, sosyalizmin gerilemesinin ardından geri dönüşü, Fukuyama’nın tezini yanlışlayan yeni eleştiri odaklarını da beraberinde getirir. Böylece siyaset felsefesinin yarattığı eleştirel gelenek, liberalizme yönelik yeni tartışmaların yolunu açar.
Liberalizmin eleştirisinin en önemli olanı, 1970 yılında Bir Adalet Kuramı adlı eseriyle John Rawls’tan gelir. Rawls, yaklaşık yüzyıl boyunca bilinçli olarak bazı sorunları görmezden gelme eğiliminde olan liberalizmi, özellikle adalet kavramı konusundaki eksiklikleri nedeniyle eleştirir. Klasik liberalizmin temelini oluşturan faydacı bakış açısının eksikliklerini dile getiren Rawls, liberalizmin yenilenmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda liberalizmin ihmal ettiği temaları ortaya koyan alternatif düşüncelerin mümkün olduğunu gözler önüne sererek siyaset felsefesinin geri dönüşü yolunu açar.
Liberalizme yönelik eleştirileri büyük ölçüde, 20. yüzyılın başında, sosyal bilimcilerin metodolojik çaresizliğiyle açıklamak mümkündür. Modernliğin olanaklarının, etnik olsun dinsel olsun her türden bölünmeyi ortadan kaldıracağına dair derin inanç besleyen her iki kuram da, toplumsal ve tarihsel olana aşkın kategorilerden hareket ederek, Batı dışına ait olan yargıları, Batı’nın değerlendirme süzgecinden geçirerek üretirler. Bu açıdan Batı’nın ulus-devlet sürecinde mücadeleye girdiği ve modernlik dışı olarak değerlendirdiği din ya da etnisite gibi sadakat odakları, bu kuramlar açısından önemli bir değere sahiptir.
Ancak 1980’lerin sonlarına gelindiğinde, siyasal yaklaşımlarının, dünyanın iki kutuplu olarak bölünmüşlüğünden hareketle oluşturan sosyal bilimcilerin ön kabullerini yeniden gözden geçirmeye zorlayan değişimler yaşanır. Özellikle Avrupa’nın önemli bir kesiminde siyasal istikrarı sağlayan sosyalist sistemin çökmesiyle, etnik ya da dinsel kökenli çatışmalar görünür hâle gelir. Bu gelişmeler iki yönde bir değişim yaratır. Bunlardan ilki, sosyal bilimlerde yöntemsel bir yenilenme ihtiyacıyla birlikte ortaya çıkar. Bir önceki paradigmaya hâkim olan pozitivizmin bilim anlayışında yeri bulunmayan tarih ve toplumsal içkinliğe dair yargılar, artık birer sav olarak tartışma alanında kendilerine yer bulurlar. Bu nedenle ideolojilerin toplumu açıklama iddialarının yerine, artık felsefenin özne-nesne ilişkisi bağlamındaki yöntemsel aracılığını şart koşan anlama kategorisi, sosyal bilimlerin odağı haline gelir.
Liberal sözcüğü, pek çok farklı anlamı içerecek biçimde 14. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Latince liber, köle ya da serf olmayan özgür insanları işaret etmek üzere kullanılır. Ayrıca sözcük, zaman zaman açık görüşlülük zaman zaman da cömertlik anlamlarını içeren kullanımlara sahiptir. Sözcüğün siyasal bir içerik kazanması ise 19. yüzyıl sonrasındadır. İlk kez 1812’de İspanya’da kullanılan siyasal içerikli liberal sözcüğü, 1840’lardan sonra ise Avrupa’da geniş ölçüde belli bir tür siyasal eğilimi işaret eder.
1980’lerde yaşanan değişimlerin ikinci önemli sonucu ise liberal geleneğin eleştirisinin, sosyalist gelenekten farklı kavramsal çerçevelere sahip olmakla birlikte, özellikle onun soyut bireycilik eleştirisine sahip çıkan toplulukçuluk, çok kültürlülük ve feminizm gibi yeni yaklaşımlarca üstlenilmesidir. Böylece liberal yaklaşımların metodolojik bireyciliğine karşın, ortak iyi, kolektif bilinç ve toplumsal sorumluluk gibi konularda birer yanıt niteliği taşırlar.
Liberalizm
19. yüzyıla ait bir kavram olan liberalizmin içi farklı açıklaması görülmektedir. Bu açıklamaların ilki cumhuriyetçilere aittir. Liberalizm yoksullaşmış ya da tutarsızlaşmış cumhuriyetçiliktir. Bu bakış açısına göre liberalizm, devlet özgürlüğü ve birey özgürlüğünü birleştiren cumhuriyetçi geleneğin, yalnızca birey özgürlüğüne dair olan yanını öne çıkartarak devletle bireyin karşılıklı ilişkisini asgari düzeye indirir. Böylece liberalizm, çağdaş dünyaya karakterini veren birey kavramını armağan etmiş olur. Cumhuriyetçi yazarlara göre, liberal geleneğin temel yapı taşlarını oluşturan anayasallık, sınırlı yönetim, özgürlük gibi kavramlar, cumhuriyetçi geleneğin Antik Yunan’a değin uzanan köklü geçmişinde içerilmektedir. Ancak özellikle 18. yüzyıldan itibaren sömürgeleşmenin sürdürülebilirliğini sağlamak isteyen Batı dünyası, devlet özgürlüğü ile bireylerin özgürlüğünü ayırt ederek bireylere bağımlı bir devlette de özgür olmanın yollarını gösteren sahte bir perspektif sunar. Böylece sömürgelerde yaşayan bireylerin özgürlük taleplerini bastırma amacı taşırlar.
Liberal düşünce geleneği, Avrupa’da feodalizmin çöküşünün ve feodal düzenin aristokratik değerlerine muhalefet eden burjuvazinin ekonomik çıkar arayışının siyasal bir uzantısıdır. Liberalizm, sınıfsal farkların konformizm adına sürdürülmesine bir karşı çıkıştır. Mutlakçı yönetimlerin iktidarlarını ilahi bir hakka dayandıran varsayımları karşısında, iktidarın kökenine bireylerin ortak iradelerini yerleştiren siyasal liberalizm, önce anayasallık, daha sonraları ise temsili demokrasi savunularıyla biçimlenerek, var olan hiyerarşik düzenin değişimine yol açan devrimci bir bakış açısı sunar. Bireysel özgürlüklerin ve hakların doğal olduğunu ileri süren liberaller, devleti de bu hak ve özgürlüklerin koruyucusu olarak görevlendirirlerken, aynı zamanda devletin, söz konusu hak ve özgürlüklere keyfi müdahalesini de anayasa ve seçilmiş iktidar aracılığıyla engellemiş olurlar.
Liberal ideolojinin siyasi temellerini ortaya koyan John Locke’u burjuvazinin sözcüsü haline getiren ve mülkiyeti de tıpkı özgürlükler gibi doğal bir hak olarak değerlendirerek, siyasal özgürlükler ve ekonomik özgürlükler arasındaki değer farkını ortadan kaldırmış olmasıdır. Özellikle liberalizmin özgürlük kavrayışının mülkiyet hakkını içererek ekonomiyle kurduğu yapısal bağlar, ileride liberalizmin, siyasal kazançlarını gölgede bırakarak, devletin ekonomik alana müdahalesinin engellenmesini talep eden ve bırakınız yapsınlar anlamına gelen laissez-faire kapitalizminin kendisiyle özdeşleşen bir sosyoekonomik düzenin savunulması olarak tanımlanmasına neden olacaktır.
Locke’un akıl yasasıyla aynı gördüğü doğa yasası dâhilinde insanlar eşit ve özgür yaşam hakkıyla üzerinde tasarrufta bulunabilecekleri mülkiyet hakkına sahiptir. Söz konusu haklar doğanın insanlara tanımış olduğu haklar olduklarından, devlet eliyle sınırlandırılamazlar. Nitekim Locke’un bu saptaması, siyasal liberalizme genel karakterini verir. En geniş anlamıyla liberalizm, kişisel hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla devletin sınırlandırılmasını öngören ideolojidir.
Liberalizmin Temel İlkeleri ve Liberal Devletin Dayanakları
Bireycilik
Liberal ideolojinin temelinde bireycilik yatmaktadır. Egemen sınıf haricinde kendine ait çıkarları ya da kişiselliği olan bireyin tanımlanamayacağı feodal düzen, insanları bağlı bulundukları aile, köy, cemaat ya da sosyal sınıflarla ayırt ederken; liberal kuram kişisel tercihler üzerine akılcı kararlar verebilecek doğal haklara sahip bireyleri, toplumsal yapının temeline alır.
Siyasal açıdan liberal kuram dâhilinde ne toplum ne de devlet, tek tek bireylerden oluşmuş mekanizmalardan öte bir gerçekliğe sahip değildir. Başka bir deyişle liberal kuram, nominalist karakter taşır. Nominalizm diğer adıyla adcılık, kavramların gerçek varlıklar olduğunu kabul eden kavram gerçekçiliğine karşıt olarak, tümel kavramların yalnızca nesnelerin adları olduğunu ileri süren bir görüştür.
Devleti tüm insanların kendi potansiyellerini açığa çıkarabilmesi için gerekli altyapıyı oluşturmakla görevlendiren modern liberaller, klasik liberal görüşte ihmal edilen ekonomik ve toplumsal eşitsizliklere karşı yeniden müdahaleci devlet tipini desteklerler. Ancak yine de ister klasik isterse modern olsun, liberallerin, bireyi, tüm toplumsal bağlarından ayrı ve kendine yeterli atomlar olarak betimlemeleri, liberalizmi, cumhuriyetçi, sosyalist ya da toplulukçu kuramlardan ayırt eden en temel niteliklerinden birini oluşturur.
Alasdair MacIntyre’a göre liberal ahlak anlayışı her şeyden önce bireyler ve onların ihtiyaç, istek ve arzularıyla ilişkilidir. Bu açıdan liberal ahlak kuralları, bireylerin birbirlerinden farklı olan kişisel ihtiyaç, istek ve arzularını yerine getirebilecekleri biçimde yansız ve tarafsız olmalıdır. Özellikle devletin ahlak yargıları karşısındaki tarafsızlığı, Will Kymlicka gibi pek çok çağdaş düşünürün çok kültürlülüğün ancak liberal bir devlette sürdürülebileceği inancını pekiştirir.
Özgürlük
Bireye vurgu yapılması liberal kuramın özgürlük anlayışını da yansıtmaktadır. Faydacı ahlak anlayışını siyasal bir kurama dönüştürerek liberalizmin temellerini atan John Stuart Mill , her bireyin kendi bedeni ve zihni üzerinde egemen olduğunu Hürriyet Üzerine adlı eserinde ifade etmiştir.
Bireyin özgürlüğü, toplum ya da devletten müdahale görmeden eylemde bulunduğu alandır. Mill’e göre bireylerin eylemlerine sınırlama getirilebilecek tek bir alan söz konusudur. Bu alan, hem Hobbes hem de Locke tarafından da dile getirildiği üzere başkasının özgürlük alanına müdahale alanıdır. Bu durumda liberal kuram açısından bir bireyin özgürlüğü, başka bir bireyin özgürlüğünün başladığı yerde son bulur. Her ne kadar ünlü eseri Leviathan’da mutlak devlete giden yolları göstermiş olsa da, Thomas Hobbes, liberal özgürlüğün ilk açık tanımını yapar. Hobbes’un, özgürlük üzerine yapmış olduğu saptamalar, liberal kuramcılara ilham kaynağı oluşturur. Özgürlüğü, devletin özgürlüğünden ayırt ederek, birey odaklı tanımlayan Hobbes’un bu kavramsallaştırması, daha sonra Benjamin Constant tarafından modernlerin özgürlüğü olarak adlandırılır.
20. yüzyılda ise, Hobbes ve Constant’ın izlerini takip eden Isaiah Berlin İki Özgürlük Kavramı başlıklı makalesiyle çağdaş dünyanın kavramsal haritasını da belirler. Berlin’in tarih üstü çözümlemesine göre özgürlüğün iki olanaklı biçimi bulunur: negatif özgürlük ve pozitif özgürlük. Pozitif özgürlük, seçtiğim şeyleri seçmeye beni yönelten müdahale ya da denetimin kaynağının ne olduğu sorusuna yanıt ararken; negatif özgürlük tanımını veren soru başkalarının müdahalesine uğramaksızın yapmakta serbest olduğum şeylerin alanını sorgular.
Sınırlı Devlet Anlayışı
Negatif özgürlük anlayışının içerisinde bireylerin önlerindeki her türden engel ve kısıtlamalardan kurtulma çabası, devletin sınırlandırılmasını şart koşar. Doğal hak ve özgürlüklerin korunmasının bir diğer yolu ise, devletin keyfi yönetimini engellemek üzere, yöneten ve yönetilenlerin aynı yasaya tabi olmalarını gerektiren anayasal yönetimlerin benimsenmesidir. Anayasa, iktidarın boyutlarını tanımlarken etkinlik alanının da sınırlarını gösterir. Anayasal yönetimlerin korunmasında iki türlü araç benimsemek mümkündür. Bu araçlardan birincisi, hukukun üstünlüğü ilkesinin anayasal düzenin temel dayanağı haline getirilmesidir. Böylece iktidarın eylemlerini ve etkinliklerini ortaya koydukları yasaların, bir üst yasa ile bağlanmış olması, anayasal yönetimlerin tipik özelliği olarak belirir. Anayasal yönetimlerin korunmasının ikinci aracı ise, modern biçimini Montesquieu’dan alan yasama-yürütme ve yargı arasındaki ayrımların korunmasıdır.
Anayasallık ilkesinin yanı sıra, demokrasi anlayışı da devlet iktidarının sınırlarını çizmede bir diğer kontrol mekanizmasını oluşturur. Demokrasi kavramı Antik Yunan’dan bu yana gelen uzun tarihi içerisinde, elbette ki pek çok farklı içerik kazanmış ve farklı uygulamalarla çeşitlenmiştir. Bu uygulamaların içerisinde kuşkusuz en başarılılarından biri liberal demokrasi anlayışıdır.
Rekabetçi ve çatışmacı bir demokrasi anlayışının sorunu, Aristoteles’ten bu yana siyaset adına en büyük tehlike olarak görülen çoğunluğun tiranlığı tehdidini barındırmasıdır. Farklı fikir ve çatışan çıkarlara sahip bireylerin bir araya toplanması, demokrasiyi, çoğunluğun çıkarlarının uygulanmasına dönüştürür. Bu açıdan liberal demokrasilerin yön verici ilkesi, Antik Yunan’ın erdemli yurttaşlarının katılımlarıyla tanımlanan katılımcı demokrasi anlayışından uzaklaştırarak, niceliksel bir çoğunluk arayışlarına dönüştürür.
Akılcılık
Liberalizmin, geleneksel düşünme biçimlerinden ve hiyerarşilerden kurtulma ideali, bireysel seçim ve kararlara duyduğu güven, aslen ardında yatan Aydınlanma projesinin bir parçası olmasıyla ilişkilidir. Liberalizmin de görünür hale geldiği 18. yüzyıl, Aydınlanma Çağı olarak da anılır. Aydınlanma, insanın batıl inançlardan, önyargılardan ve cehaletten kurtularak, tüm değerlendirmelerini aklın ışığında yapması isteğinin ifadesidir. Aydınlanmanın dünyanın ve toplumun açıklanmasında aklın yol göstericiliğine dair inancı, liberalizmin bireye ve bireyin özgürlüğüne ilişkin bakış açısını da belirler.
Aydınlanmanın en büyük armağanı olarak değerlendirilen rasyonalizmin, liberal kuramcıların kuramlarına sinen bir diğer mirası da ilerleme düşüncesine duyulan inançta kendisini gösterir. Liberal bakış açısının akla duyduğu güven, bilimsel bilgi artışıyla her geçen gün dünyanın daha fazla açıklanabileceği, bilinebileceği düşünceleriyle perçinlenir. Böylece insan aklı giderek önyargılardan, batıl inançlardan, buna bağlı gereksiz hiyerarşilerden kurtularak rasyonel biçimde örgütlenebilen bir toplumsal modeli gerçek hale getirebilir.
Hoşgörü
Bireylere tercih ettikleri iyi yaşam biçimi yaşama konusunda özgürlük tanıyan liberal düşünce geleneğinin sosyal açıdan ayırt edici niteliği ahlaki, kültürel ve siyasal farklılıkları kabul etmesidir. Devletin herhangi bir iyiyi savunmaksızın yansızlık anlayışı ve kişisel özerkliğe saygılı bir toplum yaratma amacı, bireylere farklılıklarını ortaya koyma konusunda bir alan açarken, hoşgörüyü ahlaki ve sosyal bir ilke haline getirir.
Özel ve kamusal alanları keskin çizgilerle birbirinden ayıran John Locke, kamunun bireyleri yasalara uymaya mecbur bıraktığı devlet alanı dışında kalan özel alandaki özgürlüğün teminatını hoşgörü kavramında bulur. Hoşgörü Üstüne Bir Mektup adlı yazısında John Locke, her insanın ruh iyiliği kendisine aittir ve kendisine bırakılmalıdır diyerek, kamunun zorunluluk alanı dışında kalan özel ve toplumsal alanlarda, bireye yapılabilecek herhangi bir ahlaki müdahaleyi reddetmiş olur.
Adalet
Genel olarak bakıldığında adalet, Platon ve Aristoteles’ten bu yana herkesin hak ettiğini alması şeklindeki özel bir ahlaki yargı tipini gösterir. Herkese gereken ne ise onun verilmesi, adaletin başlıca amacıdır. Liberal adalet kuramı bu ahlaki yargıyı, çeşitli bağlamlardaki eşitlik anlayışına dayalı olarak ifade eder. Adaletin yanı sıra eşitlik ve fırsat eşitliği kavramları liberal adalet anlayışının temelinde yer almaktadır.
Toplulukçuluk
Liberalizmin bireycilik ve özgürlük anlayışı karşısında toplum ve eşitliğin savunusunu yapan sosyalizmin, SSCB’nin dağılmasının ardından giderek kuramsal tartışmalar içerisindeki ağırlığını yitirmesi, eleştirel perspektifin içerisinde de bir yenilenmeye yol açmıştır. Özellikle 1980’lerden sonra sosyalizmin soyut bireycilik üzerine eleştirilerini devralan toplulukçuluk, liberalizmle yeni bir dikhotomi oluşturarak siyaset felsefesi tartışmalarına dâhil olur. Toplulukçu düşünürlerin liberalizme yönelik eleştirileri, üç başlık altında toplanabilir: antropolojik eleştiri, normatif eleştiri ve adalet-iyi tartışması.
Toplulukçuluğun Temel Eleştirileri ve Dayanakları
Antropolojik Eleştiriler
Liberaller ve cemaatçiler arasındaki tartışmanın belkemiğini aslında liberalizme yönelik normatif saptamaların eleştirisi oluşturur. Ancak toplulukçu geleneğin önde gelen isimlerinden Charles Taylor, normatif eleştirilerin kökeninde, liberalizmin bireyleri ontolojik açıdan yersiz-yurtsuz olarak tanımlamaları olduğunu ileri sürer.
Bireyleri ontolojik boyuttan bütünüyle kopartan birey düşüncesi, toplulukçulara göre antropolojik açıdan kusurlar içerir. Her şeyden önce liberal birey tarihselliğinden ve toplumsallığından kopartılmış evrensel bir figürdür. Böylesi bir antropolojinin en sert eleştirilerinden birini yapan Michael Sandel, liberalizmin bireyini etsiz-kemiksiz bir varlık, bağlanamayan köksüz bir özne ya da tamamen varoluşu bulunmayan bir ruh olarak tanımlar. Liberalizm ve Adaletin Sınırları adlı eserinde Sandel, özellikle Rawls’un hakkaniyet olarak adalet kuramını eleştirmiştir.
Toplulukçu kuramcılara göre birey sosyal kurumlardan ve değerlerden önce gelmez; aksine bireyleri yaratan içinde bulundukları sosyal kurumlar ve değerlerdir. Liberalizmin bireyinin hiçbir yerde olmayışına karşın, toplulukçuların tanımındaki birey, bir toplumda var olan bireydir ve bu birey kendisinden önce topluma karakterini veren değerlerin taşıyıcısı olan gerçek bir bireydir. Toplulukçulara göre liberallerin birey tasarımı, ontolojik açıdan bölünmüş bir yapıyı gösterir. Liberal birey tasarımında, birey akıl varlığı olarak değer bulurken, kimlik ya da benlik bütünüyle yok sayılır. Toplulukçular liberallerin bu parçalı benlik algısını bireyin tarihsel ve toplumsal içkinliğini tanıyarak giderme yolunu seçerler. Bu açıdan birey, yalnızca ahlaki ve tinsel sorunlar karşısındaki tutumuyla değil, aynı zamanda içinde bulunduğu cemaatin referansıyla tanınabilir.
Normatif Eleştiriler
Toplulukçuların, bireylerin toplumsal değerlerin taşıyıcısı olduğuna dair argümanlarının bir diğer sonucu, evrensel etiğin olanaksızlığına ilişkindir. Liberaller doğrunun iyiye üstün olduğu iddiasını taşırlar. Buna göre evrensel doğrular, toplumun iyilerine üstünlük taşır. Ancak bu iddia, toplulukçular tarafından büyük ölçüde eleştirilir. Toplulukçuluğun en tutucu isimlerinden biri olan Alasdair MacIntyre, evrensel ahlak temelinde düşünülen bireyci liberal anlayışın, bireyleri doğrulama olanaklarından da yoksun bıraktığını ileri sürer.
Toplulukçular açısından ahlaki eylem ve erdemli birey, kamusal alanda değerlerinin temsilini gerçekleştiren, yani katılımda bulunan bireylerdir. Katılım, bir toplumda bulunan farklı toplulukların ahlaki değerlerinin ve bu değerler arasındaki uyumun korunmasını ifade eder. Başka bir deyişle toplulukçular için katılım, farklı iyilerin kamusal alanda temsilidir
Adil ve İyi Tartışması
İstisnalar olmakla birlikte, kabaca yapılan bir ayrımla, toplulukçular “iyi”, liberaller ise “adalet” kavramını kuramlarının merkezine alırlar. Bu ayrıma koşut olarak liberal tutumlar ahlaksal iken, cemaatçiler erekbilimseldir (teleolojik) ya da liberaller usuli bir bakış açısına sahipken cemaatçiler daha tözsel bakış açısına sahiptir.
Toplulukçuların iyinin önceliğine dair görüşlerinin temelinde Aristoteles’in düşünceleri bulunur. Aristoteles Politika adlı eserinin hemen ilk cümlesinde her devletin iyi bir amaçla kurulduğunu ifade eder. Toplulukçuların, topluluğun tüm üyelerinin paylaştığı iyilerin bulunduğuna dair inancına karşılık, liberaller herkesin kendisini gerçekleştirebileceği ve kendilerine özgül iyilere ulaşabilecekleri bir koşulun neliğini sorgular. Liberallerin adalete merkezi önem atfeden bu bakış açıları, toplulukçular tarafından gevşek bağlarla birbirlerine bağlanmış bir topluma neden olduğu gerekçesiyle eleştirilir.
Katılım açısından toplulukçu gelenek içerisinde iki farklı bakış açısı saptanabilir. Bunlardan ilki topluluğun geleneksel değerlerinin kabulü ve benimsenmesi anlamındaki bir katılımı gösterir. Özellikle A. MacIntyre’ın temsil ettiği böylesi bir katılım, bireyin ahlaki aidiyetlerinin doğal bir sonucu olarak görülebilir. Bu anlamda katılım, topluluğun ortak değerlerinin ve iyilerinin sürdürülmesini sağlar. Ancak katılımın salt ortak iyilere yönelen böylesi bir anlamı, çağdaş dünyanın çoğulculuk idealleriyle uyumlu olmadığı gibi, özcü bir ontolojinin de önünü açması bakımından mikromilliyetçiliklere neden olur. Başka bir deyişle bireyin toplulukla özdeşleşmesi, aşırı bir yorumla, ayrımcı, çatışmacı ve totaliter perspektifleri de beraberinde getirebilir. Toplulukçular açısından katılımın ikinci anlamıysa, klasik cumhuriyetçi argümanların izlerini taşır.
Sonuç olarak liberalizm ve toplulukçuluk arasındaki dikhotomi, özellikle liberalizmin eleştirileri üzerine yönelerek Soğuk Savaş döneminde tartışmaya açılamayan pek çok kavramın sorgulanmasına neden olur. Bu durum liberal söylemi değişime uğratır. Ancak bu süreçte değişime uğrayan yalnızca liberal söylem de değildir. Toplulukçuluğun başlangıçta salt eleştiriyle yola çıkması ve ortaya bütünlükçü projeler koyamaması büyük bir sorun olarak belirir. Bu nedenle yakın zamanlara gelindiğinde toplulukçu söylem, çoğu kez cumhuriyetçiliğin diline sığınarak siyasal proje üretmeye koyulur.
Dünyadaki sağlık sistemlerinin genel amacı, sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliği ve hizmetlerden eşit yararlanmayı sağlayarak kişilerin yaşam kalitelerini ve oluşmaktadır. Bu şekilde standartlaştırmayı sağlamak amaçlanmaktadır.