SOSYAL BİLİMLERDE TEMEL KAVRAMLAR - Ünite 7: Medya Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Medya

Önemli Bir Toplumsal Kurum Olarak Medya

Bugün insan hayatının hemen hemen her alanında etkisi olan medya ve sosyal ağlar, yaşamın, kültürel iletişim ve siyasi alanın oluşumunu sağlamakta ve her geçen gün önemi artan bir kurum haline gelmektedir.

80’li yıllarda uygulanmaya başlanan neoliberal politikaların etkisiyle gerçekleşen ve kamu yayıncılığının ortadan kalkarak özel radyo ve televizyon yayıncılığının yaygınlık kazanması anlamına gelen deregülasyon uygulamaları sonucunda, eğitim kurumu dışında kalan tüm alanlarda medya kurumunun işlevi farklılaşmıştır. Günümüz insanı toplumsal dünyayı yorumlama ve anlama sürecinde medya kurumuna bağımlı bağımlı hale gelmiştir. Bu nedenle, medyanın kapsamlı bir şekilde öğrenilmesi önem taşımaktadır.

İnternet kullanıcılarının ortaklaşa ve paylaşarak yarattığı Web 2.0 tabanlı sistemin yakınsama işleyişi, geleneksel medyayı değiştirerek aynı zamanda yeni inceleme alanları oluşturmakta, farklı disiplinleri bir araya getirerek daha da geniş kapsamlı çalışma alanları ortaya çıkarmaktadır.

Medya Nedir? Medya’yı Nasıl Ele Alabiliriz?

Medya kavramı birbirleriyle iletişimi olmayan iki düzlem ya da bağlam arasında iletişimi sağlayan araçlar olarak tanımlanmaktadır. Son dönemlerde kitle iletişim araçları kavramı karşılıklı iletişimin mümkün olduğu ortamları yeterince tarif edemediğinden, yerine medya kelimesi yaygın olarak kullanılmaktadır.

Kitle medyası sadece iletişim medyasında kullanılan teknik aletler değil; teknolojiyi ortaya çıkaran bilgi, algı, tasavvur, üretim değerler bağlamının tümüne karşılık gelir. Medya izler kitlesi yani; izleyici, dinleyici ve okuyucularına hitap ederken kullandığı içerik, aktarımı, doğruluğu, toplumsal ilişkilere katkısı, müdahale, denetleme ve düzenleme kuruluşlarının etkisi gibi pek çok etken incelenip farklı yaklaşımlar da düşünülmelidir.

Medya Araştırmalarının Tarihçesi ve İlk Kuramsal Yaklaşımlar

Batı toplumlarında modernite ve iletişimli kitle araçları eş zamanlı gelişme göstermiştir. 20. yüzyılın başlarında kitle medyasının yaygınlaşması kaçınılmaz olarak kitle iletişim araştırmalarını ortaya çıkarmıştır.

20. yüzyıl başlarından 1940 yılına kadar dünya savaşlarının yaşandığı yıllarda, medyanın büyük bir etkisi olduğu görüşü ortaya çıkmıştır. Atmosferin yarattığı kitle toplumu paradigmasının olduğu bu dönemde, kitle iletişim araçları dönemin propaganda ve beyin yıkama kurumları olarak görülmüştür. Bu dönemde kabul edilen Hipodermik şırınga modeli varsayımı ile medyanın insanların bilincine, beynine kolayca manipüle edilebileceği görüşü bu döneme damgasını vurmuştur. 19. yüzyılda Propaganda analizi nde Harold Laswellin bu görüşü, ortaya çıkan propaganda olgusu ve yeni iletişim teknolojileri sayesinde çok etkili bir işlev kazanmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında ise kitle iletişimi neredeyse propaganda ile eş tutulmuştur.

Kitle iletişimi araştırmalarının 1940-1960 arası dönemi kapsayan ikinci evresinde savaş sonrası kitle toplumu paradigmasının sonlanması ile dönemin en önemli isimlerinden Paul Lazarsfeld ve arkadaşları 1940 yılında ABD’de yaptıkları araştırmada kitle iletişim araçlarının etkisinin “çok sınırlı” olduğu sonucuna varmıştır. Seçim kampanyalarında kullanılan kitle iletişim araçlarının değil, kişiler arası ikili iletişimin daha etkili olduğu ve grup içindeki ‘kanaat önderi’ ne ulaştığı ve onlar aracılığıyla topluma aktarıldığı vurgulanmıştır. Şırınga modelini ortadan kaldırmayı hedefleyen bu yaklaşım, genellikle kitle iletişim araçlarının hangi koşullar altında izlerkitlenin tutum ve davranışlarında değişikliğe yol açtığını anlamayı amaçlamaktadır.

Elihu Katz ve Paul Lazarsfeld’in Kişisel Etki adlı çalışmalarında yazdıkları gibi kitle iletişimi akışında insanların medyayı farklı amaçlarla kullandığı Kullanımlar ve Doyumlar yaklaşımı önemlidir. Benzer şekilde, medya sosyolojisinde egemen paradigmanın oluşmasında etkili Lazarsfeld ve Merton’un Uyuşturma etkisi kavramı ile izlerkitlenin sorunlara tepkisiz kalmasının sorumluluğunu kitle iletişim araçları olduğunun altını çizilmiştir.

İşlevselcilik ve çoğulculuk medyanın toplumu koruyacak değerlerinin aktarılmasıdır. İşlevselcilik, medyanın ortak değerler ile görüş birliği sağlayarak düzen ve yapıyı koruması yönünde rolüne dikkat çekmektedir. Toplumda farklı gurupların kendilerini duyurabilmeleri gerekliliğini vurgulayan işlevselciliğe karşı, çoğulculuk toplumu, hiçbir gurubun tam egemen olamadığı, rekabet eden çıkarlar karması olarak görür. Medya, yasama yürütme ve yargıya ek dördüncü güç konumundadır. Liberal çoğulcu yaklaşıma göre; haber medyası toplumsal gerçekliğe ayna tutmalıdır. Demokratik sistemde ‘4. Güç’ olarak gözetilmeli ve serbest düşünce pazarı oluşturmalı, doğruyu, gerçeği savunmalı, tarafsız olmalıdır.

Medyaya Çağdaş Eleştirel Yaklaşımlar

Frankfurt Okulu

Frankfurt Okulu yaklaşımında özellikle Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Walter Benjamin, Leo Lowenthal ve Herbert Marcuse’un kültür, ideoloji ve kitle iletişim araçlarına dair analizleri oldukça önemlidir. Bu okulun temsilcileri 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde bilhassa faşizm, otorite, bürokrasi, teknoloji, kitle iletişimi, kültür endüstrisi ve sanat konularında önemli çalışmalar yapmışlardır. Adorno ve Horkheimer, 20. yüzyılda sanayileşme sonrası modernleşme sürecini, kültür endüstrilerinin sonucu olarak analiz etmişlerdir.

Walter Benjamin’in Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı (1936) adlı makalesinde, mevcut teknolojik yeniliklerin ve popüler sanatın potansiyeli konusunda iyimser bir bakış açısı sergilenmiştir. Benjamin’in çalışması, fotoğrafik ve sinematografik teknolojinin devreye girmesiyle algının nasıl değiştiğini ortaya koyması açısından oldukça önemlidir.

Medya, İktidar, İdeoloji

Ekonomik belirlenimci bir yorumdan uzaklaşarak medyanın belirli egemen görüşleri nasıl yeniden ürettiği sorusuna yoğunlaşan kuramcılardan birisi Louis Althusser’dir. Antonio Gramsci’nin ise özellikle hegemonya teorisi Britanya Kültürel Çalışmalar Okulunun medya analizinde oldukça önemlidir. Antonio Gramsci egemen sınıfın kendisini bugünden yarına sürdürebilmesinde yönetimin baskıdan çok rızaya dayandırmasının önemli olduğunu vurgulamıştır.

Post-yapısalcı bir düşünür olarak görülen Michael Foucault özellikle iktidar olgusunu yeniden ele alışı ve söylem kavramı ile dikkat çekmiştir. Foucault, bunların ekonomik dinamiklerin kontrolüne bağlı olduğu görüşüne katılmaz. Bilginin kitleleri kontrol etmek için bir iktidar biçimi olarak kullanıldığını belirtir. Roland Barthes ise, ideolojinin yeniden üretiminde medyanın oynadığı rolün anlaşılmasına yönelik önemli bir diğer kuramcıdır. Medyanın bir ideolojiyi insanlara kabul ettirmede göstergelerin, simgelerin ve mitlerin kullanımının büyük bir önemi olduğunu belirtmiştir.

Britanya Kültürel Çalışmalar Okulu

Bu yaklaşım inşacı dil/temsil modeline dayanır. Bu yaklaşıma göre dil anlam için bir taşıyıcı değildir. Aksine anlam dil ile inşa edilir. Kültürel çalışmalar okuluna göre medya, anlamın toplumsal inşası sürecinde etkindir ve egemen söylemler içinde “dünyayı sınıflandırmak” gibi önemli bir ideolojik/hegemonik işlevi yerine getirir.

Bu konuda önemli çalışmalara imza atan Hall izleyicin üç farklı şekilde medya içeriklerini okuyabileceğini belirtmiştir:

  • Egemen okuma; metinde oluşturulan anlamı kabul ederek okumadır.
  • Müzakereci okuma; metinde kastedilen anlamın bir kısmı izleyici tarafından kabul edilirken bir kısmının kabul edilmediği okumadır.
  • Muhalif ya da karşıt okuma; metindeki anlama tamamen karşı çıkarak okumadır.

Feminist Yaklaşımlar

Feminist yaklaşımlar, medya alanında her geçen gün artan bir etkiye sahiptir. Bu yaklaşım, medyada kadınların temsil edilme biçimlerini temel alır ve medyayı ataerkillikle suçlar. Medyadaki kadın imajını ya da kadın temsillerini sorgular. Kadınların toplumsal olarak uğradıkları ayrımcılık ve eşitsizliklerin medyada yeniden üretildiğini savunurlar.

Post-Modern Yaklaşım

Bu yaklaşım özellikle son dönemde medyayı çok etkilemiştir. Baudrillard ve post-modern kuramcılar medyanın imge/ gösterge ve gerçeklik arasındaki sayısız ve anlamsız mesajı karşısında farkın belirsizleştiğini ve izleyicinin mesajları reddetmesinin gerçekleştiğini vurgulamışlardır.

Medya’nın Ekonomi-Politiği ve Ekonomi-Politik Yaklaşım(lar)

Medya kuruluşlarının kapitalist piyasa koşullarında faaliyet göstermesi ve tekelleşme eğilimine klasik ekonomi-politik yaklaşımlar hassasiyet göstermiştir. Bu yaklaşıma göre; medyanın büyük sermaye mülkiyetine sahip olan ve yönetici konumunda olanların medya içerikleri üzerinde tamamen olmasa bile çıkarları doğrultusunda etkileri vardır. Medya endüstrisindeki tekelleşme eğilimi sonucunda, tek sesliliğin ortaya çıkması bu yaklaşımın üzerinde durduğu konulardır.

Herman ve Chomsky propaganda modeli adını verdikleri yaklaşımlarında; egemen seçkinlerin mülkiyetinde olan medyanın doğrudan onlar tarafında kontrol edilerek, halkın neyi görüp duyacağına ve düşüneceğine karar verme, düzenli propaganda kampanyalarıyla kamuoyunu yönetme gücüne sahip olduklarını belirtmişlerdir.

İletişimin Yeni Sınırları: Dijital Uçurumlar, Bölünmeler

Dünya üzerinde pek çok etken ve sınırlılıklar sebebiyle yeni medyada özgür iletişim kuramayan kitleyle medyayı özgür şekilde kullanan kitleler arasında ki sorun, dijital uçurum kavramı olarak tanımlanmıştır. Sorun sadece teknolojiye sahip olmak ya da olmamak değildir. Coğrafi uçurumlar, toplumsal uçurumlar, (anti)demokratik uçurumlar ve bunların içeriğini oluşturan etkenler giderilmeksizin toplumlar arasındaki dijital uçurumun azaltılması mümkün gözükmemektedir.

Çağdaş Küreselleşme Sürecinde Medya ve Ağ Toplumu Tartışmaları

Küreselleşmeyi harekete geçiren en önemli dinamiklerden sermayenin dünyayı bir ortak pazar haline getirmesidir. Bir diğer önemli dinamik ise yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerinin dünyayı sarmalayarak küresel imgelerin, göstergelerin taşıyıcılığını yapmasıdır. Bu sayede dünya fiziksel olarak değil ama algı olarak hiç olmadığı kadar küçülmüş durumdadır.

Dijital teknolojinin gelişmesiyle birlikte ulus-devletin sınırları aşılmıştır. Bu durum küreselleşmeyle birlikte iletişim teknolojilerinin de gelişmesini gerektirmiştir. Bu gelişim süreci için medya büyük önem taşımaktadır. Çünkü, medyayı ve iletişim teknolojilerini en iyi şekilde kullanan kişiler dünyanın neresinde olursa olsun iletişimde bulunabilirler.

Ağ Toplumu Kavramı

İlk kez sosyolog Manuel Castells tarafından 90’lı yıllarda ortaya atılan “ağ toplumu” kavramı, yaşanan enformasyon ve iletişim teknolojileri alanında gelişmelerin yarattığı toplum modelinin ve toplumsal örgütlenmenin tanımlanmasına ve kavramsallaştırılmasına öncülük etmiştir.

Günümüzde insanlar ağ toplumu kavramının bizzat içinde yaşamaktadır. İletişimin değişen doğası insanları özgürleştirir ve sınırlarını genişletir. Küresel düzlemde bireyler ve guruplar iletişim teknolojilerini kullanarak ortak çıkarları ve ilgileri doğrultusunda ülkelerin politik sınırlarını aşabilir ve etnik, kültürel, dini, politik açıdan yeni topluluklar kurabilir. Bu değişimlere bağlı olarak da eş zamanlılık, gerçek-zaman, yersiz-yurtsuzlaşma, yakınsama, ulus-aşırılık ve küresel akış kavramları önem kazanıp ön plana çıkmaktadır. Yeni medyanın olanaklarını etkili biçimde kullanan çevreci hareketler, hak temelli oluşumlar, ulus-aşırı örgütlenmeler yoluyla aşağıdan küreselleşme adı verilen çarpıcı toplumsal hareketleri başlatmışlardır.

Kitle İletişiminden Ağ Toplumuna

Uzun yıllar başarılı olan ve ekonomik ve toplumsal etkileri açısından 20. yüzyılın en önemli gelişmeleri arasında sayılan Fordist üretim modeli, 1960’lara gelindiğinde verimli olmaktan uzaklaşmış ve yerini dünyanın farklı bölgelerine yayılan parçalı ve esnek üretim modellerine bırakmıştır. Bu denli karmaşık bir üretim sürecinin yönetilebilmesi, bilgi ve iletişim teknolojilerine olan gereksinimi de kaçınılmaz olarak artırmaktadır. Böylece, bilgi ve enformasyonu kontrol edebilenler giderek güçlenmektedir.

20. yüzyılda ‘kitle kültürü’ anlayışının şekillendirdiği medya sektörü, 21. yüzyılın ilk yıllarında bu yeni toplumsal örgütlenmeye uyum göstermek zorunda kalmıştır. Günümüzde bireylerin medyanın sadece tüketicisi değil, üreticisi de olabildikleri bir iletişim ortamından bahsedilmektedir. Ağ toplumunun kuruluşuna öncülük eden ve çok sayıda araştırmacı tarafından bilgi/enformasyon çağı olarak adlandırılan Silikon Vadisi’nde ortaya çıkan gelişmeler, bilgi ve iletişim teknolojilerini dönüştürerek hızla dünyanın kalanını etkisi altına almıştır.

Enformasyonun ve enformasyon teknolojilerinin yaşamsal önem kazandığı, bilgisel, küresel ve ağlarla birbirine bağlı yeni bir toplumsal yapı kendini gösterir. Üretim/tüketim ilişkilerini dönüştüren bu yeni örgütlenme biçimi, bireysel, toplumsal, yerel, küresel ilişkilerin bir arada bulunduğu ağ toplumunun da temel mimari özelliğini oluşturur.

Etkileşimli Medya

Etkileşimlilik; dijital ağların ve yeni iletişim teknolojilerinin içeriğini ve sınırlarını yeniden tanımlar. Etkileşimli kitlesel iletişim, farklı coğrafyalardan bireylerin aynı içerikle buluşmasını ve geribildirimde bulunabilmelerini sağlayan, etkileşimin sınırlarını yeniden tanımlayan bu yeni iletişim ortamı, bireysel ve toplumsal iletişimin sınırlarının ağ’laşması anlamına gelmektedir. Yeni iletişim ortamı, geleneksel yayıncılığın da kalıplarını zorlamıştır. Böylece izleyicisine geniş bir içerik yelpazesi sunan ve tüketmek istediği içeriği dilediği gibi seçebilme olanağı veren televizyon yayıncılığına ulaşılmıştır.

Yakınsama Kültürü

Farklı teknolojilerin birbirleriyle uyumlu çalışabilmelerine olanak sağlayan dijital ve elektronik teknolojiler, teknolojik yakınsama adı verilen olguyu yaratmıştır. Yakınsama, sade teknolojik boyutla sınırlı bir olgu değildir. Hükümetlerin ve düzenleyici kuruluşların da ortak adım atmalarını zorunlu hale getiren bir yapıdır.

Bu süreç sonunda sahiplik yapılarını yeniden düzenleyen, merkeziyetçi bürokrasinin sınırlandığı, düzenleyici yakınsama adı verilen olgu, iletişim ve telekomünikasyon endüstrisini bir arada ele alarak yeni gelişmelere paralel olarak kendini aynı hızda yenilemektedir.

Pek çok iletişim aracının birbirlerine uyumlu biçimde çalışabilmesi, yakınsama kültürünün de temelini oluşturmaktadır. Özel ve kamusal alan arasındaki sınırların silikleştiği bu dijital dünyada mahremiyetin, gizliliğin, suçun ve suçlunun tanımlarını da yeniden yapmak gerekmektedir.

Sosyal Ağlar, Sanal Cemaatler

Günümüzde bireylerin, toplumların ve kurumların yeni medyayla ilişkileri kestirilemez ölçüde gelişmiştir. Pek çok kurum ve kişi, hedef kitlelerine bu siteler üzerinden ulaşmakta ve diğer üyeler tarafından takip edilmektedir. Hayali cemaatler kavramını, üyelerinin çoğu yüz yüze iletişim kurmayan ama birbirlerinin varlıklarından haberdar olan dijital topluluklar oluşturmaktadır.

Howard Rheingold’un ilk kez 1993 yılında kullandığı sanal cemaatler kavramı, doğasına yakın özellikler barındırırken bir yandan da tanımlarından uzaklaşan bir topluluk modelinin doğuşunu tanımlamaktadır. Birliktelik ve cemaat ruhunu yeniden güçlendirebilecekleri bir ortam yaratmaktadır. Ancak bu durumda bireyin sosyal medyaya ve arkasındaki ekonomi-politik mekanizmalara gün geçtikçe daha bağımlı hale geldiği gerçeği göz ardı edilmektedir.