SİYASİ DÜŞÜNCELER TARİHİ - Ünite 7: Siyasal Dengeden Halkın Egemenliğine Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Siyasal Dengeden Halkın Egemenliğine

Montesquieu: Siyasal Denge

Asıl adı Charles Louis de Secondat, Baron de la Brede et de Montesquieu ( 1689-1755) hukuk öğrenimi görmüş ve Bordeaux Parlamentosu’nda başkanlık görevi üstlenmiş bir aristokrattır. Parlamentolar, birkaç büyük kentte bulunan yüksek yargı organlarına verilen addır ve kralın çıkardığı fermanları ve yasaları yargısal açıdan denetlemeye varan yetkilere sahiptirler. Rousseau kitaplarını kaleme alırken Fransa’nın sorunlarına çözüm aramış ve kendi sınıfının çıkarlarını gözetmiştir.

XVIII. yüzyılda Fransa’ya damgasını vurmuş siyasal yapılanma 1715-1774 yılları arasında tahtta bulunan XV. Louis’nin mutlak monarşi yönetimidir. Mutlak monarşi devletin kralın kişisel sorumsuz otoritesi altında merkezi bir biçimde yapılanması demektir. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde mutlak monarşi doruk noktasına ulaşmıştır. Mutlak monarşiyi oluşturma çabası siyasal ve toplumsal çehreyi önemli ölçüde değiştirdi. Kral hiç kimseye hesap vermek zorunda değildi. İlk eleştiriler aristokrat düşünürlerden geldi. En önemli aristokrat düşünürler Fenelon, Boulainvilliers ve Saint- Simon’dur. Aristokrat düşünürler yükselen kapitalist sistemi bu sisteme özgü yapıları ve zihniyeti, özellikle de burjuvazinin gücünü görmezden gelmektedirler. Bunlara dikkat edip kuramını ona göre oluşturacak düşünür ise Montesquieu’dur.

Montesquieu doğal hukuk düşüncesini ve toplumun yapay bir biçimde kurulduğu anlayışını reddeder. Topluma doğallık atfeder. Doğal hukuk ve sözleşme kuramını yadsımasının temel nedeni, bu kuramın olması gerekeni işaret edip idealist bir tutuma yol açmasıdır. Montesquieu ise olanı olması gerekenle yargılamayı reddeder ve salt olguları ele alıp olgulardan hareket ederek tüm ulusların kurumlarını ve yasalarını açıklamayı amaç edinir. Yasalar doğrudan doğruya içinde bulunduğu toplumun çeşitli koşullarıyla ilişkidedir ve bu koşullar tarafından belirlenmektedir. Montesquieu’ nün değişiyle yasalar ülkenin fiziki yapısıyla ilişkili olmalıdır. Montesquieu, fiziki ve ahlaki nedenler olarak nitelendirdiği etkenlerin doğrudan doğruya yönetim biçimini belirlediğini ileri sürer. Etkenlerin buluşmasından Montesquieu’ nün “ulusun ruhu” ya da “genel ruh” dediği şey doğar. Ulusun ruhu belirli bir yaşam biçimi ile ortak ilişkilerdir. Montesquieu’ye göre her yönetimin kendine göre bir doğası ve ilkesi vardır. Doğa yönetimin biçimidir. İlke ise ulusun ruhudur. Yönetimin doğası ile ilkesinin bir birlik içinde oluşu, devletin düzeninin göstergesidir. Birliğin bozulması ise siyasal değişime yol açar. Doğa- ilke birliği devletlerin tarihsel süreç içindeki gelişim ile değişimini açıklayan “bilimsel yasa’dır”. Althusser’ e göre, Montesquieu’deki “doğa-ilke birliği” bilimsel yasasındaki ilke ekonominin belirleyiciliğini andırmaktadır. Çeşitli nedenlerle zaman içinde ilkenin değişmesi, yönetimin doğasının da değişmesi sonucunu doğurur. Koşulların değişmesi ülkenin ulusal ruhunun da değişmesine neden olacaktır. Montesquieu’nün yasaların, siyasal yönetimlerin çeşitliliğini ve değişimini açıklamaya yarayan “doğa-ilke birliği yasasının” iki temel sonucu vardır.

  • Her ülkenin yasaları ona özgü koşullarla bağlantılı olduğuna göre, bu koşullara uyumlu olan yönetim biçimi, söz konusu ülke için en uygun yönetim biçimidir.
  • Montesquieu yasaların ve kurumların ülkenin özel koşullarına uygun düşmesinden dolayı değiştirilmesini salık verir ve böylece tutuculuğa “bilimsel” bir temel kazandırmış olur. Bir siyasal değişim, koşullar temelinde yaşanan uzun süreli değişikliklerin kendiliğinden ulaştığı zorunlu bir sonuç olmalıdır.

Montesquieu, yönetimleri “cumhuriyet, monarşi ve despotluk” şeklinde sınıflandırarak, ideolojik bir yaklaşım sergiler. Cumhuriyet, yönetimdeki kişilerin sayısına göre demokratik ya da aristokratik olabilir. Montesquieu’ye göre “cumhuriyette halkın tümü egemen güce sahipse bu bir demokrasidir. Egemen güç halkın bir bölümünün elindeyse buna aristokrasi denir.” Demokrasiyi hareket ettiren tutku, yani ilke, erdemdir. Erdem Montesquieu’ye göre doğrudan doğruya siyasal erdemdir. Montesquieu, cumhuriyete, özellikle de demokratik cumhuriyete inanmamaktadır. Çünkü ona göre demokrasilerin zamanı geçmiştir. Cumhuriyet ılımlı bir yönetim değildir ve siyasal özgürlüğü içermemektedir. Siyasal özgürlük, yalnızca ılımlı yönetimlerde vardır.

Montesquieu’nün monarşi sözcüğü ile belirttiği yönetim biçimi, gerçekte aristokratik ya da feodal sıfatlarını hak eden bir monarşi türüdür. Doğası bakımından devleti tek kişinin yönetmesidir. Montesquieu, temel yasalar kavramını toplumsal içerikle donatır. Ona göre temel yasalar kral ile halk arasındaki “ara-erkler”dir; krala bağlıdırlar ama kral da onlara bağlıdır. Bu ara-erkler, başta soylular olmak üzere, ruhban sınıfı, ayrıcalıklı kentler ve yüksek yargı kurumları olan parlamentolardır. En doğal olan ara-erk, soyluluğun erkidir. Montesquieu’ye göre liberalizm temel ilkesinin gerçekleşmesi, ortak iyiye hizmet etmesidir. Monarşinin diğer yönetimlere göre bir diğer üstünlüğü ise herkesin özgürce hareket edip yükselebileceği umudu taşımasından ötürü düzeni yıkmak gibi bir tutum içine girmemesidir. Ayrıca monarşi, kralın ara-erklerle sınırlanmış olması nedeniyle ılımlı bir yönetimdir.

Tek kişinin yasa ve kural tanımayan keyfi yönetimi olarak tanımlanabilecek despotluğun ilkesi korkudur. Din despotun iktidarı karşısında bir engel teşkil eder. Dinin yasaları daha üstün buyruklardır çünkü bu yasalar, halkın olduğu gibi prensin de başının üstündedir. Despotlukta akıldışılık tüm topluma yayılmıştır ve herkes kul-köle kılınmıştır. Montesquieu’nün anlatımıyla “Louisianalı vahşiler meyve yemek istedikleri zaman ağacı kesip meyveyi koparırlar. İşte despotik yönetim budur. Montesquieu Avrupa’daki ama özellikle kendi ülkesindeki mutlak monarşik eğilimleri eleştirmektedir. Montesquieu Acem Mektupları’nda “despotizm Kardinal Richelieu’nün yüreğinde olmasa bile kafasında vardı” diye yazar. Fransa Krallığı, çok tehlikeli bir sürece girmiştir. Monarşi despotluk haline gelmektedir. Bu despotluk karikatüründen kralların alması gereken üç ders çıkar.

  • Birinci ders: Soylular despotluktan, uyguladığı yıkıcı terörden korkmakta haklıdırlar.
  • İkinci ders: Krallar, eğer tahtlarını halkın şiddetinden korumak istiyorlarsa despotluğa kaymamalıdırlar.
  • Üçüncü ders: Eğer kral soyluluğu yok etmeye kalkarsa soylular toplumsal-siyasal konumlarını yitirirler.

Montesquieu siyasal özgürlüğün yurttaşların kendilerini güvende hissettikleri ılımlı yönetimlerde, yani monarşide bulunduğunu belirtir. Fakat monarşi ara-erkleri sayesinde bu ılımlılığı içeriyorsa da kralın iktidarını kötüye kullanıp despotizme kaymasını engelleyecek hukuksal ve siyasal mekanizmalara sahip değildir. Ilımlı devletlerde iktidar kötüye kullanılmadığı takdirde özgürlük bu devletlerde bulunur.

Montesquieu, güçler ayrımı sistemini hem kuramsal hem betimsel bir yaklaşımla inceler. Ona göre devletin üç gücü olan yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanması, o devletin ılımlı olmadığının açık bir kanıtıdır. Siyasal özgürlüğü sürdürebilmenin en güvenli yolu bu üç gücü farklı ellere verip bir denge- fren sistemi içine oturtmaktır.

  • Yargı gücü: Siyasal özgürlüğün en önemli güvencesidir. Bu güç, halk tarafından seçilen yargıçlarca mahkemelerde kullanılır.
  • Yasama gücü: Bu güç iki meclistedir. Halk meclisi ya da İngiltere’deki adıyla Avam Kamarası, genel oy kitlesi doğrultusunda seçilen halkın temsilcilerinden oluşur. Montesquieu, genel oy ilkesini kabul etmekle birlikte, “kişisel iradelerini belirtmeyecek kadar aşağılık duruma düşmüş insanların” seçme hakkından yoksun bırakıldıklarını vurgular.
  • Yürütme gücü: Yasaların uygulanması işlevinin yerine getirilebilmesi için bu güç, tek bir kişinin eline bırakılmamalıdır.

Bu üç güç arasında çeşitli ilişkiler vardır. Yasama ile yürütme arasındaki ilişkiler şöyle özetlenebilir:

  • Yasama toplamaya çağırma oturumlarının süresini belirleme hakkı yürütme gücüne aittir. Buna karşılık yürütme gücü, yasa önerilerinde bile bulunamaz.
  • Yasama organını yürütme yılda bir kez toplanmaya çağırmak zorundadır.
  • Yasama gücünün yaptığı yasalar, yürütme gücü tarafından engellenebilmelidir. Bu kralın veto hakkını kullanarak yasamanın alanına karışmasıdır.
  • Yasama organı, çıkardığı yasaların nasıl ve ne şekilde uygulandığını denetleme hakkına sahiptir.
  • Ancak yasama gücünün bu denetimi yürütmenin başı konumundaki kralı kapsamaz.

Montesquieu, yasama ve yürütmenin yargı ile hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, kesinlikle yargının alanına karışamayacaklarını vurgular. Yasama organının üç istisnai durumda yargı işlevini yerine getirdiğini de belirtir.

  • Soyluların yargılanmaları bir mahkemeye dönüşen Lordlar Kamarası’nda yapılır.
  • Mahkum olmuş kişilerin affedilmesi ya da cezalandırılması Lordlar Kamarası’na aittir.
  • Yüksek devlet görevlilerinin yargılanması, yasama organı tarafından gerçekleştirilir. Bu durum, İngiliz Anayasası’ndaki impeachment kuralına denk düşmektedir. İmpeachment kuralı yüksek bir devlet görevlisinin Avam Kamarası tarafından suçlanıp, Lordlar Kamarası tarafından yargılanması kuralıdır.

Montesquieu’nün siyasal özgürlüğün güvencesi olarak ortaya koyduğu güçler ayrımının hukuksal bir anlam taşıdığı ya da daha doğrusu bir anayasa projesini kapsadığı kabul edilmiş ve XVIII. yüzyılın sonlarından başlayarak bu yönde kullanılmıştır. Gerçekte Montesquieu, bu anayasal düzenlemesiyle toplumsal-siyasal erkler arasında bir denge oluşturmayı ve soylulara belli bir avantaj sağlamayı amaçlamıştır. Montesquieu’nün sisteminde yargı görünmez olduğundan, temelde üç organ ve bu organları ellerinde bulunduran üç siyasal erk vardır. Montesquieu’nün temel düşüncesi, hukuksal anlamda güçlerin ayrımı değil, siyasal özgürlüğün koşulu olan toplumsal erklerin dengesidir. Üç gücün belirlendiği bir anayasanın varlığı, siyasal özgürlüğün kurulması için yeterli değildir. Farklı toplumsal erklerin olması ve anayasada belirtilmiş her siyasal gücün belli bir toplumsal erkin elinde bulunmasıdır. Bu bağlamda soyluların sistemi ılımlaştırma rolünün ne denli önemli olduğunun da altını çizer. Montesquieu’nün deyişiyle, “yasama ile yürütme güçlerini ılımlaştırmak için bir başka güce daha gereksinim vardır; yasama organının soylulardan oluşan bölümü, bu ılımlaşma etkisini yaratacak en uygun kurumdur. ”Siyasal iktidarın farklı toplumsal erkler arasında paylaşıldığı bu modelde, soyluluk iki önemli avantaj elde eder: Soylu sınıf, Lordlar Kamarası sayesinde tanınmış, meşrulaştırılmış olur. Ancak öte yanda yargıyı kralın yetkisi dışında tutan, gerekirse soylular söz konusu olduğunda bu yetkiyi Lordlar Kamarası’na tanıyan hükümler nedeniyle toplumsal konumu ve ayrıcalıkları kral ile halkın saldırılarına karşı güvence altına alınmış bir sınıf olma özelliğini kazanır. Bunun karşılığında da soylular, gerek siyasal erkleriyle gerek onur üzerinde temellenmiş ideolojileriyle halkın kralın konumunu ve sistemi benimsemesini sağlarlar ve böylece bir halk devrimi tehlikesini önlemiş olurlar. Montesquieu, soyluların haklarını korumayı amaç edinmiş çünkü kendine yasal, meşru bir yer bulan burjuvazi, artık bu düzeni yıkmayı tasarlamayacak, dahası aşağı halk sınıflarından gelebilecek tepkilere karşı tıpkı soylular gibi bir fren işlevi görebilecektir. Sonuçta, güçler ayrımı sistemi, Montesquieu’nün liberal bir düşünür olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Montesquieu, ekonomik ve dinsel konularda da liberal olarak değerlendirilmeyi hak eden görüşler ortaya çıkmıştır ve devlet işleri ile din işlerinin birbirine karıştırılmaması anlamında laikliği savunmuştur. Liberal özgürlükçü görüşlerinin dışında, muhafazakarlığında önemli bir temsilcisidir. Özgürlüğün korunmasından çok toplumsal-siyasal yapının sürdürülmesine önem vermesidir. Özgürlükçü olmaktan çok muhafazakar bir düşünür olan Montesquieu’nün insanlardan beklediği şey, içinde bulundukları düzeni benimsemeleri ve yukarıdan ya da aşağıdan kaynaklanacak bir değişim hareketine girişmemeleridir. Halk devrimini kesin bir dille mahkum etmiş olan Montesquieu, paradoksal bir şekilde özgürlükçü görüşleri nedeniyle Fransız devrimcileri tarafından sahiplenilecektir. Ama devrimciler üzerinde en büyük etkide bulunacak olan düşünür Rousseau’dur.

Rousseau: Halkın Egemenliği

Cenevre Cumhuriyeti’nin yurttaşı olan Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), çok farklı işlere girip çıkmış, çok çalkantılı bir yaşam sürmüş ve kendi kendini yetiştirmiştir. Siyasal alana belirleyici bir nitelik yükleyen Rousseau, insanın iyi olmasının içinde bulunduğu siyasal yapıya bağlı olduğu görüşünden hareket edip iyi bir siyasal yönetimin ne olması gerektiğini araştırmıştır. Rousseau bu görüşünü İtiraflar adlı kitabında şöyle dile getirir: “Görmüştüm ki her şey temelinde siyasete dayanıyordu ve nasıl davranılırsa davranılsın, her halk, yönetiminin niteliği onu ne yapıyorsa ancak o olabilirdi; böylece, mümkün olan en iyi yönetime ilişkin o büyük sorun, bana şu soruya dönüşmüş gibi geliyordu. En erdemli, en bilgili, en akıllı, kısacası bu kelimeyi en geniş anlamında ele alma koşuluyla en iyi halkı meydana getirmeye özgü yönetimin niteliği nedir?

Rousseau, uygarlık olarak adlandırdığı çağının toplumunun ne denli büyük kötülükler içerdiğini gözler gözler önüne sermeye yönelir. Kaynağında eşitsizliğin bulunduğu tüm kötülükler burjuva değerlerinin giderek giderek hakim olduğu uygar toplum tarafından sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Rousseau'ya göre, eşitsizliğin kötülüklerin kökenini açıklayabilmek için doğal insanın ve içinde bulunduğu doğa durumunun ne ne olduğunun doğru bir biçimde ortaya konması gerekmektedir. Özü gereği toplumsal olmayan insanın hemcinsleriyle ilişki içinde bulunmayıp yalnız yaşadığı bir yaşadığı bir doğa durumunu betimlemesi sunar. Rousseau’nun doğal ya da vahşi insanı, salt kendini düşünür ama ender olarak karşılaştığı diğer insanlara da da merhametle yaklaşır. Rousseau’nun deyişiyle “hiçbir “hiçbir hüneri olmaksızın ormanlarda amaçsızca dolaşan dolaşan konuşmayı bilmeyen, evi, barkı, savaşları, ilişkileri bulunmayan, hemcinslerine yakınlaşmaya ya da da zarar vermeye hiç gereksinimi olmayan, hatta belki kişisel olarak onlardan hiçbirini tanımayan, az sayıda tutkusu olan ve kendi kendine yeten vahşi insan. Doğa Doğa durumu barışı ve eşitliği içerir. Eşitliğin sürmesi, sürmesi, doğal insanın özgür olmasına da yol açar çünkü çünkü kimse bir başkasının hükmü altında değildir. İnsanın doğal olarak sahip olduğu iki yetkisi vardır. İlki seçim yapma ikincisi ise gelişip değişmesine neden olan yetisidir. İnsan geri dönüşü olmayan bir toplumsal ilişkiler süreci içine girer. Özel mülkiyetin belirmesiyle insanlar birbirlerine daha bağımlı olurlar. Bir toprak parçasını çevirerek sahiplenen ve buna inanacak saflıkta insan topluluğunu bulan ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Siyasal eşitsizliği içeren yoksulların siyasal siyasal iktidar karşısında kul köle olması yani düzeni meşru kabul etmeleridir. Çünkü Rousseau’nun da vurguladığı gibi “güç hak yaratmaz.” Salt güç üzerine kurulan bir iktidar, insanların rızasına dayanmadığından dayanmadığından ötürü uzun süreli olamaz. İnsanlar sürekli rekabet hatta düşmanlık içindedirler ve birbirlerine birbirlerine hükmetmek için başkalarının da kendilerine kendilerine hükmetmelerine razı olurlar. Rousseau’ya göre göre uygar toplumda yaşayan her insan bir burjuvadan, bu burjuvadan, bu toplumda bir burjuva toplumundan başka başka bir şey değildir.

Rousseau, toplum sözleşmesi kurgusunu doğa durumundan çıkış olarak anlatmayı tercih eder. İnsanları yeniden eşit ve özgür kılacak olan toplum sözleşmesi kadınlar dışında oy birliği ile gerçekleştirilir. Çünkü Rousseau kadın erkek eşitsizliğini benimser. Sözleşme ile birlikte insanları bir birlik içine sokan ve kendine özgü bir kişiliği ve iradesi olan siyasal toplum yaratılır. Birey, kuramsal düzeyde, yurttaş ve uyruk olarak ikiye bölünmüştür. Aslında bu bölme işlemi, halk egemenliği savının benimsenmesiyle birlikte kaçınılmaz bir zorunluluk olarak belirmektedir. Rousseau’nun kuramının iyice anlaşılabilmesi için, gerek birey gerekse halk düzleminde gerçekleştirilen bu bölme işlemi sürekli olarak akılda tutulmalıdır. Toplum sözleşmesinin amacı insan doğasına bir değişim daha geçirterek “toplumsal özgür insan” ı yaratmaktır. Yeni insan tam anlamıyla bir yurttaştır. Ortak olanın, genel olanın gözetilebilmesi için siyasal bütünün kendine özgü bir iradesi olması gerekir. Rousseau, buna “genel irade” adını verir.

Bireylerin sahip olduğu özel iradeleri her zaman genel iradeye karşıdır. Rousseau özel iradeyi “insan” ile genel genel iradeyi ise “yurttaş” ile özdeşleştirir. Halk söz konusu olduğunda, bu kez halkın iradesi genel irade olarak olarak belirmektedir. Rousseau, özel çıkarlara yönelen yönelen somut halkın ya da herkesin iradesinin genel irade irade olamayacağını açıkça dile getirir. Genel irade ortak ortak çıkarları herkesin iradesi ise özel çıkarları gözetir. gözetir. Genel irade değişmez, bozulmaz saflığını yitirmez. Rousseau’ya göre temel sorun, devletin iyi kurulup iyi işlemesidir.

Rousseau’ya göre egemenliğin çeşitli özellikleri vardır.

  • Egemenlik devrilemez: Egemenlikte özgürlük gibi halkın devredemeyeceği hakkıdır.
  • Egemenlik temsil edilemez: Temsilcinin kişisel iradesini ortaya koyması halkın özgürlüğünü dolayısıyla egemenliği ortadan kaldırmış olur. Rousseau’ya göre İngiliz halkı sadece parlamento üyelerini seçerken özgürdür.
  • Egemenlik birdir ve bölünemez: Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin egemenliğe içkin ve egemene ait olduğunun vurgulanmasıdır.
  • Egemenlik mutlak ve doğrudur: Egemenliğin mutlak oluşu karşısında onu sınırlayacak bir başka gücün bulunmaması demektir. Egemenlik bir başka güçle sınırlanmış olmamasına karşılık toplum sözleşmesiyle sınırlıdır. Egemen tüm yurttaşları özgür ve eşit kılıp ortak iyiliği sağlamakla koşullanmıştır.

Rousseau, irade olarak adlandırdığı auctoritas’ın yasamada erk olarak nitelendirdiği potestas’ın yürütmede somutlaştığını belirtir. İradeye yasama gücü, erk de yürütme gücüdür. Erk başkasına devredilebilir ama irade başkasına devredilemez.

Yasama gücü: Egemenliğin devredilmez ve temsil edilemez oluşu, yalnızca yasama düzlemi için geçerlidir. Devlet işlemeye başladıktan sonra halkın temsilcileri değil, yasa tasarıları da halk tarafından oylanacaktır. Bunların yasa haline gelip gelmeyeceğine referandum yoluyla halk karar verecektir.

Yürütme gücü: Hükümetteki yöneticiler, egemenin gerçekten temsilcileri değil görevlileridir ve yetkilerini onun adına kullanırlar. Rousseau’ya göre hükümet demokratik, monarşik ya da aristokratik bir nitelik gösterebilir. Fakat demokratik yönetim uygun değildir. Çünkü halkın yasama ve yürütmeyi birbirine karıştırmadan doğru bir şekilde kullanması olanaksızdır. Devletin iyi işleyebilmesi için halktan ayrı bir hükümetin varlığı zorunludur. Bütün bireylerin tam anlamıyla yurttaşlar olmaları gerekir. Siyasal yapının sağlam bir şekilde ayakta durmasını sağlayan harç, yurttaşlık bilincidir.

Yasaları ruhunun içinde duyumsayan kişi, kendisini toplumun ayrılmaz bir parçası olarak gören bir yurttaşa yurttaşa dönüşür. Bireyleri çıkarları yüzünden değil, tutkuları yüzünden topluma bağlayacak olan vatanseverlik vatanseverlik ile dindaşlıktır. Rousseau ulusçuluğu yüceltir ve duygunun aşılanıp sürdürülebilmesi için birkaç birkaç yöntemin kullanılmasını salık verir. Yöntemlerden Yöntemlerden ilki, devlet tarafından eşit bir biçimde verilen kamusal ya da ulusal eğitimdir. Eğitim öyle bir bir ulusal biçimde verilmelidir ki herkes zorunlulukla vatansever olsun. Rousseau’ya göre, bireylerin gerçek yurttaşlara dönüşmesinde dinsel inancın çok önemli bir bir yeri vardır. Devlet-din ayrımı söz konusu değildir tersine din devletin hükmü altına sokulmuş ve böylece böylece siyasal birlik sağlanmıştır. B u siyasal birlik olmadan ne devlet iyice kurulabilir ne de hükümet.

Rousseau’ya göre, yasalara boyun eğmek özgürlüğün ta kendisidir. Bunun nedeni, insanın yasalar sayesinde başka insanlara bağımlı olmaktan kurtulmasıdır. Toplumsal özgürlüğün kullanımı genel irade tarafından kurallara bağlanmış, yasalarca çizilen belli bir çerçeve içine oturtulmuştur. Toplumsal özgürlük eşitlik ile doğrudan bir iletişim içindedir. Rousseau’ya göre eşitlik olmada özgürlük olmaz. Her birey özgürlüğe ve diğer haklara kavuşmaktadır. En temel hak olan yaşam hakkı Rousseau tarafından bir çerçeve içinde değerlendirilir. Elbette gerektiğinde herkes yurdu uğruna savaşmalıdır ama artık kimsenin kendisi için savaşmasına gerek yoktur. Devlet bireylerin korur karşılığında ise bireylerden ölüme atılmalarını isteme yetkisine sahiptir. Rousseau’nun özel alan olarak nitelendirdiği alana devlet karışmaz. Ancak neyin kamusal neyin özel olduğunu devlet saptar. Bireyler yasalar doğrultusunda davranmadıkça özel alana özgü hak ve özgürlüklerin hiçbir anlamı kalmaz.

Rousseau’nun toplum sözleşmesi kurgusuyla yaratılan siyasal yapıda, iktidarın ilkesi kullanımını kendinde toplamış olan halk egemenin ta kendisidir. Devlet ortak yararı sağlamakla görevlendirilmiştir. Rousseau devletin en temel ahlaki görevinin bireylerin esenliğini gözetmek olduğunu vurgular. Bireysel güvenlik kamusal birlik ile öylesine bağlıdır ki tek bir yurttaş bile haksızlığa uğrasa sözleşme hukuken geçersiz olur. Devrimler Rousseau’nun düşü olan halk-devletin kurulması için gerekli ortamı yaratabilir ancak aynı zamanda büyük kötülüklere de yol açabilir.