SİYASİ DÜŞÜNCELER TARİHİ - Ünite 5: 17. Yüzyıl İngiliz Devrimleri: Modern Devletin Biçimlenişi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: 17. Yüzyıl İngiliz Devrimleri: Modern Devletin Biçimlenişi

Thomas Hobbes: Ölümlü Tanrı

Thomas Hobbes, (1588-1679)siyasal iktidarı başka hiçbir yazarın yapamadığı ölçüde büyük bir güçle temellendirmiş ve mutlak iktidarın zorunluluğunu tutarlı bir biçimde ortaya koyup savunmuştur. Hobbes’un kuramında beliren mutlak iktidar, gerçekte modern devletin takendisidir.

1640 Devrimi olarak bilinen ancak dokuz yıl boyunca bir iç savaş şeklinde süren olayların kökeni, 1603’te Stuart Hanedanı’nın İngiltere tahtına çıkmasına kadar geriye götürülebilir. Bu hanedanın ilk iki kralı olan I. James ile I. Charles, “kralların kutsal hakkı” kuramını benimsemişlerdi, dolayısıyla mutlak monarşiye eğilim gösteriyorlardı. Kralların yönetme hakkının Tanrı’dan geldiği, bu nedenle kralların bu yeryüzünde hiç kimseye karşı sorumlu olmayıp sadece Tanrı’ya hesap verdiklerini savunan kuramdır. Bu tutumları, ticaret burjuvazisinin önderliğinde giderek genişleyen bir muhalefetin oluşmasına yol açtı. 1640 yılına gelindiğinde, I. Charles, İngiliz-İskoç Savaşı’nın yol açtığı mali sorunlara çözüm bulmak amacıyla parlamentoyu göreve çağırmak zorunda kaldı; böylece devrim ateşini yakacak kıvılcım da çakılmış oldu.

Parlamento’nun burjuva temsilcileri kraldan çeşitli isteklerde bulundular.

a) Hükûmetin baskıcı yönetim anlayışını terk etmesi
b) Kralın sürekli bir ordusunun olmaması
c) Ağır ve haksız vergilerin kaldırılması
d) Kralın ticaret ile sanayinin gelişmesini engelleyen düzenlemelerine son verilmesi
e) Krala bağlı Anglikan Kilisesi’nin üstünlüğünün kaldırılıp dinsel özgürlüğün sağlanması.

I. Charles, bu talepleri geri çevirmekle kalmadı, hatta tümüyle uzlaşmaz bir tutum takındı. Bunun üzerine 1642’de, kral ile Parlamento arasında savaş patlak verdi. İç savaş, 1648’de kraliyet ordusunun yenilgisiyle son buldu ve Kral I. Charles esir alındı.

Devrimci ticaret burjuvazisi kendi çıkarları ile çiftçilerin, küçük köylülerin, zanaatkârların ve kalfaların çıkarlarını özdeşleştirerek bir sınıflar ittifakı kurmayı başardı.

Savaşın başlangıcında hiç kimse, I. Charles’ı devirmek, hele hele krallığa son vermek gibi bir düşünceye sahip değildi. Fakat 1640 Devrimi’nde de olayların zorlamasıyla başlangıçta öngörülemeyen çok daha aşırı bir noktaya gelindi. I. Charles Parlamento tarafından yargılanıp suçlu bulundu ve 30 Ocak 1649’da kafası kesilerek idam edildi. Kralın idamının ardından İngiltere’de Commonwealth adı altında Cumhuriyet kuruldu ama aslında söz konusu olan Oliver Cromwell’in başında bulunduğu bir diktatörlüktü. Cromwell’in ölümünden sonra, 1660’ta krallık geri geldi.

Thomas Hobbes, De Cive (Yurttaş Üzerine) ve Leviathan adlı yapıtlarıyla kendisinden önce hiçbir düşünürün başaramadığı bir işi gerçekleştirip siyaset bilimini (ya da kendi deyişiyle siyaset felsefesini) kurduğunu ileri sürer. Ona göre siyaset felsefesinin amacı, toplumda savaşa ve barışa yol açan nedenleri saptayarak kalıcı bir düzen ve barış ortamının kurulmasına katkıda bulunmaktır. Hobbes, devletin ne olduğunun ve nasıl işlediğinin anlaşılabilmesi için “ayrıştırıcı-birleştirici” yöntemin kullanılması gerektiğini belirtir. Devlet parçalarına ayrıştırılmalı, bu parçaların eylemleri ile kendi aralarındaki ilişkiler incelenmeli, sonra da parçaların birleştirilmesiyle devlet yeniden kurulmalıdır.

Devletin parçaları, insanlardır. İlk önce insan doğasının, ardından insanlar arasındaki ilişkileri sergilemek amacıyla da doğa durumunun ne olduğunu ortaya koymakla işe başlar.

Hobbes’a göre insan, her zaman hazza, yaşamını iyi bir şekilde sürdürmesini sağlayan şeylere doğru yönelen, buna karşılık elemden, acıdan, yaşamına zararlı olan şeylerden kaçınan bencil bir yaratıktır.

İnsanın konuşmak ve geleceği düşünmek olan iki özelliği vardır. İnsan, sözcükleri keyfî ve iradi bir biçimde oluşturarak konuşmayı yaratır. Konuşma sayesinde de aklını geliştirir, neden-sonuç ve sonuç-neden ilişkileri kurmaya varacak denli akıl yürütme becerisi elde eder. Aynı şekilde geleceği düşünmek de aklın kullanılmasını gerektirir. Bu iki özellik, ilk aşamada birbirleriyle çatışmaya, ikinci aşamada ise birbirleriyle anlaşıp barışı sağlayacak siyasal toplumu kurmaya yöneltecek bir işleve sahiptir.

Hobbes, betimlediği doğa durumunun mantıksal bir varsayım, bilimsel bir kurgu olduğunun altını çizer. Ancak yine de ona belli bir tarihsellik, bir gerçeklik de atfeder. Doğa durumu, insanları düzene sokup barışı gerçekleştirecek merkezî bir iktidarın, bir egemenin olmadığı bir ortamdaki insanların yaşam koşullarının kapkara bir tablo şeklinde sergilenmesidir. Hobbes’a göre insanlar, mutlak bir yalnızlık içinde, diğerlerinden bütünüyle kopuk bir şekilde yaşamazlar; aralarında ilişkiler vardır. Doğa durumu, Hobbes’un homo homini lupus (insan insanın kurdudur) şeklinde kısaca formüle ettiği bir savaş durumudur.

Savaş durumunu doğuran nedenler zinciri şöyle sıralanabilir:

  • İnsanlar doğa durumunda eşittirler. Doğal eşitlik, insanların birbirlerini öldürebilme eşitliğidir.
  • Doğal eşitlik, haz peşinde koşup aynı şeylere arzu duyan insanların birbirleriyle sürekli bir rekabet dolayısıyla bir düşmanlık içinde bulunmalarıdır.
  • Her insan kendi düşüncelerinin doğru olduğunu kabul eder ve üstünlüğünü kabul ettirebilmek, saygınlık ve onur kazanabilmek için diğerlerine savaş açmaktan kaçınmaz. Eşitliğin ve rekabetin sonucu karşılıklı bir güvensizliktir.

İnsanların eşitliğinden ve Hobbes’un üç temel neden dediği “rekabet, güvensizlik ve onur” yüzünden savaşın hüküm sürdüğü doğa durumu, çeşitli özellikleri içinde barındırır.

  • Doğa durumu, uygarlığı ve toplumu içermez. Yazıdan sanata ve ticaretten bilime kadar uygarlığa özgü her şeyden yoksundur.
  • Doğa durumunda ahlaki değerler ve hukuk kuralları bulunmaz.
  • Doğa durumunda mülkiyet bulunmaz.
  • Doğa durumundaki tek hak, doğal haktır. Hobbes’a göre, doğal olan bedensel ve zihinsel güçler ile yapay güçlerin toplamı bir insanın erki, kudreti anlamına gelir.
  • Doğa durumu erk artırımına yol açar. İlişkilerde tek belirleyici güç, erk olunca, rasyonel hesap yapan insanlar tek çıkar yolun erklerini artırmak olduğu sonucuna varırlar. Çünkü her insan için yaşam güvenliğinin şimdi ve gelecekte sağlanması, birer tehdit unsuru olarak görülen diğerlerinin boyunduruk altına alınmasına, hatta yok edilmesine bağlıdır. Bu da daha fazla gücün olmasını gerektirir. Ama eldeki erki korumak için de daha fazla erke sahip olunmalıdır.

İnsanları birleştirerek ortak bir siyasal iktidara boyun eğmeye götüren neden, ölüm yani başkaları tarafından öldürülme korkusudur. Herkes akılları sayesinde barış koşullarının ne olduğunu gösteren doğal yasalara ulaşırlar. Hobbes’a göre “doğal yasa, akılla bulunan ve insanın kendi yaşamı için zararlıya da yaşamını koruma yollarını engelleyici olanı yasaklayan bir genel kuraldır.”

Hobbes’un Leviathan’da “başkalarının sana ne yapmalarını istiyorsan, sen de onlara onu yap ” cümlesiyle özetlenebileceğini söylediği doğal yasaların ikincisi, insanların anlaşarak siyasal toplumu yaratmaları olduğunu açıkça dile getirir.

Sözleşme, aralarında eşitlik bulunan ya da birbirlerini eşit olarak gören insanlar arasında yapılır. Böylece Hobbes, devleti “doğal eşitlik” ilkesi üzerine kurarak, klasik siyaset felsefesini baş aşağı eder. Toplum sözleşmesi Leviathan’da şöyle tanımlanmaktadır: “Bu [sözleşme]oydaşmadan ya da uzlaşmadan fazla bir şeydir; herkes herkese, senin de hakkını ona bırakman ve onu bütün eylemlerinde benim yaptığım gibi yetkili kılman koşuluyla, kendimi yönetme hakkımı bu adama ya da bu kurula bırakıyorum ve onu yetkili kılıyorum, demişcesine, herkesin herkesle bir ve aynı kişide gerçekten birleşmesidir.

Egemeni yaratan sözleşmenin teorik düzeyde çeşitli özellikleri ve sonuçları vardır:

  • Toplum sözleşmesi, tarihsel bir gerçekliğe sahip değildir. Doğa durumu gibi bir kurgudur.
  • Sözleşme, devletin uyrukları (ya da yurttaşları) olacak bireyler arasında oybirliğiyle gerçekleştirilir.
  • Bireyler, sözleşme esnasında doğal haklarından yani güç kullanma haklarından vazgeçerler ve ayrıca yaratılan egemene itaat etme sözü verirler.
  • Sözleşmeyle birlikte eşitlik ortadan kalkar. Diğer insanlardan çok üstün olan egemenin, onlara, eşitlikten beslenen” rekabet, güvensizlik, onur” nedenleri dolayısıyla kötü, düşmanca davranması söz konusu olamaz.
  • Hobbes’un toplum sözleşmesi, iki zamanlı ya da iki aşamalı bir sözleşmedir. Birinci aşamada, bireyler tarafından devlet yaratılır. İkinci aşamada ise yine bireyler bu kez oyçokluğu ile kimin ya da kimlerin egemen olacağına karar verirler azınlıkta kalanlar bu sözleşmeyi kabul etmek zorundadırlar.
  • Sözleşmenin ikinci aşamasında devletin biçimi belirlenmektedir. Hobbes’a göre devlet, monarşi, aristokrasi ve demokrasi olan üç biçimden birini alabilir. Ancak Hobbes kişisel olarak monarşiyi tercih eder.
  • Devlet, varlığını salt gücüne dayanarak sürdürmez. Halk egemenin içindedir.
  • Toplum sözleşmesi sürekli yinelenir. Yurttaşlar egemeni her eyleminde temsilcileri olarak yetkilendirdikçe sözleşme sürekli bir biçimde yeniden yapılıyor demektir.
  • Sözleşmeden doğan devlet, egemenlikle bezenmiştir.

Egemenlik devlete içkindir, devletin özünü oluşturur. Auctoritas ile potestas’ ın tek bir merkezde toplanması olan egemenliğin dört önemli özelliği vardır:

  • Egemenlik bağımsızdır, birdir, mutlaktır ve ondan daha üstün bir erk yoktur. Hiçbir yükümlülük altında olmayan egemen, tüm siyasal iktidarı, tüm kamusal gücü elinde toplamıştır ve ülkede onu sınırlayabilecek bir başka güç yoktur. İnsanların kendi yarattıkları mutlak siyasal iktidarı sınırlamaya kalkışmaları anlamsızdır. Çünkü bu sınırlama işlemi birden fazla iktidar odağının ortaya çıkmasına yol açar ki bu doğa durumuna yani savaş ortamına geri dönmeleri demektir.
  • Egemen erk süreklidir. Egemen olan doğal kişi ya da kişilerin ölmesiyle egemenlik yok olmaz.
  • Egemen erk bölünmezdir. Devlet erkinin farklı güçlere dağıtılmasının reddedilmesidir.
  • Egemen yasama gücüne sahiptir ve yaptığı yasalarla bağımlı değildir. Egemen, yasaları yapıp yasalarla yönetir. Dolayısıyla hukuk, egemenin aklından, iradesinden kaynaklanır. Beğenmediği yasaları yürürlükten kaldırmak, yerlerine yenilerini yapmak hakkına sahiptir.

Hobbes’a göre pozitif yasaların çeşitli özellikleri bulunmaktadır:

  • Yasa, egemenin iradesinden kaynaklanan pozitif yasa ise de doğal yasaya aykırı olamaz; barışı, güvenliği amaç edinir.
  • Sadece pozitif yasa zorlayıcı güçle donanmıştır; uyrukları eylemden önce bedensel olarak uymaya zorlar.
  • Haksız, adaletsiz yasa diye bir şey söz konusu olamaz.
  • Yasanın yurttaşların bilgisine sunulması, yani ilan edilmesi gerekir.
  • Yasa geriye işleyemez.
  • Yasa açık ve gerekli olmalıdır.

Egemenin haklarının başında, yaptığı yasaların iyi bir biçimde uygulanmasını sağlamak (yani yürütme gücü) ve bu yasalarla ya da olaylarla ilgili olarak ortaya çıkabilecek bütün anlaşmazlıkları dinleyip karara bağlamak (yani yargı gücü) gelir. Savaşa ve barışa egemen karar verir. Ayrıca egemen, para basmak, vergi toplamak gibi kamu maliyesine ilişkin haklarla da donanmıştır. Toplumda soyluluk gibi paye ve unvanların dağıtılması yine egemenin tekelindedir. Hobbes, egemene fikirleri denetleme, düşünceler üzerinde bir çeşit sansür uygulama hakkı tanır.

Egemen bireysel düşüncelere karışmaz. Egemenin bir diğer yetkisi mülkiyeti tanımlayıp belirlemektir. Son olarak Hobbes, dinsel alanı, ülkedeki kilise’yi egemene bağımlı kılar. “Devlet içinde devlet olamaz” görüşünü benimseyip biri ruhani diğeri dünyevi olan iki ayrı alanın ve iktidarın bulunmadığı sonucuna ulaşır. Papalığın egemene bağlı kilise üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. Ülkedeki din adamları egemenin memurlarıdır ve dinsel konularda son sözü söyleme hakkı egemendedir.

Egemenin görevleri tek bir cümlede özetlenebilir: “Halkın esenliği enyüce yasadır.” Aslında bu, egemenin temel görevidir ve devletin yaratılış amacını ifade etmektedir. Egemenin bir diğer görevi, halkı eğitmesidir.

Ayrıca egemen yoksullukla savaşmalı, halkın refahını artırmalıdır. Bu amaçla devlet yeni iş alanları açmalıdır.

Çalışamayacak durumda olan yurttaşları ise bir tür “işsizlik sigortası”na bağlamalıdır. Bunların dışında, mülkiyeti korumalı ve aşırı, haksız kazançlar ile tekelleşmelere izin vermemelidir.

Egemenlik hakkını korumak da egemenin görevlerinden biridir. Egemen devleti yaratan sözleşmeyi bozamaz, çünkü sözleşmenin taraflarından biri değildir. Egemenlik mutlak olduğundan erkini bölemez ya da devredemez.

Hobbes, genel olarak özgürlüğü hareketin karşısında bir dış engelin bulunmaması olarak tanımlar. Sözleşmeyle devletin kurulmasının ardından bireyler uyruk hâline gelirler. Egemen bireylerin önünde çok önemli bir engeldir.

Birey yasalara itaat ederek yasaların kendine tanıdığı eylemleri başka insanlar tarafından engellenmeden özgürce yapabilmektedir. Bireyin devlet ile olan özgürlük ilişkisi hep aynıdır: Yasalara mutlak itaat etmelidir.

Birey, sözleşmenin amacına aykırı gördüğü egemenin buyruklarını yerine getirmemekte özgürdür. . Ancak, bir tür “kişisel direnme hakkı” anlamına gelen bu özgürlüğün pratik olarak bir yararı yoktur. Çünkü egemen, yaşamını korumak amacıyla kendisine karşı koyan uyruğunu kolayca öldürebilir.

Son özgürlük, yasaların suskun kaldığı alana ilişkindir. Devlet, bireylerin özel yaşamlarına ya da kamusal alan dışında kalan sivil topluma karışmamakta, bunu düzenlemeye kalkışmamaktadır.

Hobbes’un kuramıyla ortaya koyduğu devlet “demokratik meşruluk”la donanmıştır. Ayrıca toplum sözleşmesi, devlete “rasyonel meşruluk” da kazandırır. Devletin sadece oluşum düzleminde meşru olarak görülmesi yeterli değildir; ayrıca işleyiş düzleminde de meşru olarak kabul edilip ona sürekli itaat edilmesi gerekir. İşte devlet, kuruluşunun amacı doğrultusunda görevlerini yerine getirerek bu meşruluğunu da sağlamaktadır.

Modern devlet, siyasal iktidarı kişisel olmaktan çıkarıp kurumsal ve merkezî bir şekilde örgütleyen, meşruluğunu kendi içinde bulan ve yurttaşlarının kendisine gönüllü olarak itaat etmesini sağlayan egemenlikle bezenmiş üstün bir erktir.

John Locke: Siyasal Liberalizm

John Locke bir devrim dönemi düşünürüdür. Devrimden sonra İngiltere’de kurulan siyasal yapıyı teorik olarak doğrulamayı amaçlamıştır.

1688 Devrimi’nin çok ciddi sonuçları olmuştur:

  • Dinsel alan: Çatışmalara son veren istikrarlı bir dönem içine girildi. Anglikan Kilisesi’nin siyasal iktidar üstündeki gücü tümüyle kırıldı ve dinsel hoşgörü ile özgürlük taleplerini karşılamaya yönelik adımlar atıldı. Böylece laiklik ve sekülerlik zihniyetinin toplumda yer etmesi için gerekli olan zemin oluşmaya başladı.
  • Ekonomik alan: Özel mülkiyet ve her türlü iktisadi girişim devletin keyfî müdahalelerinden kurtarıldı. Finans dünyası bir canlılık içine girdi, bankanın kredileri sayesinde ticaret ile sanayiye önemli kaynak aktarımı oldu. Ayrıca yine bu kredilerle büyük bir kraliyet donanması kuruldu. Teknolojik gelişmeler ve buluşlar devlet tarafından teşvik edildi. Böylece Sanayi Devrimi’ne kapı açıldı.
  • Siyasal alan: Parlamento, 1689’da “Haklar Yasası”nı kabul etti. Kralın yasaları yürürlükten kaldırma yetkisi elinden alındı, Parlamento’nun izni olmadan vergi ve asker toplaması engellendi, yargısız tutukluluk hâline son verildi ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere bireysel haklar tanındı. İngiltere anayasal monarşi haline geldi.

1640 Devrimi’nin son yıllarında ortaya çıkan ve iktidarı ele geçiren Cromwell tarafından bastırılan iki siyasal hareketten ilki olan Düzleyicilerin önderleri John Lilburne ile Richard Overton’ dur. Düzleyicilerin savunduğu görüşler şöyle özetlenebilir:

  • Halk her bakımdan özgür olmalıdır.
  • Gelenekler nedeniyle var olan tüm toplumsal farklılıklar yok edilmelidir. Hukuki eşitlik sağlanmalıdır.
  • Bireylerin doğuştan sahip olduğu devredilmez haklar, özellikle mülkiyet hakkı güvence altına alınmalıdır.
  • Siyasal haklar mülkten bağımsız olmalıdır. Genel oy ilkesi benimsenmeli ya da en azından çok küçük bir mülkiyet seçme ve seçilme hakkının kıstası olarak saptanmalıdır.
  • Halkın temsilcilerinden oluşan Avam Kamarası üstün bir konuma getirilmelidir. Ancak kişi hak ve özgürlükleri, bir anayasal sistem sayesinde Parlamento’ya karşı da korunmalıdır. Eğer bu haklar çiğnenirse halkın direnme hakkı olmalıdır.
  • Toplumsal ve siyasal yaşam Kilise’nin kurallarından bağımsız kılınmalı ve dinsel hoşgörü ortamı sağlanmalıdır.

Kazıcıların en önemli önderi Gerrard Winstanley’dir. Bu hareketin ileri sürdüğü düşünceleri şöyle sıralamak mümkündür:

  • Doğal yasalar, insanlara yaşam araçları üzerinde ortak haklar tanır. Dolayısıyla özel mülkiyet, doğal yasalara aykırıdır.
  • Özel mülkiyet, insanların büyük çoğunluğunu yoksulluğa, köleliğe mahkûm eder ve düşmanlık ile savaşı körükler.
  • Özel mülkiyet, ticaret ve para sistemi kaldırılmalı; böylece insanın insanı sömürmesinin önlenmesiyle özgürlük sağlanmalıdır.
  • Herkesin seçme ve seçilme hakkı olmalıdır.
  • Kilise, kamusal bir eğitim kurumuna dönüştürülmelidir.
  • Bu adil düzene, şiddete başvurmadan insanlar ikna edilerek geçilmelidir.

Locke devletin doğru anlaşılması ve kaynağından türetilmesi için insanların doğada ne durumda olduklarına bakılması gerektiğini belirtir. Locke’un doğa durumunu ilişkilendirdiği kavramlarının ne anlama geldiğini açıklamak gerekir.

Akılcılık: İnsanlar akla sahiptir.

Doğal yasa ve doğal haklar: Doğa durumunda, tüm zamanlar ve yerler için geçerli olan evrensel ilkeler vardır. Bu ilkeler doğal yasadır. Akılla kavranan doğal yasa, insanların doğuştan sahip olduğu temel doğal hakların bulunduğunu ortaya koyar. Bunlar, “yaşam, özgürlükler ve mallara” sahip olma haklarıdır.

Eşitlik: Doğa durumundaki eşitlik, her insanın eşit bir biçimde akla sahip olması ve doğal haklarından yararlanması demektir. Herkesin eşit olarak yargılama ve cezalandırma hakkı bulunmaktadır.

Özgürlük: İnsanın özgürlüğü, bir başkasının iradesine ve otoritesine bağımlı olmaması demektir. Ancak bu özgürlük, “başıboşluk” anlamına gelmez.

Barıştan Savaşa: Doğa durumunda insanlar eşit ve özgür bir biçimde yaşadıklarından, barış hüküm sürmektedir.

Locke, sözleşmeyle belirlenen siyasal yönetimin demokrasi, oligarşi ya da monarşi biçimlerini alabileceğini kabul eder. Devlet farklı yönetim biçimleri şeklinde örgütlenebilirse de Locke’un tercihi, bir tür karma yönetim modelidir. Bu yönetim modelini açıklamasına, devlette üç gücün bulunduğunu dile getirerek başlar. Bu üç güç; yasama gücü, yürütme gücü ve federatif güçtür. Locke’un “uygar yönetim” olarak da dile getirdiği siyasal yönetim modelinde iki temel güç farklı ellerde bulunur. Yasama ile yürütme güçlerinin farklı kişilere bırakılmasının iki temel nedeni vardır. Birinci neden, süreklilik konusundaki farklılıktır. “Siyasal neden” denebilecek ikinci neden, yönetimin mutlak bir nitelik almasını engellemeye yönelik asıl nedendir.

Bu iki gücün birbirinden bağımsız olması sayesinde ise yasaları yapanlar ile uygulayanların birbirlerini dengeleyip denetledikleri bir sistem kurulmuş olur.

Locke asıl tehlikenin yürütmeden geldiğini vurgulayıp kralın tiranlaşması durumuna ağırlık verir. Ona göre, rızaya dayalı olarak yetkilendirilmiş bir kralın tiran sayılabilmesi için belli durumların ortaya çıkmış olması gerekir. Bu durumlar şöyle sıralanabilir:

  • Kralın bireylerin doğal haklarını çiğnemesi.
  • Kralın kamusal iyiliği, ortak yararı gözetmemesi.
  • Kralın Parlamento’yu ortadan kaldırması.
  • Kralın Parlamento’nun yaptığı pozitif yasaları hiçe sayması.
  • Kralın iktidarını kişisel isteklerine, tutkularına alet edip keyfi bir şekilde kullanması.
  • Kralın görevini ihmal etmesi ya da yerine getirmemesi yüzünden yasaların uygulanamaması.

Halk bu durumlarda egemenliğini geri alıp direnme hakkını kullanır, bir bakıma bir devrim yapar ve kralı tahtından devirir. Direnme hakkının kullanılabilmesi için de bir koşulun yerine gelmesi gerekir. Kralın yukarıda sayılan bu haksız, tiranca davranışlarının birkaç kişiye yönelik değil, halkın tümüne ya da büyük çoğunluğuna yönelik olmasıdır. Ayrıca çoğunluğun böyle olduğunu düşünüp bu yönde bir yargıda bulunması da gereklidir.

Kralın haksız olmadığını ileri sürüp halkın yargıçlığını kabul etmemesi durumunda başvurulacak tek yer Tanrı’dır. Bunun anlamı, ikisinin arasındaki anlaşmazlığın bir iç savaşla çözüleceğidir. Locke’un kuramı, savaş durumuna devletin kurulmasıyla son verildiğini ama devletin varlığının savaş olasılığını ortadan kaldırmadığını, hatta her an devlet durumundan savaş durumuna geri dönülebileceğini kabul etmiş olmaktadır.

Locke, toplum ve devlete karşı bireyin önceliğini savunarak ve siyasal iktidarın karşısına bireysel hak ve özgürlükleri dikerek siyasal liberalizmin üzerinde yükseleceği düşünsel temeli ortaya koyar.

Locke, özellikle ifade özgürlüğünün önemine dikkati çeker. Locke, devletin farklı inançlara hoşgörü gösterdiği, din ile devlet işlerinin biri birinden kesin bir biçimde ayrıldığı bir düzenin sözcülüğünü üstlenir. Dinsizlere de aynı hoşgörünün gösterilmesi gerektiğini belirtir. Düşünsel ve dinsel alandaki bu çoğulculuk siyasal alanda da geçerlidir.

Karşımızda, kuruluş biçimiyle kendisine yüklenen görevleriyle ve işleyiş mekanizmasıyla sınırları çizilmiş liberal bir modern devlet vardır. Ancak bu devletin tam anlamıyla demokratik bir özellik taşıdığı sonucuna da varılmamalıdır.