SİYASİ DÜŞÜNCELER TARİHİ - Ünite 4: 16. Yüzyıl Devlet Düşüncesi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: 16. Yüzyıl Devlet Düşüncesi

Ütopyacı Düşünce: Yeni Bir Siyaset Arayışı

Batı Avrupa’da XVI. yüzyılda kendilerini sınırlayan din, gelenekler ve feodal hukuku aşarak; sınırsız hükümdarlara dönüşmeye çalışmışlardır. Bu da beraberinde ütopyacı tepkiyi doğurmuştur. Ütopyacı düşünüş; iyi bir siyasal düzenin ya da toplumun mümkün olduğunu, bunun için de en önemli aracın insan aklı olduğunu savunan düşünceler gurubudur. Ütopyacı düşüncenin başta gelen ismi Thomas More’dır. More, aynı zamanda klasik ütopyacıların da öncü ismidir. Adları, yaygınlıkla Thomas More ile birlikte anılan Tommaso Campanella (1568-1639) ve Francis Bacon (1561-1626) klasik ütopyacıların diğer büyük isimleridir.

Ütopyanın temelde gözettiği şey, insanların mutluluğudur. Mutluluğa giden yol toplumsal eşitlikten geçmektedir. Siyasal düşünce tarihi içinde ütopya teriminin ifade ettiği şey, hiçbir yerde olmayan, gerçekleşmesi arzulanan toplumsal-siyasal düzendir. Ütopya bireysel değil toplumsal nitelik taşır. Bugün ütopya sözcüğü, daha çok gerçekleşmesi olanaksız, hayalî ama yine de istenir, ülküsel olan şeyleri nitelemek için kullanılan bir addır. Oysa siyasal düşünce içinde bu terim, hayalî oluşu ya da gerçekleşip gerçekleşemeyeceği bir yana, üreticisi tarafından ortaya konulan ideal bir siyasal toplumu nitelemektedir.

Kendi yaşadığı dönemin İngiltere’sini ağır bir biçimde eleştiren More, iki ana bölümden oluşan kitabının ilk bölümünde diyalog yöntemini kullanarak hakim siyasal düzeni şiddetle eleştirir. İkinci bölümde ise More’un kendi kurduğu dünya anlatılır. More’dan daha önce Platon’nun ideal bir siyasal toplumun nasıl olması gerektiğini anlattığı Devlet adlı yapıtı, ütopyanın öncüsü sayılabilir.

Rönesans döneminde ortaya çıkan hümanizm ütopyaları beslediği gibi, Reform hareketi de ütopyalar için önemli bir kaynaktır. Ütopyalar Orta Çağ’daki egemen dinsel dünya görüşünün insan zihnini tekeline almasının sona ermesiyle ortaya çıkmıştır. More’da din ve siyaset birbirinden tamamen ayrılmıştır.

Ütopya’da kimse toprakların sahibi değildir. Özel mülkiyet yoktur. Bir yandan eşitlik vurgusu yapılır fakat aynı anda geleneksel iş bölümü temel alınır. Mutfak, yemek, çocuk işleri doğrudan kadına bırakılır. Bazı işlerin, özellikle kirli, sağlıksız, insanı ruhen, bedenen ve ahlaken düşkünleştirileceği düşünülen işler kölelere verilir. Paralı askerliğin öngörülmesi, herkesin bulunduğu mevkiyi koruması gibi gereklilikler de eşitsizliğin işaretleridir.

Ütopyalılar doğaya tapınır. Din değiştirmenin önünde bir engel yoktur. Ancak bu özgürlük ateizmi kapsamaz. Yurttaşların en büyük korkusu dinsizlik cezasına çarptırılmaktır.

Ütopyada kadınlar on sekiz, erkekler yirmi iki yaşından önce evlenemez ve bir kez evlendi mi evlilik ya ölümle biter ya da yöneticiler kurulunun izniyle.

Ütopyada gelecek diye bir şey yoktur. Çünkü değişime yol açabilecek tüm etkenler kontrol altına alınmıştır. Siyasal yönetim bakımından ütopya, yetenek ve bilgelik üzerine dayanan seçkinci bir anlayışa sahiptir. Baş yöneticiler zorbalığa, adaletsizliğe başvurmadığı sürece iş başında kalır. Eğitim küçük yaşta başlatılır bütün doğa ve beşeri bilimlerin yanı sıra, beden eğitimi, savaş sanatı, tarım başta olmak üzere dokumacılık, hayvancılık gibi zanaatlara yönelik olarak gün boyu devam eder. Güvenlik kuvveti ya da suçluların cezalandırıldığı mahkemeler, cezaevleri yoktur. Çok erken yaşlardan itibaren başlayan ve sürekli devam eden eğitim süreci insan doğasını şekillendirmekte ve onu suç işleyemez olarak inşa etmektedir.

Gönüllü Kulluk ve Etienne De La Boetie

La Boetie iktidar ilişkileri olarak siyasetin kötülükten başka bir şey olmadığını söylemekte, bu kötülüğe maruz kalanların bu kötülüğü arzuladıklarını ve sürdürdüklerini savunmaktadır. Ona göre siyasal iktidarın olduğu yerde mutluluktan söz etmek olanaksızdır. Çünkü özgürlük siyasal iktidar tarafından ortadan kaldırılmaktadır. Monarşiden, aristokrasiden hatta demokrasiden söz edilmesi, insanlığın özgürlük kaybı ya da mutsuzluğu bakımından hiçbir şeyi değiştirmez. La Boetie’nin yaklaşımının ütopyacı düşünceden farkı; biçimi ne olursa olsun, bir toplum siyasal iktidarı içerdikçe, o toplumun insanlar için en iyi, en ideal, özgürlük ve mutluluğu güvemce altına alınmış bir toplum olduğu ileri sürülemez. Anarşizm: Yunanca an arkhos sözcüğünden türetilen ve yönetimsiz anlamına gelen terime bağlanan düşünceler grubu. Genel olarak devletin kötülüğünden hareketle, insanların devlet olmadan daha eşitlikçi, adil ve mutlu bir düzen içinde yaşayacağını kabul eden, bu nedenle devleti ele geçirmek gibi hedefleri önemsemeyen yaklaşımların tümü. Tarih içinde, yaygınlıkla olumsuz anlamda kullanılmıştır. Bu terimi olumlu anlamda ilk kez kullanan ve siyasal bir yaklaşımın adı hâline getiren Fransız düşünür Pierre J. Proudhon (1809-1865)’dur.

La Boetie “Söylev” adlı yapıtında; tiran egemenden, tiranlık da kurumsallaşmış merkezi siyasal iktidardan başka bir şey değildir. Tiranı bir heykele, onu ayakta tutan kurumsal yapı olarak devleti ise onun kaidesine benzetir. Büyük tiranlığı mümkün kılan küçük tiranlıklardır. Küçük tiranlıkların sürmesi için o büyük tiranlığa gereksinimleri vardır ve bu ölçüde gönüllü olarak büyük tiranın kölesi olurlar. La Boetie’nin temel sorusu şudur: Hükmedilen halk niçin ve nasıl boyun eğerek onaylayana, yani gönüllü kullar toplumuna dönüşür? Gelen yanıt çok manidardır: Halk özgürlüğünü ve daha önemlisi özgürlük istencini yitirdiği için alçaklaşır. Gönüllü kulluğun birinci nedeni başta görenekler olmak üzere eğitimdir. Hüküm sahibi olan kendi isteklerini, hüküm altında tuttuklarının istemesini sağlamak zorundadır. Tiran, eğitimi tümüyle kontrol altında tutmaya çalışır.

Siyasal iktidar ilk olarak halkı güçsüzleştirir. Halk tiyatrolara, maceralara, oyunlara, eğlencelere, çeşitli uyuşturuculara yönlendirilir ve bunlara bağımlı olması istenir. Böylece halk, özgürlüğünü yitirdiğini fark edemeyecek şekilde bunlarla oyalanır. İktidarın başvurduğu ikinci yöntem, halkı çok düşünürmüş gibi ona arada sırada maddi çıkar sağlamasıdır. Üçüncüsü, bilginin ve kültürün iktidar tarafından denetlenmesidir. En önemlisi, devletin dine başvurmasıdır. Cehaletin ve hurafelerin yayılması için elinden geleni yapar. Siyasal iktidar bu araçlar sayesinde kendisini halka bir Tanrı gibi sunar.

Monarkomaklar: Krallık “İyi”, Tiranlık “Kötü”

Monarkomaklar feodal değerleri ve kurumları yeniden canlandırmayı savunmuş, artık ölmeye yazgılı olduğu apaçık belli olan soyluluğu diriltmenin ötesinde, bu sınıfı siyasal olarak yeniden işlevsel kılmaya çalışmıştır. Monarkomaklar kral ile krallığı birbirinden ayırıyor, krallığa değil, tiranlaştığını savundukları krala karşı çıkıyorlardı. Bu noktada temel referans çerçevelerini elbette “doğru din” olarak kabul ettikleri Protestanlık ve biricik dayanaklarını ise feodal hiyerarşinin en tepesindeki soylular oluşturuyordu.

Monarkomak yazarlardan ilki François Hotman’ın amacı artık geride kalmış olan ataların anayasasını canlandırmaktır. Ona göre; krallar soyluları ve halkın oluşturduğu katmanların seçimiyle iş başına gelirdi. Kralı olabildiğince sınırlamaya çalışan Hotman, birçok hakkı kralın elinden almaya uğraşır. Kral devlet görevlilerini işten atamaz, devlet topraklarını satamaz, ülkenin para değeriyle oynayamaz vb.

Bir diğer Monarkomak, Théodore de Béze’ye göre; kralın tiran sayılmasının ölçüsü, De Béze’nin sahip olduğu dinsel anlayışa sahip olmamasındandır. Bütün Katolik krallar sapkın sayılarak tiran ilan edilebileceklerdir. İkinci bir sınır olarak da halkı işaret eder. Siyasal iktidar özünde halka aittir. Kralın tahta geçişi ancak halkın açık ya da örtülü onayıyla olabildiğine göre, kral bu onaya bağlıdır ve bunun gereğini yerine getirmelidir.

Tiranlık sorunuyla ilgili bir diğer yazar, George Buchanan hümanist bir yaklaşıma sahiptir. Buchanan’a göre; insanlar toplumsal yaşamdaki adaletsizliklerden kurtulmak için anlaşarak iktidarı yaratırlar ve yönetimi kendi içlerindeki en erdemliye teslim ederler. Kral halk tarafından, halk için yaratılmıştır. Yasa kraldan üstündür, halk ise ikisinden de üstündür. Halkla arasındaki sözleşmeyi çiğneyen ve keyfi yönetim süren kişi tiranlaşmış demektir. Hotman ve De Béze’den farklı olarak Buchanan ara yöneticiler ya da soyluları işaret etmez. Doğrudan halkın direneceğini belirtir.

Son Monarkomak isim gerçek kimliği bilinmeyen Stephanus Junius Brutus’dur. Ona göre prens iktidarını Tanrı’dan almıştır. Tanrı, kral ve halk arasında bir sözleşme vardır. Halk ve kral, birlikte tanrısal buyruklara uyacaklarına dair bir yükümlülük altındadır. Kral temel yasalara da uymak zorundadır.

Jean Bodin ve Egemenlik

Jean Bodin siyasal düşünce tarihine egemenlik kavramını armağan etmiştir. Bodin, monarşiyi felsefi-hukuksal temeller üzerine oturtmuş ve ona din dışı bir anlam kazandırmıştır. Prens iktidarını egemenlikle donatan Bodin olmuştur. Dinsel hoşgörüyü savunan Bodin, bu kargaşa ortamından ancak egemenliğin tek kişinin elinde olduğu mutlak monarşi sayesinde çıkılabileceği kanısındaydı.

Bodin, yapıtının ilk tümcesini devletin tanımına ayırır: “Devlet, birçok ailenin ve bu ailelere ortak olan şeylerin egemen erk tarafından doğrulukla yönetilmesidir.” Bodin için doğruluk ya da doğru yönetim, devleti karakterize eden temel unsurların başında gelir. Devletin temeli güç ve şiddettir. Ancak devleti güç ve şiddetten( eşkıyalık, korsanlık vb.) ayıran şey doğruluktur. Bu özellik devlet yönetimini doğruluğu, adaleti içermesidir. Bodin, kilise ve devlet arasındaki bağı keser. Yurttaşlar, kendi aralarında toplumsal statü ya da ekonomik güç bakımından farklılaşsalar da egemene olan bağımlılık ilişkileri bakımından aynı konum içindedirler. Devlet tanımında karşılaştığımız ortak şeylerin yönetimine gelince, bu unsur devletin kamusallık vasfına ilişkindir.

Bodin egemenliği “yurttaşlar üzerindeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli güç” olarak nitelendirir. Bodin’e göre egemenlik mutlak, sürekli, bir, bölünmez ve devredilemezdir.

Bodin’in egemenlik kuramının tutarlılığı daha sonra çeşitli sınırlamaların getirilmesiyle belli ölçüde zedelenir. Bodin egemen varlığın bir tiran olarak görülmesini istemez. Ayrıca burjuvazinin haklarını, kral karşısında güvence altına almak ister.

Bir devletin tam bir devlet olup olmaması, egemenin kişiliğiyle bağlantılıdır. Prensin kendisini egemenliğin kötü etkilerinden korumasının tek yolu, tanrısal yasalara uygun davranmasıdır. Bu noktada meşruluk konusunun sorunlu bir hale geldiği söylenebilir. Devlet meşruluğunu Tanrı’dan değil kendinden alır ya da daha doğrusu, devlet doğrudan doğruya meşruluktur.

Fakat daha sonra, egemenliğin kullanımı aşaması söz konusu olduğunda, yalnızca tanrısal yasalara uyan kral ile onun kişiliğinde somutlaşan devletin meşru olduğu anlayışı gündeme gelir. Tanrı, siyasal otoritenin meşruluk kaynağı haline getirilmiş olur. Böylece, Tanrı’ya karşı sorumlu olan prens, artık meşruluğunu devletten aldığı egemenlikte değil, Tanrı’da bulmaktadır. Devlet iktidarının kullanımı bakımından Tanrı ile ilişkilendirilmesi sayesinde, hem prensin bu yeryüzünde Tanrı gibi mutlak ve sınırsız bir güce sahip olduğu vurgulanmakta hem de uyrukların tıpkı Tanrı’ya itaat edercesine prense mutlak bir şekilde boyun eğmelerinin altı çizilmektedir. Yoksa Bodin’in bu düzlemde Tanrı’yı işin içine sokarak, Kilise’ye ya da papaya prens karşısında bir üstünlük tanımak gibi bir niyeti yoktur.

Bodin’in ortaya attığı egemenlik kuramı, feodal çağın kalıntılarına ya da feodal içerikli yönetim arayışlarına karşı, mutlak monarşiye getirilmiş önemli bir dayanaktır. Egemenlik kavramı modern devleti açıklamada öylesine önemli bir düşünsel kategori haline gelecektir ki Bodin’den sonra devleti ele almaya kalkışan hemen hiçbir düşünür bu kavramı kullanmamazlık edemeyecektir. Ancak Bodin, egemenin kişiliğine vurgu yaptığından egemenlikle egemen arasındaki ayrımı tam anlamıyla keskinleştirememiş, nedenleri ne olursa olsun egemenliği aşkın bir güçten (Tanrı’dan) tümüyle soyutlayamamış ve egemenliği olmasa da egemeni sınırlardan kurtaramamış, ayrıca egemenliğin kökenine yeterince açıklık kazandıramayıp onu rasyonalite ile donatamamıştır.