SÖMÜRGECİLİK TARİHİ (AVRUPA-AMERİKA) - Ünite 6: Modern Sömürgecilik Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 6: Modern Sömürgecilik
I. Dünya Savaşı Sonrası Durum
XX. yüzyıl başında güçlü ülkeler arasındaki rekabetin sömürgeler ve yeni pazarlar adına sıcak çatışmaya dönüşmesi, I. Dünya Savaşı’na sebep oldu. Ortaya çıkan tahribatı tamir edebilmek adına Dünya Savaşı sonrasında “demokratik ve özgür milletler düşüncesi” kendisine geniş bir taraftar buldu. Liberal fikirlere dayanan bu düşünceler, Amerikan Başkanı Wilson’un 14 prensibiyle somut anlam kazandı. Wilson, savaş sonrası için self-determinasyon (kendi geleceğini tayin etme hakkı), şeffaflık, silahsızlanma ve serbest ticarete dayalı bir sistem öneriyordu.
Savaşı kaybeden Almanya’ya yönelik ağır yaptırımlar içeren Versay Antlaşması, galiplerden başta Fransızlar olmak üzere kimseyi memnun etmedi. Almanların anlaşma şartlarına yönelik sert tepkisi Alman siyasetinde “nasyonal sosyalizm” düşüncesinin yükselmesinde etkili oldu. Anlaşma bir yönüyle de Rus, Bolşevik tehdidinin önlenebilmesi için galip devletler arasında sağlanmış bir mutabakattı. Diğer taraftan 1917’de savaştan ayrılan ve gizli anlaşmaları ifşa eden Rusya, emperyalizme karşı âdeta psikolojik bir hamle başlatmıştı. Savaş sonrasında ortaya çıkan yeni devletler Wilson’un öngördüğü nüfus yapılarına sahip olmadığı gibi içlerinde etnik ve dinî anlamda birbirinden farklı birçok millet bulunmaktaydı. Sahip oldukları karmaşık yapı, milletlerin kendi aralarında yaşadıkları çatışmaların temelini teşkil ederken aynı zamanda onları istilaya açık hâle getirdi.
Savaştan sonraki 10 yıl boyunca Milletler Cemiyeti öncülüğündeki “özgür ve demokratik dünya projesi” nin etkisiyle emperyalizm sorunu bir süre ertelendi. Almanya, Japonya, Rusya ve İtalya gibi ülkelerdeki diktatör rejimlerin etkisiyle dünya yeni bir sömürgeci rekabetle karşılaştı. Çin’e saldırarak (1931) Uzak Doğu’da imparatorluk düşüncesini alevlendiren Japonya’nın yanı sıra, Versay’ın rövanşını almaya hazırlanan Nazi Almanyası ve Habeşistan’a saldırarak geleneksel sömürgeciliği yeniden başlatan faşist İtalya’nın izlediği politikalar yeni bir emperyalist çatışmanın habercisiydi. İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerini elde tutma çabasına Rusya’nın emelleri de eklenince dünya yine kendini sömürgecilik sarmalında bulmuş oldu.
Savaş sonrasında emperyalist yarıştan çekildiği düşünülen Rusya, Stalin idaresinde yoğun propaganda faaliyetleriyle yeni bir emperyalist tutumla geri döndü. Başta Avrupa’nın doğusu olmak üzere Asya ve Pasifik’e kadar etki alanlarını genişletmeyi hedefleyen Rusya ile önderliğini Amerika’nın üstlendiği liberal batı arasında yaşanan sosyal, ekonomik ve siyasî çatışma, “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan iki kutuplu dünyanın en önemli olgusudur.
1941 yılı içinde Japonların Pearl Harbor’a düzenlediği intihar saldırıları, Amerika’nın kendi içine kapandığı günlerin sonu oldu. İstikrar ve güven için küresel müdahalenin gerekliliğine inanan Amerikalılar yalnızca finansal değil askerî operasyonlarla da dünya üzerinde egemen güç hâline geldi. Amerikan birlikleri 1943’te giriştikleri Uzak Doğu macerasını Japonya’ya atom bombası atarak sona erdirdiler.
Geleneksel Sömürgeciliğin Sona Ermesi
Batı yayılmacılığı XX. yüzyılın hemen başında ekonomik ve siyasî olarak zirve noktasındaydı. Yüzyılın hemen başında dünyanın önde gelen güçleri arasında Afrika’nın paylaşılması üzerine yapılan çatışmalar, Çin-Japon Savaşı, İspanyol-Amerikan Savaşı, Boer Savaşı ve Rus-Japon Savaşı gibi mücadeleler, geleneksel sömürgecilikten farklı olarak kapitalist olguyla yakından bağlantılı yeni bir tür emperyalizmin gelişmekte olduğunun bir göstergesiydi.
XX. yüzyılın başına gelindiğinde Afrika’nın tamamının sömürgeleştirilmesi gerçekleştirilmiş fakat Çin ve Japonya’yı hâkimiyeti altına almaya çalışan Batılılar beklenmedik direnişle karşılaşmıştı. I Dünya Savaşı’ndan kârlı çıkan iki büyük sömürgeci (İngiltere ve Fransa) imparatorluktan özellikle İngiltere, Arap coğrafyasında oluşturduğu nüfuz alanlarıyla petrol kaynakları üzerinde önemli bir kontrol sağladı. İtalya’nın Habeşistan’a yönelik operasyonu (1936) Avrupa sömürgeciliğinin son başarılı hamlesiydi ve bundan sonraki süreçte düşüşe geçti.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Arap coğrafyasındaki petrol bölgelerinin çoğunu ele geçiren İngiltere, yüzyılın ortalarına kadar bölgedeki üstünlüğünü devam ettirdi. Fakat savaş sırasında ekonomik açıdan yıpranan İngiliz İmparatorluğu, denizaşırı coğrafyalardaki üstünlüğü koruyabilecek kaynaklardan mahrumdu. Uzak Doğu, Akdeniz ve Afrika’da güç kaybetmeye başladı. İngiliz şirketler savaş sonrasında yerel ayaklanmalar, Bolşevik propaganda ve Amerikan rekabetiyle karşı karşıya kaldı ve petrol bölgeleri ile denizaşırı sömürgelerin idaresi zorlaştı. Amerikan şirketlerinin petrol bölgelerinden pay alma çabaları, İngilizleri kontrolü elde tutmak için tedbirler almaya sevk ettiyse de başarı elde edilmedi ve İngiltere’nin Orta Doğu petrolleri üzerindeki hâkimiyeti sarsıldı.
İngiltere’nin düşüşü II. Dünya Savaşı sonrasında devam etti. Denizaşırı coğrafyalardaki sömürgelerin elde tutulması en önemli giderlerden biriydi ve bu yükten kurtulmak için İngilizler, önce Hindistan arkasından Burma, Sri Lanka gibi önemli sömürgelerden çekilmek zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra artan ulusçuluk hareketleri geleneksel sömürgeciliğin düşüşe geçmesinde etkili oldu. Bu tarihten itibaren sömürülen halklar arasındaki ulus bilinci artmaya başladı. Afrika ve Uzak Doğu halkları arasında yayılan bu duygular, 1905 yılında Japonya’nın Ruslara karşı kazandığı zaferle doruk noktasına ulaştı.
1920’lerde ciddi problemlerle karşılaşan geleneksel sömürgeci yapılar 1929 Kriziyle ekonomik açıdan derin bir darbe aldı. İngiltere başta olmak üzere Fransa ve diğer sömürge imparatorlukları finansal bir darboğazın eşiğine geldi. Krizi takip eden II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa imparatorluklarının sömürgeler üzerindeki etkisi yok olmaya başladı. Savaş öncesi İngiliz ekonomisi, Amerika ve Almanya gibi ülkelerle rekabet edebilecek düzeyde iken savaş boyunca yapılan aşırı harcamalar ve mali kriz İngiltere’nin denizaşırı coğrafyalarda bulunan sömürgelerinden kademeli olarak ayrılmasıyla sonuçlandı. Ulusal mücadele hareketlerinin giderek hızlanması Avrupa merkezli sömürge imparatorluklarının dağılmasında ciddi bir etken oldu. Hindistan, Fas, Tunus, Malezya, Kenya, Cezayir gibi sömürgelerde bağımsızlık yanlısı ayaklanmalar çıktı. Ayaklanmalarla gelen iç çatışmalar sürmekte olan sömürgeci yapının kırılmasına engel oldu.
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle sömürgelerin bağımsızlık süreci başladı. 1946-47’de Suriye ve Lübnan bağımsızlığını elde ederken bağımsızlık hareketleri 1954’ten itibaren daha da hızlandı. Fransa, Belçika, Hollanda ve Portekiz sömürgeleri bağımsızlıklarını ilan ettiler. 1946’da Hindistan’a bağımsızlık garantisi verilmesinin ardından, Batı Afrika’da da yeni bir dönem başladı. Nijerya, Togo ve Benin 1960 itibarıyla bağımsız birer devlet olarak ortaya çıktı. Onları 1961’de Tanzanya, Uganda ve Kenya takip etti. 1964’te Malavi ve Zambiya bağımsız Afrikalı devletler arasında yerini aldı.
1929 Krizi, Fransız İmparatorluğu için de bir dönüm noktasıydı. Fransız ticaretini elinde bulunduran özel sektörün içine düştüğü malî sıkıntı, sömürgeleriyle olan ticarî ilişkilerinin zayıflamasına neden oldu. Sömürgeleri idare etmenin bedelinin artması Fransa kamuoyunda sömürgecilik karşıtı düşüncelerin şiddetlenmesine zemin oluşturdu. Malî krizin artmasıyla dominyonlardaki kontrol azaldı ve Fransa sömürgelerdeki özgürlükçü hareketlerle baş edemez duruma geldi. Sonunda De Gaulle dönemiyle birlikte Fransa, yüzyılın ortalarına gelindiğinde geleneksel sömürge politikalarından vazgeçmek zorunda kaldı.
II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın küresel aktörlüğe soyunması, Avrupa merkezli sömürge imparatorluklarının sonunu hızlandıran diğer önemli gelişmedir. Amerika’nın Güney Amerika’da sürdürdüğü emperyalist uygulamaları küresel bir boyuta taşıma arzusu, Batı sömürgeciliğinin temsil kabiliyetinin Avrupa’dan Amerika’ya geçmesi noktasında bir başlangıç oldu. Süveyş Krizi’nde (1956), İsrail’le iş birliği yapan İngiltere ve Fransa’nın, Sovyetler karşısında başarısız olması ve krizin ancak Amerika’nın araya girmesiyle aşılması geleneksel sömürge imparatorluklarının sonunu işaret ettiği gibi Amerika’nın dünya üzerindeki etkisini giderek artırdığının da bir göstergesi niteliğindedir. Amerika’nın başını çektiği yeni tip sömürgeciliğin önceliği ekonomik çıkarlardan ziyade stratejik üstünlüğü elde etmeye yönelikti. Yeni dönemde siyasî kontrolü ele geçirmek öncelikli hedef olarak belirlenmişti.
Latin Amerika Ve Pasifik’te Amerikan Sömürgeciliği
ABD merkezli sömürgeci politikaların ve yayılmacılığın ilk uygulamaya konulduğu coğrafya Latin Amerika olmuştur. ABD Başkanı Monroe’nin ilan ettiği Monroe Doktrini (1823) ile Latin Amerika’nın hamili olduğunu ilan eden ABD, İspanya’nın egemenliğinin sona ermesinin ardından, güneydeki etkisini artırdı. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898) neticesinde İspanyol sömürgelerinin çoğunu ele geçirdi. Savaş sonrasında Paris Anlaşması’yla İspanya; Guam, Porto Riko ve Filipinleri Amerika’ya bırakmış, ayrıca Küba Amerikan kontrolüne girmişti. Sonraki dönemde Santo Domingo, Nikaragua, Haiti, Panama’da gerçekleştirdiği operasyonlarla Amerika bölgenin tek hâkim gücü hâline geldi.
Venezuella Krizi (1902), Latin Amerika üzerindeki ABD hegemonyasını sağlamlaştırdı. Kriz esnasında Başkan Theodore Roosevelt’in Latin Amerika’ya yönelik Avrupa kuşatmasına karşı tavrını açıkça ortaya koyması, Güney Amerika halkları arasında önemli bir etki yaratmıştı. Latin Amerikalılar, Monroe Doktrini çerçevesinde gerçeklesen bu meydan okumayı kendilerine yönelik bir destek olarak algıladı. Ancak bu tavır Amerikan ekonomik çıkarlarının meşrulaştırılmasına doğrudan hizmet etmekteydi. I. Dünya Savaşı sırasında Latin Amerika üzerindeki ABD etkisi artmaya devam etti. İngiltere’nin aleyhine genişleyen bölgedeki Amerikan ticaret hacmi %32’lik bir paya ulaştı. Bölge ülkeleri artık sermayelerini Londra ve Paris’ten daha çok New York bankalarında değerlendiriyordu.
Roosevelt, Wilson ve Hoover’in başkanlıkları döneminde sürdürülen kuşatıcı politikaların temel hedefini kıtanın dış müdahalelerden arındırılmasına yönelik çabalar teşkil etti. 1930’larda ABD “İyi Komşu Politikası” denilen ve Latin Amerika ülkelerinin iç işlerine müdahaleyi asgariye indiren bir dizi uygulamanın altına imza attı. Bu süreçte ABD, Latin Amerika ülkelerinin iç işlerine saygıyı esas alan dış müdahalelere kapalı, devletlerin eşitliğine dayalı bir PanAmerikan sistemi kurma çabalarını yoğunlaştırdı ve Lima Bildirgesi (1938) ile bu amaca büyük oranda ulaşılmış oldu.
Pasifik’i kontrol etme iddiasında olan Amerika’nın ilk durağı olan Filipinler, yayılmacı politikaları denemesi açısından bir okul, Amerikan tarzı sömürgeciliğin mahiyetini anlamak bakımından da bir örnek niteliğindedir. İlhaktan sonra öncelikle Amerikan kurumlarının kurulduğu görülmektedir. Amerikalı yetkililerin birçoğu danışmanlık ve eğitim hizmetlerini üstlenmişti ve ulaşılmak istenen hedef kitle yerli elitlerdi. 1946’daki bağımsızlık anına gelindiğinde başkanlık rejimi, güçler ayrılığı prensibi, iki partili sistem ve özel mülkiyete verilen önemle Filipinler Amerika’yı taklit ediyordu. Fakat sınıf mücadelesinin durulmasını sağlayan demokrasi Filipinlere ekonomik büyümeyi getirmediği gibi gelir dağılımındaki eşitsizliğin giderilmesine de katkı sağlamadı. Bölgeden ayrılmasına rağmen arkada bıraktığı ekonomik ve askerî kurumlarla Amerika, Filipinleri kendisine mecbur bırakmış, yeni iktidar da sistemin devam ettirilebilmesi için ona müracaat etmek durumunda kalmıştı.
Filipinler’den, sonraki uygulamaların çoğu buradaki tecrübeye benzedi. Siyasî kontrol için öncelikle yerli bir elit oluşturuluyor ve elitler üzerinden bölgenin sosyo-kültürel yapısına hâkim olduktan sonra Amerika’ya düşman olmayacak bir sistemin inşası tamamlanmış oluyordu.
Soğuk Savaş Döneminde Amerikan Sömürgeciliği
Amerika’nın dünya üzerindeki stratejik üstünlüğü ele geçirmeye yönelik çabaları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlandı. Etkin bir savunma stratejisi ve komünizme karşı mücadele temelinde olan bu çabaların amacı hâkimiyet alanı Amerika ile sınırlı olmayan Asya’nın doğu kıyılarına ve Orta Doğu’ya kadar uzanan âdeta bir imparatorluk inşa etmekti. Kore veya Vietnam’da olduğu gibi daha sonra gerçekleştirilen Körfez Harekâtı’nın temelinde yatan neden, Amerika tarafından sözde Sovyetlere karşı kurulmaya çalışılan stratejik kontrol mekanizmasına yönelik dış müdahaleler yahut eksen kaymalarıdır.
II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan geleneksel sömürgeciliğin tasfiye süreci, Avrupalıların çekildiği bölgelerde Amerikan hegemonyasının kurulmasıyla tamamlanmıştır. Bu dönemde doğrudan işgal yoluna giden geleneksel sömürge imparatorluklarının aksine Amerika, hedeflediği coğrafyaları ekonomik, siyasî veya askerî baskı ile kontrolü altına almayı tercih etmiştir. ABD’nin kurmaya çalıştığı sistem geleneksel sömürge imparatorluklarının aleyhine ilerleyen bir süreçti. Savaş sonrasında eski sömürgelerin bağımsızlıklarını ilan etmeleri Amerika açısından bir fırsat niteliğindeydi. Dünyadaki siyasî yapıyı istediği yönde değiştirmeye koyulan Amerika, bu ülkelerle yakınlaşıyor, himayeci ve müdahaleci tavırla onları kendi kontrol mekanizması içinde tutmasını biliyordu.
II. Dünya Savaşı sonrasında fikrî temelini komünist ideoloji üzerine kurmuş Sovyetler Birliği dünya siyaset sahnesindeki yerini aldı. Alman-Sovyet Paktı (1939) ile Doğu Avrupa’yı Almanya ile paylaşan Sovyetler, daha sonra Polonya’nın doğusunu, Estonya, Letonya ve Litvanya’yı kontrol altına aldı. 1939-40 yıllarındaki arasındaki Fin-Rus Savaşı ile sınırlarına Finlandiya’yı da dâhil eden Sovyetler, siyasî ve kültürel etki alanlarını Arnavutluk, Bulgaristan, Macaristan, Romanya ve Polonya’ya kadar genişletti.
Rusya gibi komünist idare altında olan Çin, 1949 yılında kendi kıtasının tamamında kontrolü ele geçirmişti. Müslüman Türk unsurların yaşadığı Asya’nın orta kısmında yer alan Doğu Türkistan topraklarında 1933 ve 1944’te ilan edilen cumhuriyet 1949 yılında yıkılmıştır. Güneydoğu Asya’da sahip olduğu gücü artırma çabasına giren Çin hükûmeti, Tibet’i ele geçirmek için askerî güç kullandı. Eski sömürge imparatorluklarının askerî veya ekonomik yöntemler kullanmalarının aksine iki komünist imparatorluk, bunlardan ziyade yerel komünist partilerin iktidara gelmesine destek veriyor, böylece kültürel ve ekonomik değişim programlarını devreye sokma fırsatı elde edebiliyordu.
ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında ekonomik açıdan stratejik önemi olan bölgelerin kontrolünü ele geçirmek için “Büyük Bölge” projesini devreye soktu. Projeyle dünyanın doğudan batıya kontrolü için gerekli olan bölgeler tespit edildi. Bu bölgeler; yarı kürenin batı kısmı, İngiliz İmparatorluğu’nun eski hâkimiyet alanları ve Uzak Doğu’ydu. Projenin en can alıcı noktası Orta Doğu’daki zengin petrol rezervleri 1950’lerden itibaren Amerika’nın doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalelerine sahne oldu.
Sovyetlerin giderek artan gücü ve savaş sonrasındaki toprak kazanımları “Büyük Bölge” projesinin uygulanmasında Amerika’yı yeni bir sorunla baş başa bıraktı. Süveyş Krizi esnasında, Arap coğrafyasının Sovyetler tarafına kaymasından endişe ederek Batılı müttefiklerine rağmen Nasır’la, dolayısıyla Sovyetlerle aynı tavrı koyan Amerika, bu istisnaya rağmen ilerleyen süreçte politikalarının neredeyse tamamını komünist dünya ile çatışma üzerine biçimlendirdi. Avrupa, Kore, Vietnam ve Çin’deki komünist tehdidi algılayan ve müdahale eden Amerika, Arap coğrafyasında da Sovyetler lehine oluşacak bir yapılanmanın önüne geçmek için büyük çaba sarf etti. Soğuk Savaş sürecinin Amerikan iç ve dış politikalarına farklı yansımaları oldu. Sol karşıtı politikayla içerde muhalefet bastırılmış, dışarda ise Amerika özgürlük ve demokrasinin tek koruyucusu olmuştu. Böylece Amerika, Sovyetlere karşı gelişen bütün hareketlere destek vereceğini açıkça ilan ediyordu.
II. Dünya Savaşı bittiğinde dünyanın en çok üssüne sahip ülkesi ABD oldu. Amerikan üslerinin birçoğu II. Dünya, Kore, Vietnam, Körfez Savaşları sırasında oluşmuştu. Truman Doktrini, Marshall Planı ve Uzak Doğu ülkelerine verilen siyasi ya da ekonomik destek etki alanının genişletilmesiyle ilgiliydi. Bir yandan Pasifik’teki üstünlüğü ele geçirmeye çalışan Amerika, diğer yandan Orta Doğu petrolleri üzerinde kontrol sağlamak ve eksen kaymalarını önleyebilmek için Arap dünyasıyla ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyordu.
ABD’nin takip ettiği diğer bir yöntem ise bazı devletleri Birleşmiş Milletler, NATO, SEATO ve Bağdat Paktı gibi uluslararası örgütler etrafında toplamak oldu. Yeni dönemde gerçekleştirilen operasyonlar küresel hukuka dayandırılmak zorundaydı ve Birleşmiş Milletler, NATO gibi kurumlar Amerikan politikalarına rahatlıkla aracılık edebilecek donanıma sahipti. İdarenin dost iktidarlarda olması için her türlü operasyon ve dış müdahale araçları kullanılıyordu. Guatemala, Brezilya, Kongo, Dominik Cumhuriyeti, Endonezya, Şili ve bazı Orta Doğu ülkelerinde yapılan operasyonlar ve darbeler bu amaca yönelikti.
Amerika’nın yeni dönemdeki stratejilerinin temel dayanak noktasını demokratik bir söylem ve komünizm karşıtlığı oluşturuyordu. Dünya üzerindeki müdahalelerde Amerika, kendisine karşı geliştirilen söylemleri komünizm çatısı altında değerlendirdi, verilen mücadeleyi ise demokrasi mücadelesi olarak sundu. Amerikan dış politikası genel olarak kapitalist sermayenin etkisindeydi. Sahip olduğu askerî potansiyel küresel ekonomik sömürü sistemlerinin yerleştirilmesine yönelik “özgür bir ticaret dünyası” oluşturma projesinin de en önemli sacayaklarından biriydi.
Çin’i kuşatmak ve Pasifik’i denetlemek için Vietnam’ın kontrolünün şart olduğunun farkında olan Amerikan hükümetleri Vietnam konusunda bir devamlılık sergiledi. 1950’lerin ortalarında Amerika, Vietnam’ı ikiye böldü ve güneyde kendi güdümü altında bir iktidarın iş başına gelmesini sağladı. 1960’larda Vietnam’ın güneyinde kontrol tamamen ele geçirildi. Fakat uzun süren çatışmalarda gerilla savaşına karşı duramayan Amerikan askerleri Vietnam’dan çekilmek zorunda kaldı.
Amerikan emperyal sisteminin tesis edilmesi için ekonomik iş birliği araçlarının geliştirilmesine de ihtiyaç vardı. Bunun için ilk ve en önemli adımlardan biri olan Bretton Woods Anlaşması’nın amacı, Amerika’nın hedeflediği ekonomik kontrol mekanizmasını tüm dünyada hâkim kılmaktı. Anlaşmaya Doğu Bloku ülkelerinin katılmayışı, düzenlemenin Sovyet sistemine karşı hayata geçirildiğinin bir göstergesidir. Anlaşmayla dünya üzerindeki para sistemi Amerikan dolarına endekslendiği gibi Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi ABD’nin uluslararası ekonomiyi kontrol edebilmesine aracılık edebilecek kuruluşlar ortaya çıktı.
Soğuk Savaş’ın ilk dönemlerinde komünizme karşı mücadelede öne çıkan diğer bir Amerikan politikası, Truman Doktrini’dir. Komünizmin yayılmacı etkisini Amerika’nın güvenliği ve çıkarları için tehdit gören ve istila tehlikesi altında olanlara yardım yapılmasını öngören Başkan Truman, Sovyetlerin Akdeniz’e doğru ilerlemesini durdurabilmek için bu bölgedeki Türkiye ve Yunanistan’a yardım kararı aldı. Bunu daha sonra 16 Avrupa ülkesine yönelik olarak devreye sokulan Marshall yardımı takip etti.
Kore ve Vietnam tecrübelerinden sonra yalnızca Amerikan şirketlerinin denizaşırı yerlerdeki kontrolü elde etmede yeterli olmadığını gören Amerika, Uzak Doğu’da farklı bir politika uygulama yoluna gitti ve Asya ülkelerinin kendi yerli yatırımcılarına destek vermeye başladı. Yalnızca askerî ve siyasî güç ile toplumları kontrol altına almanın sürdürülebilir bir durum olmadığını fark eden Amerikan yönetimleri, sömürü düzenini kurumsallaştırmak için hedef kitleleri etkilemeye yönelik bir dizi sosyal, siyasal, kültürel vb. politikayı devreye soktu.
Bu sürecin sonucunda siyasal ve ekonomik emperyalizmi kültürel emperyalizm dalgası izledi. Kültürel emperyalizm geleneksel bağlarının zayıflatılmasını ve dolayısıyla parçalanmış bir toplum modeli hedefler, sömürü düzeninin devam ettirilmesi için vazgeçilmez bir unsurdur. Amerika kültürel etkileşim için medyayı, iletişim araçlarını ve içerideki kurumlarla yapılan ittifakları ön plana çıkarmıştır. Kültür emperyalizminin aktif araçlarından olan televizyon sayesinde yapılabilen zihinsel yönlendirme ile ortaya çıkan pasif birey, öngörülen düzenin devamı açısından büyük önem arz etmiştir. İnsanların iradelerinin yönlendirilmesi için reklam sektörünün yanı sıra, okullar, bankalar, alışveriş merkezleri ve diğer araçlarla insanlar üzerindeki tüketim baskısı artırılmaya çalışılmış ve insan beyninin dizginlenmesi ve yönlendirilmesi hedeflenmiştir.
Amerikan yayılmacılığına öncülük eden bir diğer kurum, Amerikan film sektörü, “Amerikan rüyası” denilen büyülü bir memleket algısının oluşmasına büyük katkı sağladı. Bu filmlerin öne çıkan teması, insanlığın Amerika’ya ihtiyacı olduğuydu. Amerikan yaşam tarzını, geleneklerini ve insan ilişkilerini yansıtan filmlerle hedef coğrafyalarda gerçekleştirilmek istenen değişim hızlı ve etkili şekilde hayata geçirilebildi. Soğuk Savaş’ın ve Amerikan egemenliğinin sonucunda ortaya çıkan askerî yatırımlar ve gelişen silah sanayiinin yeni pazarlar bulma ihtiyacı dünyadaki silahlanma oranını artırdı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın çeşitli yerlerinde yapay krizler oluşturmak ve arkasından silah satmaya yönelik pazarlar oluşturmak Amerikalı silah tacirlerinin sık başvurduğu bir politika haline geldi.
Sovyetlere karşı alınan askerî ve ekonomik tedbirlerin Amerikan hazinesine oluşturduğu yük, 1970’lerin ortalarında malî krize dönüştü ve savaş sonrasında Bretton Woods Anlaşmasıyla tesis edilen para düzenlemelerini ve ekonomik işleyişi alt üst etti. Bunun üzerine Başkan Nixon yönetiminde önemli adımlar atıldı. Amerikan bankalarının devletleri kredilerle destekleyerek borçlandırması, söz konusu ülkelerin ekonomilerine müdahale fırsatı doğurdu. Doğrudan ya da dolaylı müdahalelerin yanı sıra spekülatif banka ve borsa hareketlerine de maruz kalan borçlu ülkeler, giderek Amerikan politikalarına boyun eğmek durumunda kaldı. ABD dışındaki faaliyetlerini hızla arttıran malî sermaye, finansal müdahalelerle dünyanın çeşitli yerlerindeki malî yapılarla rahatlıkla oynayabiliyor, kurlarda istediği hareketleri gerçekleştirebiliyordu. Bu yolla özellikle Endonezya, Tayland ve diğer birçok ülkedeki yerli sermayenin gelişmesi önlendi.
Amerika’nın Orta Doğu’daki hâkimiyeti 1989’da Sovyetlerin dağılma sürecinin başladığı döneme kadar sınırlı kaldı. 1979 İran Devrimi, Vietnam Savaşı’ndan beri Amerika’nın yaşadığı en büyük mahcubiyetlerden biriydi. Fakat Doğu Avrupa’daki Sovyet uydularının, arkasından da Sovyetlerin çöküşü Amerika’nın bölgedeki önünü açtı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın küresel yayılmacı politikalarının sona ereceği düşünülmüştü. Fakat Amerika son yarım yüzyılda gerçekleştirdiği müdahalelerin belki de en genişlerini Sovyetlerin dağılmasından sonra gerçekleştirmişti. Bu dönemde Orta Doğu, Kafkasya, Afrika ve Balkanlar’da yapılan yeni planlamalarla Amerika Sovyetlerden arta kalan bölgeleri kontrol altına almayı hedefledi. Afganistan ve Irak’taki işgaller, Türkistan coğrafyasında kurulmaya çalışılan yeni üsler Amerikan yayılmacılığının devam ettiğinin göstergeleridir.
1990’lı yıllarda ABD, Orta Doğu ve Hazar petrollerinin kontrolünü ele geçirmek için denetim ağını genişletme yoluna gitti. 1991 Körfez Savaşı ABD’nin bölgedeki yayılmacı politikalarının devamı niteliğindeydi. Siyasî meşruiyet aracı olarak tehdidin adı değişmiş, komünizm yerine başta Müslüman ülkeler olmak üzere “terörizm ve terörist devletler” yeni tehdit kaynağı olarak sunulmuştu.