SİYASET SOSYOLOJİSİ - Ünite 8: Siyasal Yabancılaşma ve Yeni Toplumsal Hareketler Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Siyasal Yabancılaşma ve Yeni Toplumsal Hareketler

Giriş

Endüstri devrimiyle birlikte 18. yüzyılda Batı Avrupa’da başlayan ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişmelere paralel olarak insanların kentlere göç etmesi “birey” olgusunun yeniden tanımlanmasına olanak tanımıştır. Serflik sisteminin dağılması, Rönesans’ın ve şüpheci, sorgulayan ve akılcı felsefe anlayışının etkisi ile “birey” olgusu tanımlanabilmiştir. Endüstri devriminin yanı sıra Fransız devriminin etkin aktörleri olan burjuva sınıfının elinde bulundurduğu ekonomik gücü savaşlar, yeni teknolojik keşifler uğruna harcaması, onları aristokrasiye karşı başlattıkları savaşta galip kılmış, köylü isyanları sırasında elde edilen mücadele deneyiminin “birey” olgusunun “yurttaş” olgusuna dönüştürülmesini sağlamıştır.

Göç ile birlikte insanlar kentlerde daha organize, heterojen ve bürokratik ağlarla çevrili, iş bölümüne ve uzmanlığa önem veren bir toplumsal yapıya uyum sağlamaya başlamıştır. Gelenekselden kopuş beraberinde akrabalık ilişkilerinin ve ait olunan topluluklarının çözülmesini getirmiş, bireylerin toplumsal ve siyasal varlıklarını sorgulamalarına neden olmuştur. Bireyleri yer yer iktidar güçleriyle karşı karşıya getiren bu mücadele, “yabancılaşma” ve “toplumsal hareketler” gibi iki önemli sorunsalı siyasal sosyolojinin tartışma alanına taşımıştır.

Yabancılaşma ve Anomi

Latincede “yabancılaşmak, yabancılaştırmak, başkalaştırmak” anlamlarına gelen “alieno” sözcüğünden türeyen, İngilizce ve Fransızcada “alienation”, Almancada “Entfremdung” olarak karşılık bulan yabancılaşma kavramı üzerinde farklı tartışmalar yapılmıştır. Bireylerin, grupların ve toplumsal sınıfların “kendiliklerinden” yabancılaşmadıklarını, aksine bir sistemin zorlamaları ile yabancılaştırıldıklarını ifade eden Coşkun San’ın görüşüne ek olarak yabancılaşmayı “bireyin kendisi ile dikkat çeken bazı toplumsal olgular arasındaki habersizliğe, bozukluğa ya da uzaklığa karşı aldığı tavır” olarak tanımlayan yaklaşımlar da bulunmaktadır. Yabancılaşma terimini ilk kez kullanan Friedrich Hegel, yabancılaşmayı insanın fiziki ve ruhi varlığı arasındaki ayrım sonucu ortaya çıktığını ifade eder.

“Yasasızlık” anlamına gelen “anomous” sözcüğünden türemiş “anomi”, kuralları geçerliliğini yitirmiş ve herkes tarafından benimsenecek kurallar yaratamamış bir toplumda, bireyleri bütüne bağlayan bağların kopması olarak tanımlanabilir. Karl Marx anomiyi organlar arasındaki ilişkinin düzensizliği olarak açıklar ve bu bağlamda yabancılaşmayı emeğin, nesneleşerek işçi sınıfından bağımsızlaşması şeklinde nitelendirir ve gelişen “iş bölümü” ve “özel mülkiyet” anlayışının işçiyi kendi emeğine yabancılaştırdığını savunur. Robert Merton anomiyi, bireyin toplumsal yapı tarafından oluşturulan kültürel hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılabilecek kurumsallaşmış araçlara güvenin ve inancın azalması olarak yorumlar. Emile Durkheim ise anomiyi, geleneksel değerlerin ve kuralların zayıfladığı veya tahrip edildiği bir kuralsızlaşma durumu olarak niteler. Buna göre, geleneksel toplumların “mekanik dayanışma modeli”nin yerini iş bölümünün ve mesleki uzmanlaşmanın, profesyonelleşmenin, bürokratik örgütlenmenin ağırlık kazandığı ve farklı meslek gruplarının birbirlerinin eksiklerini tamamladığı modern toplumların “organik dayanışma modeli” alır. Bu durumun sonucunda, bireyler yetersiz oldukları konulardan dolayı bir “kayıtsızlık” yaşarlar ve toplumsal sistemden uzaklaşarak ortak inanç ve değerlerini yitirmeye başlarlar; böylece, anomi durumu ortaya çıkar.

Siyasal Yabancılaşma

Yabancılaşma olgusunun siyasal yapıya yönelmiş biçimi olarak tanımlanabilecek siyasal yabancılaşma kavramı, Türker Alkan ve Doğu Ergil tarafından bireyin siyasallaşmış olan değerleriyle siyasal sistemin ileri sürdüğü değerler arasında bir çelişkinin bulunması olarak ifade edilir ve “yabancılaşma” ve “anomi” kavramlarının toplumsal yaşama olan etkisinin siyasi görüşlere de yansıyacağını belirtir. Bu durum siyasal ilgisizlik ya da sistem dışı eylemlere başvurma şeklinde dışa vurulabilir. Böylelikle, Murray Levin siyasal yabancılaşmanın dört görünümünü “güçsüzlük”, “anlamsızlık”, “normların zayıflaması” ve “kayıtsızlık ilkeleriyle açıklarken, Seeman yabancılaşmayı “güçsüzlük”, “güvensizlik”, “anlamsızlık” ve “tecrit eğilimi” olarak ele alır. Siyasal yabancılaşma araştırmaları, ilkin seçmenlerin eğilimlerini ve ona siyasal sistem içinde sunulan seçenekler karşısındaki davranışlarını tespit etmek, ikinci olarak, seçmenlerin siyasal önderlere ve onların temsil ettikleri idari rejimlere ilişkin desteğinin derecesini öğrenmektir. Yabancılaşmada ekonomik, kültürel ve siyasal koşulların yanı sıra farklı kişilikler ve mizaçlar da rol oynar. Bu noktaya paralel olarak, siyasal yabancılaşmanın da cinsiyet, yaş, sosyoekonomik statü, kitle iletişim araçları kullanımı bireylerin ekonomik, kültürel ve demografik durumlarına bağlı olarak değişiklik gösterebileceğine ilişkin görgül araştırmalar yürütülmüştür. Bu araştırmalar kişilerin oy verme pratiklerini de kapsamaktadır. Tüm bu araştırmaların sonucunda yabancılaşan bireyler, John Horton ve Wayne Thompson’ın belirttiği üzere kendilerini geri çekerek protesto oylamalarıyla ifade edebilirler. Bu görüşün aksine Gamson ve Eduard Ransford ise yabancılaşan gruplar siyasal şiddete yolu ile siyasetin bir parçası haline gelebilirler.

Toplumsal Hareketlerin Tarihsel Önemi

Siyaset sosyolojinin ilgi odaklarından birisi de “toplumsal hareket”ler kavramıdır. Toplumsal hareket tanımı herkes için aynı anlam ifade etmemekte, kişiden kişiye göre farklılık göstermektedir. Örneğin kimileri Amerika Birleşik Devletleri’nde 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan siyahilerin haklarını aramalarıyla başlayan sivil haklar hareketini bir toplumsal hareket olarak görürken, kimileri de I. Dünya Savaşı öncesinde faaliyetlerine hız veren Alman Nazi Partisinin yani ırk ayrımı teziyle iktidara gelmiş bir siyasi partinin faaliyetlerini toplumsal hareket olarak görebilmektedir. Politik bir görüngü olarak ele alındığında üç farklı unsurla açıklanabilecek toplumsal hareket, ilk olarak, radikal şekilde yeni bir toplumsal düzen kurmak isteyen bir grup insana gönderme yapmaktadır. İkinci olarak, bir toplumsal hareket geniş çapta çeşitliliğe sahip, farklı kültürlerden ve sınıflardan gelen “sıradan insanların” politik eylemi olarak ortaya çıkar. Son olarak toplumsal hareketler bina işgalleri, iş boykotları ve caddelere barikatlar kurmak gibi kutuplaşmalar yaratan ve düzeni bozan taktiklere başvurabilir.

Birçok Kuzey Amerikalı ve Batı Avrupalı bilim adamları toplumsal hareketlerin beli başlı bazı yöntemler aracılığıyla toplumu yeni bir düzene sokmaya çalışan basit insanlar topluluğu olarak değerlendirirler. Ayrıca toplumsal hareketlerin toplumun dönüşümünde etkili olup olmadığı ya da bu hareketlerin hareket dışındaki insanlar için de yararlı olup olmadığı konusunda heniz bir fikir birliğine varmış değillerdir.

Sosyolog Robert Park, 20. Yüzyılın başlarında toplumsal hareketleri evrimsel bir çerçevede ele almış, onları daha sonraki kuşakların sıklıkla ve yararlı bulacağı birtakım politik ve kurumsal mirasların taşıyıcısı olarak değerlendirmiştir. Park, bir toplumsal hareketin tarihsel etkisinin, toplumsal hareketi yönlendiren liderlerin ütopik düşünceleriyle ters orantılı olduğunu iddia etmiştir. Ancak bunun yanında Park Fransız devrim hareketine katılanların isteklerinin, tersine bir karşı devrim hareketini etkilediğini de görüşlerine eklemektedir.

Park’ın olumsuz bir anlamda nitelediği “kalabalıklar hareketi” (crowd movements) bazı düşünürler tarafından eleştirilmiş, bu tür hareketler aşağılık, yasa tanımaz ve anti demokratik özellikleriyle tanımlamışlardır.

Toplumsal Hareketlerin Teorileri

Toplumsal hareketler ile ilgili çalışmalar 1930’lu yıllarda yükselmeye başlayan ve İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ve hatta 1960’lara uzanan işçi hareketlerine uzanmaktadır. Bu tarihlerde Avrupa’da görülen toplumsal hareketler daha çok işçi hareketleridir ve büyük bir çoğunluğu Marksist düşünceden etkilenmişlerdir. Bunun sebebi de devleti yöneten iktidarların faşist ideoloji ile hareket etmesi ve bu yöndeki faaliyetlerden yaşanan acı tecrübelerdir. Bu acı tecrübeler toplumsal düzenin üzerinde olumsuz etki gösterdiğinden dolayı yeni düzene odaklı toplumsal hareketlerin kıvılcımları atılmıştır. Ancak daha sonraki dönemde olan olaylar Marksist düşüncenin etkili olduğu işçi hareketi odaklı toplumsal hareketlerin karakterini değiştirmiştir. Çünkü sosyalist iktidarlar devletin yönetimini ele geçirdiklerinde başarısızlık elde etmiş ve Sovyetler Birliği Çekoslovakya ve Macaristan’da yaşanan muhalif toplumsal hareketleri güç kullanarak bastırmıştır.

Karl Marx işçi sınıfının egemenliğini sosyalist hareketlere bağlarken Antonio Gramsci’ye göre sosyalizme geçiş sürecinde toplumsal her hareket devrim amacı gütmemekle birlikte hem işçi sınıfının hem de sivil toplum aydınlarının toplumu ideolojik bir dönüşüm sürecine yönlendirmesiyle başarılabilmektedir.

Geleneksel toplum yapısına başkaldıran 1968 öğrenci eylemleri toplumsal hareketler çalışmalarını Marksist bağlamdan koparmaya başlamıştır. Buna göre yeni toplumsal hareketler endüstriyel toplumdan post endüstriyel topluma geçişle birlikte kültürel ve kimliksel özellikler taşıyan hareketlere odaklanır. Keynesçi ekonomilerin ve sosyal devlet anlayışının yerini neoliberal, serbest piyasa ekonomilere bırakmıştır. Yeni toplumsal hareketler yaklaşımlarından birisi Mancur Olson’un toplumsal hareketleri, bireylerin kendilerine fayda sağlayacağı takdirde katılacakları eylemler olarak tanımlamasıdır. Bir diğeri olan “göreceli yoksunluk” teorisi ise toplumda çeşitli konularda yoksunluk yaşayan bireylerin oluşturduğu kolektif bir harekettir. 1960’lı yıllarda birlikte işçi, öğrenci ve kadın hareketlerinin hız kazanması, kimlik politikalarını ve kültürel-politik talepleri ön plana çıkarmıştır. Buna paralel olarak seksenlerle birlikte çoğulcu demokrasi kavramı ve bireysel kimlikler önem kazanmıştır. Bu dönüşümün sebepleri, teknolojik gelişmelerin ve endüstriyel büyümenin yarattığı sorunların kapitalizmi yeniden örgütlemesi, üretim yapısında esnek üretime geçilmesi, sınıf çatışmalarından farklı olarak yeni toplumsal çatışmalara bırakması, hizmet sektörünün imalat sektörü aleyhine büyümesi olarak sıralanabilir.

20. yüzyılın ikinci yarısının başları, işçi, öğrenci, kadın, engelli gibi azınlık ve dezavantajlı grupların toplumsal hareketleriyle geçen bir dönem olmuştur. Bu hareketler daha çok kimlik odaklı başlamıştır ve toplumda farkındalıklarını hemen yasal zemine hem de psikolojik zemine oturtmak için çabalamışlardır.

1960’larda Fransa’da Alain Touraine’in başını çektiği “yeni toplumsal hareketler teorisi”ne göre Avrupa toplumları endüstriyel toplumla endüstrileşme sonrası toplum arasında bir geçiş aşamasındadır ve bu aşama içerisinde işçi hareketleri 20.yy. başında sahip olduğu merkezi rolünü toplum içinde yavaş yavaş kaybetmekte ve yerini, sınıfsal ideolojiler etrafında şekillenmeyen, daha kültürel içerikli toplumsal hareketlere bırakmaktadır.

ABD’de gelişen “kaynakların seferberliği teorisi” ise toplumsal grupların neden toplumsal hareket oluşturduklarıyla değil, bu toplumsal hareketlerin “nasıl” oluştuğu, geliştiği, başarılı olduğu ve gerilediği ile ilgilenmiştir. Sidney Tarrow’un “Siyasi Süreç” teorisi kaynak seferberliği teorisine toplumsal hareketler ile siyasal sistem arasındaki etkileşim sorunsalını da eklemlemiştir.

Küreselleşme ve Toplumsal Hareketler

Küreselleşme tartışmalarının başlamasıyla neoliberal ideoloji sosyal haklar, çevre ve ekonomik gelişim üzerinde dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan ortak bilinç dünyanın farklı bölgelerinde toplumsal hareketler eylemlerini günümüzde de tetiklemektedir. Dolayısıyla küreselleşmenin sonucu olan bu ortak bilinç dünyanın farklı bölgelerinde meydana gelen toplumsal hareketlerin de birbirine benzemesi sonucunu yaratmaktadır.

Günümüzde küreselleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin açıklanması için yeni teorilere ihtiyaç duyulmakladır. Lelandais’e göre bu ihtiyaç bazı sosyal bilimcilerin ortaya attığı “ulus-ötesi ağlar teorisi” ile giderilebilir. Bu teoriye göre küreselleşme hem yerel hem de ulus ötesi hareketlenmelere etki eder. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan ve benzer sorunlara sahip olan insanlar, bu sorunları aynı yöntemlerle çözmeye çalışırlar. Ulus-ötesi ağlar oluşturarak gelişen toplumsal hareketler bir yandan katılımcıları belli bir hedefte toplarken, diğer yandan da kendine özgü bir kimlik oluşturmaya çalışmaktadır.