SİYASİ TARİH - Ünite 1: Devrimler Çağı (1789-1848) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Devrimler Çağı (1789-1848)
Fransız Devrimi
Siyasi Tarih kitapları Fransız Devrimi’nin yapıldığı 1789 tarihini bir başlangıç noktası olarak alır. Bu olay sadece Avrupa değil, dünya siyasi dengelerini de köklü biçimde etkileyen sonuçlara yol açmıştır.
Devrim’in Nedenleri
Avrupa’nın öncü devletlerinden İngiltere ve Fransa, geniş ticaret imkânları ile büyük güce kavuşmuştur ve dış pazarlar için rekabetin yoğunlaşması bu iki ülkeyi birbirleriyle çatışmaya sürüklemiştir. Bu savaşlar Fransız Devrimi’nin patlak verdiği iktisadi ve toplumsal iklimin doğmasına katkı sağlamıştır. 1756-1763 yılları arasındaki Yedi Yıl Savaşları sırasında Fransa, İngiltere karşısında büyük bir hezimete uğramıştır ve İngiltere ile rekabet edebilmek için olağanüstü maddi kaynaklar sarf etmesi, ülke maliyesinin iflas etmesine yol açmıştır. Bunların yanı sıra kökünü bir önceki yüzyıldan alan, XVIII. yüzyılın uyanışı olarak adlandırılan “Aydınlanma” dönemi de Fransız Devrimi öncesindeki ortamın hazırlayıcısı oldu. Çevresindeki pek çok şeyi değiştirebileceğini gören insan, siyasal kaderini de kendi eline alabileceğini görmeye başladı, kilise dogmalarına katı inanış sarsılmış ve hükümdarların da ülkelerini dilediği şekilde yönetmesi güçleşmekteydi. “Tabii Hukuk”, “Tabii Hak” kavramlarının geliştiği, eski uygarlıkların birikim ve deneyimlerine sahip olan, okuma-yazmanın yayıldığı, edebiyatın geliştiği, dillerin akıcılık de kazandığı bu dönem yeni fikirlerin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. İngiltere ile koloniler (Amerikalılar) arasında yaşanan savaşa Fransa’nın intikam için müdahil olması zaten kötü durumda olan mali yapısının daha da bozulmasına yol açtı. 1730’lardan 1780’lere gelindiğinde, Fransa’da tüketim mallarının fiyatı % 65 oranında yükselmiş, ücret artışları ise ancak % 22’de kalmıştı. Soylular (Aristokrasi) çeşitli vergi muafiyetlerinden yararlanırken, kilise mensupları (Ruhban) ise vergi vermemekte direniyordu. Bu durumda ağır vergi yükü “orta sınıf”ın (Burjuvazi), kentlerde ve kırsal kesimde önemli sayılara ulaşan işçilerin sırtına biniyordu.
Fransa Meclisi, üç alt meclisten oluşmaktaydı. Birinci ve İkinciye aristokrasi egemen iken, üçüncü alt mecliste ise orta sınıf (burjuvazi) ile köylüler ve işçiler yer alıyordu. Özellikle Burjuvazi, kazandığı ekonomik güce rağmen siyasal açıdan hâlâ aristokrasiye bağlı olmaktan kurtulmak istiyordu. Üçüncü alt meclisteki bütün sınıflarda Aydınlanma Çağı’nın yeni fikirleri iyice yer etmiş, Fransa’da da millî egemenliğin kurulması kararlılığını yaratmıştı. İki alt meclisin üye toplamına eşit olan Üçüncü alt meclis, Meclisi boykot ederek, kendini “Milli Meclis” olarak ilan etmiştir. Kral XVI. Louis, aristokrasinin baskısıyla “Milli Meclis” in toplantı salonunu kapatarak yıldırmaya çalışsa da başarılı olamamış ve siyasal yapının ikiye bölünmesine karşı koyamamıştır. Anayasa yapılıncaya kadar dağılmayacakları yolunda ant içerek varlığını sürdüren “Milli Meclis”, Paris halkının 1789’da monarşinin sembolü olan Bastille (Bastil) hapishanesinin önünde toplanması ve birdenbire büyüyen kanlı olaylar sırasında burayı ele geçirmesi ile Kral’ı geriletmiş ve Üçüncü alt-Meclisin ilan ettiği Milli Meclisi tanımaya zorlamıştır. Devrim bu şekilde başlamıştır.
Devrim’den Sonraki 10 Yıl (1789-1799)
Milli Meclis, elde ettiği bu başarıdan sonra “feodalizmin kaldırıldığını” ilan etti fakat “yeni rejim” arayışları içerisinde, zaman ilerledikçe ve yeni hükümet biçiminin ne olacağı gibi konulara inildikçe, “Jacobin”ler (Jakobenler) ve Radikaller arasında görüş ayrılıkları doğmaya başladı. Bu sırada yurt dışına kaçan Soylular da ülkeye karşı bir savaşa hazırlanıyorlardı. İçeride ve dışarıda sıkıntılarla karşı karşıya kalan Devrim ortamında sertlik yanlıları güçlenmekteydi ve nitekim Radikallerin görüşü doğrultusunda Kral’a sadece Meclisi askıya alma yetkisinin tanındığı, tek meclisli bir sistem kurulmuştur. Bu çalkantılar Fransız Devrimi’nin “eşitlik” ilkesinin uygulanışını aksatmıştır. Halkın büyük bölümünün cahil oluşu ve siyasi görüşü bulunamayacağı düşüncesi, vatandaşları “aktif” ve “pasif” biçimde ayırma yoluna gitti ve yalnız “aktif”lere seçme hakkı tanıdı. 25 yaşın üstünde olan ve belirli bir miktar vergiyi ödeyebilen “Aktif” halkın belirleyeceği seçiciler, Yasama Meclisinin üyelerini seçebileceklerdi ve bu durum, Burjuvazi’yi yönetimde söz sahibi durumuna getiriyordu. Fransız Devrimi her alanda yeni haklar getirmekteydi fakat uygulamaya geçildiğinde orta sınıfın (Burjuvazi) çerçevesine göre biçim alan haklar kısıntıya uğradı. Fransız Devrimi, esas itibariyle Aristokrasi’ye karşı gerçekleştirilmiştir, ancak devrimcilerin Kilise’nin mallarına el koyma kararı alması Kilise’nin muhalif tarafa geçmesine sebep olmuştur.
Devrim’in yeni fikirlerinin Batı Avrupa ülkelerinde yandaş toplamaya başlamasıyla, Avrupa monarşileri bu fikirlerin kendi ülkelerinde de doğmasından kaygı duydu ve Fransa’dan kaçan Soylularında da Fransa’ya karşı savaş hazırlığı içerisinde olmaları savaş ortamını kaçınılmaz hale getirdi. Avusturya’ya açılan savaş başlangıçta Fransa için kötü gitse de, eski rejimin tekrar geri gelmesini istemeyen köylü kesimi ve işçiler Fransız Devrim’ine sahip çıktı. İngiltere ve Hollanda’ya da savaş açılmasıyla, Avrupa devletlerinin birleşerek Fransa’ya karşı sürdürecekleri, 1815’e kadar yedi kez tekrarlanacak Koalisyon Savaşları bu şekilde başlamış oldu.
1793’te ülkede dirlik ve düzeni sağlamak adına Jacobinlerin öncülüğünde Kamu Güvenliği Komitesi kuruldu, Fransa Cumhuriyeti’nin ilk anayasasının Meclis tarafından kabul edilmesiyle, içteki ve dıştaki “düşmanlara” karşı çok sert önlemler alındı. Devrim için tehlikeli bulunan Girondinler ve sayısı üçte ikisini köylülerin oluşturduğu 25.000’in üzerinde kişi idam edildi. Demokratik bir cumhuriyetin kurulmasından yana olmakla birlikte “terör dönemi”ni başlatan Robespierre, Cumhuriyet’e ihanet suçundan, bazı Jacobin arkadaşlarıyla birlikte 1794’te idam edildi.
1795 yılında yeni bir anayasa yapılarak, iki meclisli sistem benimsendi: Beşyüzler Meclisi ve Yaşlılar Meclisi. Beş direktörün yürütme işlevini yerine getirdiği bu dönemde ülke ekonomisi zor durumdaydı ve direktörlerin yolsuzluğa karışma iddiaları halkın güvenini azalttı ve isyanlara sebep oldu. 1797 seçimlerinde Monarşi yanlılarının güçlü çıkması ile, Direktuvar Yönetimi daha önceki isyanı da bastırmakta önemli rol oynayan Napoleon Bonaparte’den (Napolyon Bonapart’dan) yardım istedi. Dış güç İngiltere’nin kilit noktalarını felç etmesi istendi, ancak Fransa’ya karşı İkinci Koalisyonun doğması, Bonaparte’ı “18 Brumaire Darbesi”ni yapmaya teşvik etti.
Napoleon Dönemi (1799-1814)
Napoleon Bonaparte’ın düzenlediği askeri darbeden sonra, Fransa’da Konsüllük Yönetimi adı verilen despotik cumhuriyet kurulmuştu. Ülke üç Konsül tarafından yönetilmekteydi; Devlet Konseyi, yasaları önerme, Tribunat yasaları oylamadan tartışma, Yasama Meclisi ise yasaları tartışmadan oylama yetkisine sahipti. Napoleon 1800’de yapılan halk oylamasında “Birinci Konsül” unvanını alarak yürütme gücünü büyük ölçüde kendi elinde topladı. 1802’de İngiltere’yle Amiens Barışı’nı yaptı ve bu barış antlaşmasından sonra ülke içinde düzeni sağlayacak adımlar attı. Napoleon aynı yıl bir halk oylamasıyla kendisini ömür boyu konsül olarak seçtirdi. Ardından da 1804’te hazırlanan ve yine halk oylamasıyla benimsenen yeni bir anayasayla rejimi imparatorluğa dönüştürürken kendisinin de I. Napoleon adıyla “Fransızların İmparatoru” ilan edilmesini sağladı. Fransa içinde halkın beğenisini kazanan çeşitli reformlar yapan Napoleon, öncelikle ülke dışına kaçmış her sınıftan kişiyi tekrar Fransa’ya kabul etti, hukuk önünde eşitliği teminat altına alan Fransız Medeni Kanunu’nu (Code Napoleon), Merkez Bankasını kurarak ülkenin mali sistemini düzeltti. Lise adı verilen ortaöğretim kurumlarını oluşturdu, meslek okulları açtı. Devrim’in Katolik Kilisesi ile kopardığı bağları yeniden kurdu ve halkın desteğini aldıkça daha da cesaret kazanan Napoleon, dış ilişkilerde İngiltere’ye çatışmaktan kaçınmadı. Bir yandan da Rusya, Prusya ve Avusturya’yla savaştı. Napoleon’un açtığı savaşlara karşı Avrupa monarşilerinin yine güç birliği etmesi, Üçüncü Koalisyon Savaşını ortaya çıkardı. Napoleon Rusya, Prusya ve Avusturya’ya karşı birçok kez zafer kazandıysa da İngiltere’yi yenmeyi ve Britanya adasını istila etmeyi Trafalgar’da başaramadı. 1805’te imzalanan Pressburg Barış Antlaşması’yla Fransa, Avusturya’nın Almanya ve İtalya’daki topraklarının büyük bölümünü aldı. Fransa’nın Rusya’ya 1807’de imzaladığı Tilsit Antlaşması’yla iki ülke arasında barış tesis edilmesine rağmen, ilerleyen yıllarda Napoleon’un İngiltere’ye karşı uyguladığı kıta ablukasına Çar I. Alexander’in katılmakta gönülsüz oluşu iki ülkenin arasını yeniden açtı. Trafalgar yenilgisiyle denizden istila edemeyeceğini gördüğü İngiltere’yi, ekonomik bir savaşla çökertebileceğini hesaplayan Napoleon, İngiltere’yle ticaretten kazanç sağlayan ülkelerin kıta ablukasını delmeleri ve Kraliyet Donanması’nın da Fransız limanlarını ablukaya alışı, ticareti derinden etkileyerek, Napoleon’un kendi kendisini vurmasını sağladı. Rusya’nın 1812’de kıtasal ablukadan çıkma kararından dolayı, Napoleon’un Rusya’yı istila etmek için çıktığı Moskova Seferi kendi sonunu hazırladı. Önceleri bütün sosyal sınıflara dayanan, kitle desteğine sahip olan Napoleon’un, 1810’dan sonraki yönetiminde çevresinde gittikçe soylular çemberi oluşmaya başladı ve Aristokrasi yeniden ön plana çıktı. Değişimi ile birlikte ardı ardına mağlubiyetler alan Napoleon, İngiltere ile Avusturya, Rusya ve Prusya arasında imzalanan antlaşmada kurulan “Dörtlü İttifak”ın Koalisyon güçlerinin Paris’e girmesiyle, 1814’te müttefik güçlere teslim olarak Elbe Adası’na sürgüne gönderildi. Müttefiklerin istediği biçimde, Fransa’nın başına idam edilen XVI. Louis’nin ailesi olan “Bourbon”ların dönmüş olması barışı kolaylaştırdı.
Avrupa Uyumu
Napoleon’u yendikten sonra Müttefikler, Viyana’da Eylül 1814’te toplanan kongrede, Napoleon sonrası Avrupa’nın siyasi durumu ele alınarak, çeşitli sınır ve statü sorunlarını çözüme bağlayacaklardı. Avusturya Şansölyesi Metternich ve İngiltere Dışişleri Bakanı Castlereagh’ın öncülüğünde, Fransız işgalinden kurtulan yerlerin sınırları yeniden çizilip, yöneticileri belirlendi. Fransa’da ise Bourbon hanedanının tekrar tahta çıkması sağlandı ve Dışişleri Bakanı Talleyrand tarafından Fransa’nın temsil edilmesi önemli bir durum haline geldi. Çünkü Fransa artık “yenik” bir devlet durumundan çıkmış bulunuyordu. Viyana Kongresi temel sorunları çözdükten sonra, ortada çok konu kalmadı. Kongre’nin uluslararası ilişkiler açısından önemi, yalnızca büyüklüğünden ve siyasi yanından ileri gelmemekteydi, uluslararası hukuk açısından da önem taşımaktaydı; korsanlığın yasaklanması, uluslararası nehirlerde seyrüsefer düzenlemeleri ve köleliğin yasaklanması konularında da kararlar bu kongrede alındı. Viyana Kongresi devam ederken Elbe Adası’ndan kaçarak Paris’e gelen Napoleon, destekçilerinin de yardımıyla yeniden imparatorluğunu ilan etti. Ancak Haziran 1815’te yaptığı Waterloo Savaşı’nı kaybedince, ölene kadar kalacağı St. Helene Adası’na gönderildi. İkinci bir barış antlaşması (İkinci Paris Antlaşması) sonucunda bu sefer Fransa’ya ceza anlamında daha sert davranıldı. 1815’te Polonya sorunu yüzünden savaşın eşiğine kadar gelen Müttefikler, Napoleon korkusuyla güçlerini yeniden birleştirdiler. Metternich ve Castlereagh’nin çabalarıyla kurulan ve “güç dengesi” yaklaşımının bir sonucu olan bu konferanslar sistemine “Avrupa Uyumu” adı verildi. Bu arada İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında “Dörtlü İttifak” olarak adlandırılan bir iş birliği mekanizması kuruldu. Ayrıca, Rusya, Prusya ve Avusturya arasında “Kutsal İttifak” oluşturuldu. Çar I. Alexander’ın, “Hristiyanlığın korunması amacıyla” önerdiği bu ittifak, gerçekte üç monarşinin Avrupa’daki liberal akımlara karşı bir set oluşturmasına yönelikti. Viyana Kongresi, Fransa’yı da yeni düzenlemenin oluşturulmasına kattığı için, çok az tepkinin doğmasını sağlamıştır. Fransa’ya karşı takınılan “ağır cezalandırma” yerine “dengeleme” yaklaşımı Viyana Düzenini güçlendiren temel bir etken niteliğindeydi. Öte yandan Viyana’daki sınır değişiklikleri ve yeni oluşturulan devletler birçok yerde ulusların parçalanmasına yol açmaktaydı. Dahası, Fransız Devrimi’yle birlikte gelişen siyasi ve medeni hakların büyük ölçüde sınırlandırıldığı otoriter monarşilerin tesis edilmesi, hak ve özgürlükler mücadelesi yürütenlerde rahatsızlık meydana getirmekteydi. Kendilerine danışılmadan karşı karşıya bırakıldıkları bu oldu bittiler, halkta yeni milliyetçi ve liberal tepkiler doğurdu. Avrupa Uyumu çerçevesinde düzenlenen kongrelerde bir araya gelen Avrupa’nın büyük güçleri, söz konusu ayaklanmaları bastırmak için uzun süre ortaklaşa hareket ettiler. İtalya ve İspanya’daki ayaklanmalar Avrupa Uyumu çerçevesinde yapılan kongrelerde alınan önlemlerle bastırıldı. Fakat Avrupa devletleri 1821’de başlayan Yunan ayaklanmasına aynı şekilde karşı çıkamadılar. Yeni siyasi güçleriyle uzlaşmak yerine onlara karşı tutucu ve güçsüz rejimleri ayakta tutmaya çalışan bir sistem başarısız kalmaya mahkumdu. “Avrupa Uyumu” sistemi, ne liberalizmin ve milliyetçiliğin, ne de uzun dönemde siyasi akımların gittikçe güçlenmesini önleyebilmiştir. Zenginleşen burjuvazi, kendi görüşüne uygun bir hükümet biçimi doğrultusunda çalışıyordu ve Napoleon’un yenilgisinden bu yana Avrupa’daki yenilikçi akımlar üzerinde yoğunlaşan baskıların, en sonunda bir patlamaya yol açması kaçınılmazdı.
Avrupa’da 1830 ve 1848 Devrimleri
Fransız Devrimi, devrim sonrasında yaşanan uzun süreli savaşlar ve XVIII. yüzyılın son çeyreğinde başlayan Sanayi Devrimi’nin meydana getirdiği siyasal, ekonomik ve sosyal şartlar, Avrupa’da yeni siyasal doktrinlerin ortaya çıkmasına ve taraftar toplamasına yol açtı. 1819’da “Liberalizm”, 1820’de “Radikalizm” (Cumhuriyetçilik), 1832’de “Sosyalizm”, 1835’te “Muhafazakârlık” kelimeleri siyasal alanda kullanılmaya başladı. Yine 1830’larda “bireycilik”, “anayasacılık” gibi kavramlar yaygınlık kazandı. “Milliyetçilik” ve “Komünizm” ise 1840’larda siyaset sözlüğüne dahil oldular. Elbette bu fikirlerin kökü daha eskiye - genellikle de Aydınlanma Çağı’na - dayanmaktaydı. Fransız Devrimi fikirlere yeni bir dinamizm getirmişti ve sosyal bilimler, toplumu bir bütün olarak ele almakta ve biçimlendirmekteydi. XIX. yüzyılda bu kadar çok kavram ve doktrinden söz edilmeye başlaması ise insanların fikirlerini artık çok daha sistemli bir yapıya kavuşturmakta olduğunu gösteriyordu. Bu görüşlerin Avrupa siyasetinde yükselişe geçmesi, zaman zaman yeni siyasal çalkantıların yaşanmasını da beraberinde getirdi. XIX. yüzyılın ilk yarısında 1830 ve 1848’de çeşitli Avrupa ülkelerinde devrimler yaşandı. 1830 Devrimlerinde “asil”, “idealist” yön egemendi. 1830, özgürlük yolunda bir halk hareketi niteliğindeydi; yoksa bir “sınıf hareketi” değildi. 1830 Devrimleri, 1848 Devrimleri’nin ve ondan sonraki dönemin “maddeci”, “gerçekçi” ve “bilimsel” havasından çok farklı bir özellik taşıyordu. 1830’da temel güç Liberalizm’di; 1848’de ise öne geçen Milliyetçilik ve Sosyalizm oldu.
Fransa’da monarşinin sona ermesine ve cumhuriyetin tekrar kurulmasına yol açan 1830 Devrimleri, Belçika’nın bağımsızlığını kazanmasını da sağladı. Polonya’daki milliyetçi ayaklanma ise Rusya tarafından kanlı biçimde bastırıldı. İngiltere, halkın beklentilerini zamanında karşılayan reformlar yaparak 1830 Devrimlerinin yıkıcı etkisinden büyük ölçüde kurtuldu. 1830 Devrimleri sırasında Batı Avrupa’da Burjuvazi güç kazandı. Bu durumun sonucu, işçi sınıfının hoşnutsuzluğu oldu. Fransa’da, toplumun en alt katında yer alan proletaryadan kaygıyla söz edilmeye başlanmıştı. Siyasi hakları da kısıtlı olunca hoşnutsuzluk içindeki kitleler siyasi amaçlarına meşru yol yerine devrimci kanallardan ulaşmaya yöneldiler.
Giderek daha büyük sosyal ve ekonomik sıkıntılarla boğuşmaya başlayan dar gelirli kesimler ise tepkilerini 1848’de patlamaya dönüştürdü. Avrupa’da pek çok insan, aynı özgürlüklere kavuşmak istiyor, aynı milli istekleri duyuyordu. Öte yandan 1830’da mücadele gelenekselci ve yenilikçi güçler arasındayken, 1848’de yenilikçi güçlerin kendi aralarında da çatışmalar olmuştur. Bu olaylar sırasında “sınıf çatışması” ve nefret duyguları bilenmiştir ve Marksizm’in ilk unsurları ortaya çıkmıştır. 1848 Devrimleri yine ilk olarak Fransa’da başladı. İkinci cumhuriyetin sona ermesine ve Napoleon Bonaparte’ın yeğeninin III. Napoleon adıyla kendisini imparator ilan etmesine yol açan gelişmeler, Fransa’da daha özgürlükçü değil, daha otoriter bir yönetimin iş başına gelmesiyle sonuçlandı. Avusturya’da devrimler Metternich’in siyasi sonunu getirdi. Avrupa Uyumu’nun mimarı hem görevini hem de ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Macaristan’daki milliyetçi ayaklanma ise Avusturya tarafından bastırıldı.
1848 Devrimleri, Liberal ve Sosyalist yanlarıyla Fransa’da geçici bir başarıdan sonra başarısızlığa dönüşmüştür, milliyetçi yanıyla da Almanya, İtalya ve Macaristan’da başarısızlıkla sonuçlandı. Belçika, Danimarka, Hollanda, İsviçre ve Sardinya’da ise liberal yanının, anayasaları (özgürlükleri) güçlendirdiği görülmektedir. Fakat yine de 1848 Devrimlerinin genellikle başarısızlıkla sonuçlandığını söylemek doğru olacaktır.
1848’in başarısızlığı, bir yönüyle Avrupa’da demokrasinin gelişmesini aksatmış sayılabilir. Ancak, öte yandan bu başarısızlığın Avrupa’yı harabeye dönmekten kurtardığını söylemek de mümkündür. Avrupa’daki yenilikçi hareketlerin en amansız düşmanı haline gelen güçlü Rusya’ya karşı savaşı zorunlu kılacaktı. Böyle bir savaş ise bir yandan sınıf çatışmalarını, öte yandan da milliyetçi duyguları kamçılayarak Avrupa’yı kısa zamanda genel bir kargaşaya sürükleyebilir ve Avrupa’nın yıkımı haline gelebilirdi. Avrupa’nın genel savaşa sürüklenmekten kurtulup, hiç değilse yarım yüzyılı aşan bir süre için barış dönemine girmesi, Avrupa uygarlığının gelişmesine de yardımcı olmuştur. 1848’in yarattığı yeni çerçevede, dünyaya bakışın da değiştiği görülmektedir. Romantizm (İdealizm) yerini Realizm’e bırakıyordu ve “Realizm”e göre, iyi bir fikir ancak başarı kazanabilecek olandı. Bu çerçevede, 1848 sonrasında genellikle her yerde koyu bir mantık yapısının öne geçmeye başladığı görülüyordu. Bilime - özellikle fen dallarına - olan güven de artmıştır.
ABD’nin Uluslararası Alanda Yükselişi
XV. yüzyılda Amerika kıtasındaki İspanya ve Portekiz’in üstünlüğü, XVI. yüzyılın sonları - XVII. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın eline geçmişti. İngiltere Kuzey Amerika’daki sömürge alanlarına (koloniler) egemen olabilmek için Fransa’yla dört defa savaştı. İngiltere, Yedi Yıl Savaşları’nda (1756- 1763) Fransa’yı yenerek, 1763 Paris Antlaşması’yla Kuzey Amerika kıtasının neredeyse tamamını ele geçirdi. Savaşlar Fransız gücünü tümüyle ortadan kaldırarak, bölgeyi İngilizce konuşanların egemenliğine bıraktı. Amerikan bağımsızlık mücadelesi, İngilizlerin Yeni Dünya’ya getirdikleri ilkelere dayanılarak yürütülmüştür.
İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşı vererek Amerika Birleşik Devletleri’ni kuran Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonileri, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren hiçbir ülkenin sahip olmadığı çok önemli bazı avantajlara sahip oldular. 2,5 milyon kilometrekarelik bir yüz ölçümüne sahip olan ABD, büyük çoğunluğu İngilizce konuşan 300.000 kişilik türdeş bir nüfusa sahipti. Nüfusunun çok büyük bir bölümünün Protestan oluşu, Avrupa’dakilere benzer dinsel ayrışmaların yaşanmasının önünde bir engeldi. Amerikan yerlilerinin (Kızılderililer) yaşadığı topraklara doğru bir genişleme imkânına sahip olan ABD, özellikle XIX. yüzyılın ortalarından itibaren tüm kıtaya yayılma politikası izledi.
Bir cumhuriyet olarak kurulan ABD’de, Anayasa devleti yönetme sorumluluğunu 4 yıllık görev süresi için seçilen başkana vermekle birlikte, Temsilciler Meclisi ve Senato adlarında iki kamaraya sahip ABD Kongresi (Meclis), Başkan’ın eylemleri üzerinde güçlü bir denetim yetkisine sahipti. 1789’da ABD’nin ilk başkanı George Washington seçildi. Dış politikayı oluşturma ve yürütme görevinin de verildiği başkan, “federe devletleri” (eyalet) olan eski kolonilerde yaşayanların talepleri doğrultusunda, ticaretin geliştirilmesine dayalı bir dış politika izlemeye başladı. ABD, Avrupa güçleri arasında yaşanan çatışmalardan büyük ölçüde yararlandı. Özellikle Napoleon’un İberik Yarımadası’nı işgal etmesi üzerine etkinliği ortadan kalkan İspanya’nın Orta ve Güney Amerika’daki sömürgelerinin bağımsızlık çabalarını destekledi. Böylece kendisine ekonomik ve siyasi bir nüfuz alanı kurmak istiyordu.
ABD’nin bu ilk yıllarında, ana hatlarıyla İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan temel bir dış politika ilkesi de ortaya çıktı. “Yalnızcılık” (izolasyonizm) adı verilen bu ilke iki aşamada olgunlaştı. Birincisi, ilk başkan Washington’un görev süresinin sonunda 1796’da Kongre’de yaptığı “Veda Konuşması”dır. Washington, ABD’nin “Avrupa ile mümkün olduğunca az siyasi ilişki kurulmasını” ve “yabancı ülkelerle sürekli ittifaklara girmekten kaçınılmasını” tavsiye etmiştir. Yalnızcılık politikasının ikinci aşaması ise 1823’te Başkan James Monroe tarafından ilan edilen “Monroe Doktrini”dir. Buna göre ABD, Amerikan kıtalarında Avrupa ülkelerinin yeni sömürgeler elde etmesine izin vermeyecekti. Avrupa ülkelerindeki “despotik” rejimlerin “Batı Yarıküresinde” yayılması hoş karşılanamazdı. Bu yönde atılacak her adım ABD’nin güvenliğine ve barışına karşı atılmış tehlikeli bir hamle olarak değerlendirilecekti. Bu doktrine dayanarak ABD Güney Amerika’yı adeta “arka bahçesi”ne dönüştürecek, adını “sömürge” koymadan, bu kıtadaki ülkelerin ekonomik kaynaklarından sonuna kadar yararlanma yoluna gidecektir ve bunu yaparken de Avrupa’daki siyasi mücadelelerin her zaman dışında kalmaya gayret edecektir.