SOSYAL POLİTİKA - Ünite 8: Küreselleşme ve Günümüz Sosyal Politika Sorunları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Küreselleşme ve Günümüz Sosyal Politika Sorunları

Küreselleşme

Küreselleşme terimi 1980’leri takip eden 20 yıllık dönemde uluslararası düzeyde meydana gelen bütün iktisadi, sosyal, siyasi ve kültürel gelişmeleri izah etmek için referans olarak kullanılan bir “fenomen” hâline gelmiştir. Politikacıdan akademisyene, iş adamından sendikacıya herkesin referans olarak kullanmaya başlaması küreselleşmeyi, anlaşılması zor bir terim hâline getirmiştir.

Küreselleşme iktisadi alanda ortaya çıkan bir olgu olarak başlamakla birlikte zaman içinde sosyal, politik ve kültürel boyutu ile öne çıkmıştır. Küreselleşmenin politik ve kültürel boyutu, küreselleşme ile ilgili ideolojik görüş farklılıklarına yol açmıştır.

İngilizce global (küresel) kelimesinden türetilen küreselleşme (globalization), “dünya çapında, herkesi ilgilendiren, evrensel, bütünle ilgili” bir değişim-dönüşüm sürecini ifade etmek için kullanılmaktadır. Küreselleşme, insanlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın artmasıdır. Hiç kimsenin tam olarak anlamadığı ancak herkesin etkilerini üzerinde hissettiği yeni bir düzenin adıdır. Küreselleşme, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği, çelişkili ve birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Dünya Bankasına göre küreselleşme, insanlık tarihinin kaçınılmaz olarak yaşanacak bir safhasıdır. Uluslararası Para Fonu küreselleşmeyi; gelişme seviyesi ve siyasi sistemi ne olursa olsun bütün ülkelerin vatandaşlarına daha yüksek bir hayat standardı sağlamak için gerçekleştirmek zorunda oldukları istikrarlı bir ekonomik büyüme hedefini birlikte gerçekleştirme süreci olarak tarif eder. Ekonomik Kalkınma ve iş birliği Örgütüne göre küreselleşme; ulusal ekonomilerin birbirlerine bağımlılıklarının arttığı çok yönlü bir ekonomik bütünleşme sürecidir

Birleşmiş Milletlere göre küreselleşme; küresel bütünleşmenin ve karşılıklı bağımlılığın artmasıdır ve iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel boyutları olan çok yönlü bir olgudur. Uluslararası Çalışma Örgütü kurum olarak sosyal alana yönelik etkilerini öne çıkararak küreselleşmenin ileri sürülen olumlu sonuçlar yanında toplumlar ve ülkeler arası eşitsizlikleri artıran, sosyal sorunları derinleştiren etkileri de olan bir süreç olarak tanımlamıştır.

Küreselleşmenin ortaya çıkışını açıklamaya yönelik görüşleri iki ana grupta toplamak mümkündür. Daha az taraftar bulunan ilk görüş taraftarları homojen olmayıp, kendi içinde küreselleşmeyi toplumlar ve ülkeler arası ilişkilerin başladığı en eski zaman dilimlerinden başlatanlar yanında farklı dönemleri başlangıç tarihi olarak alanlar da vardır. Nitekim aynı görüş içinde küreselleşmeyi; 15. yüzyılda Colomb ve De Gama’nın keşiflerini takip eden dönemde yeni dünyaya artan mal ticaretini esas alanlar yanında Sanayi Devrimi ve bunu takip eden 19. yüzyıldaki sömürge anlayışına uygun ticaret artışının gerçekleştiği dönemi başlangıç olarak alanlar da vardır. Bu görüş içinde daha yaygın olan görüşe göre küreselleşme 19. yüzyılın son çeyreği ile Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemler arasındaki 50 yıllık sürede ortaya çıkan hızlı üretim ve ticaret artışına bağlı gelişmelerin sonucudur. Bütün bu görüşler, bir yandan haberleşmedeki hızlanma, diğer yandan özellikle buharlı gemilerin mal taşımacılığındaki kullanımının artışının etkilerini esas almışlardır. Daha fazla taraftar bulan ikinci görüşe göre küreselleşme 1980’li yıllarda başlamıştır. Ancak, 1980’li yıllarda başlayan küreselleşme sürecinin gerisinde;

  • İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yaşanan hızlı ve sürekli ekonomik büyümenin sağladığı üretim artışı,

  • 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik krizi takip eden dönemde başta ABD olmak üzere Almanya, İngiltere gibi ülkelerde iktidar olan yeni sağ ve takip ettikleri neoliberal ekonomik politikalar,

  • Haberleşme teknolojisindeki hızlı gelişme, televizyon yayıncılığının artışı ve İnternet kullanımının yaygınlaşması,

  • Soğuk savaş döneminin sona ermesi ve Doğu Bloku ülkelerinin “geçiş ekonomileri” anlayışı ile Batı ile bütünleşme faaliyetlerini hızlandırması,

  • Ulus devletlerin mal ve hizmet ticaretini engelleyen veya sınırlayan kurallarının yerine uluslar üstü kuralların hakim kılınması, 202 Sosyal Politika ILO, küreselleşmenin toplumlar ve ülkeler arası eşitsizlikleri artırdığını ancak sürece karşı çıkmak yerine sürece müdahale edilerek olumsuz sonuçlarını giderecek bir yönlendirmenin yapılabileceğini savunmaktadır.

Küreselleşmenin ortaya çıkışında 1980’ler sonrası dönemde iktisadi faktörlerin yanısıra soğuk savaş döneminin sona ermesi, İki Bloklu dünyadan tek bloklu dünyaya geçiş ve Doğu Blok’unda yer alan ülkelerin Batı ile bütünleşme çabaları da vardır.

Küreselleşmeyi 1980’li yıllarda başlatan görüş taraftarlarına göre, küreselleşme piyasa faktörlerinin etkisi ile kendiliğinden, doğal bir süreç sonucunda ortaya çıkmamıştır. Teknolojik alandaki gelişmelerin mal ve hizmet ticareti ile sermaye hareketlerini uluslararasılaştıran etkisi ve uluslararası rekabeti teşvik eden “açık pazar” politikaları ile küreselleşmeyi tetiklemiştir

Literatürde, çok benimsenen kabule göre küreselleşme ile ilgili yaklaşımlar 3 ana başlıkta toplanmıştır

Aşırıküreselleşmecileregöre; küreselleşme geleneksel kavramlarla açıklanamayan “yeni bir çağın” adıdır. Ancak aşırı küreselleşmeci grup içinde küreselleşme sürecine olumlu yaklaşan ve sürecin herkesin refahını artıracağını ileri sürenlerin yanında, bu yeni düzenin “herkes için değil, elit bir azınlığın” yararına olduğunu iddia edenler de vardır. Küreselleşme sürecine temkinli yaklaşan şüpheciler, küreselleşmenin ekonomik boyutu üzerinde yoğunlaşmakta ve bu açıdan sürecin yeni değil, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemle benzerlik gösterdiğini ileri sürmektedirler. Şüphecilere göre küreselleşme ekonomik bakımdan bütün ülkeleri kapsayan dünya çapında bütünleştirici bir sonuç doğurmamıştır. Ekonomik faaliyetler belirli ülkeler ve ülke gruplarından oluşan bölgelerde yoğunlaşmıştır. Nitekim dünya ekonomisinin % 80’ine 34 üyesi bulunan OECD ülkeleri hâkimdir. Küreselleşme sürecinin başta gelen aktörlerinden AB, küresel değil bölgesel bir bütünleşmeyi temsil etmektedir. Şüphecilerin küreselleşme sürecine yönelik eleştirel görüşlerinin kaynağını, sürecin ülkeler arasında olduğu kadar ülkelerde de toplumsal sınıflar arasında eşitsizlikleri artırması oluşturmaktadır. Küreselleşme, olumsuz sosyal sonuçlar yaratmanın yanı sıra ulus devlet ve ulus devletin geliştirdiği sosyal devleti de zayıflatmaktadır. Küreselleşme sürecine daha çok taraflı ve dengeli bir bakış açısına sahip olan dönüşümcüler, küreselleşmeyi nimetleri ve külfetleri; fırsatları ve tehditleri ve nihayet olumlu ve olumsuz sonuçları ile birlikte değerlendirmek gerektiğini ileri sürmektedirler. Küreselleşmeye, kaçınılmaz teslim olunması gereken bir süreç olarak değil, ortaya çıkaracağı olumsuz sonuçların giderilebilmesi için müdahale edilmesi, yönlendirilmesi ve yönetilmesi gereken bir süreç olarak bakmaktadırlar.

Ticaret ve yatırım politikalarının serbestleşmesi, teknolojik yeniliklere bağlı olarak haberleşme ve ulaşım masraflarının düşmesi, girişimcilik ve yeni küresel sosyal ağların itici gücü ile derinleşen küreselleşmenin temel göstergeleri konu ile ilgili yayımların çoğunda;

  • Uluslararası mal ve hizmet ticaretinin artması,

  • Uluslararası sermaye hareketleri ve yatırımların artışı,

  • Haberleşme ve ulaşım maliyetlerinin düşmesi ve iletişimin artışı,

  • Çok uluslu şirketlerin büyümesi olarak gösterilmektedir. Bu faktörler dışında ulus devletin dönüşümü, yeni sosyal ağlar, küresel üretim zinciri, kuralsızlaştırma; işgücü hareketliliği, istihdamın değişen yapısı, bilgi toplumu gibi unsurlar da küreselleşme sürecini açıklamak için kullanılan diğer bazı unsurları oluşturmaktadır.

Küreselleşme ve Sosyal Politika

1990’lıyıllardan itibaren yaşanan iktisadi krizler, küreselleşmenin sosyal boyutunun öne çıkmasına ve sürecin sosyal devlete ve sosyal politika uygulamalarına yönelik etkilerinin daha fazla mercek altına alınmasına neden olmuştur. Küreselleşmenin sosyal boyutu, diğer boyutlarından daha tartışmalı bir alanı oluşturmaktadır. Ancak, zaman içinde küreselleşmenin sosyal boyutu ile ilgili olumsuz etkilerinin daha fazla olduğu konusundaki görüşler ağırlık kazanmaya başlamıştır. 2001 ve 2008 yıllarında yaşanan finans kaynaklı küresel krizler, küreselleşmenin gelir dağılımının bozulması ve işsizliğin artışı gibi sosyal sorunları küreselleştirdiğini ortaya koymuştur. 2008’in son çeyreği ile 2009’un ilk yarısında yaşanan finansal kriz borsalarda % 43-59 daralma yaratırken etkileri yalnızca finansal piyasalarla sınırlı kalmamış birkaç ülke dışında bütün dünyada üretim daralmış ve büyüme hızı negatif olarak gerçekleşmiştir. 1929 krizinden sonra yaşanan en büyük daralma olarak yaşanan kriz, istihdamı da olumsuz etkilemiş işsizlik artmıştır. ILO krizlere bağlı olarak bütün dünyada toplam işsiz sayısının artacağını, bazı ülkelerde bu artışın daha yüksek oranlarda gerçekleşeceğini belirtmiştir. Küreselleşmenin sosyal boyutu ile ilgili en önemli eleştiriyi eşitsizlikleri artırdığı iddiası oluşturmaktadır. 1990’lıyıllardan sonra BM yoksulluk hem ülkeler arasında hem de aynı ülkede kişiler arasında arttığını, bireyler, kurumlar ve ülkeler arasındaki gelir farklılaşmasının derinleştiğini vurgulamaktadır. Küreselleşmenin karanlık yüzü olarak da adlandırılan bu yönüne göre küreselleşme ulus devletlerin kendi içinde ve aralarındaki eşitsizlikleri artırmakta, ekonomik küreselleşme sürecinin yarattığı kazançların ve kayıpların bölgesel bloklar, devletler, toplumlar ve insanlar arasındaki paylaşımı adil olarak gerçekleşmemektedir. Küreselleşmenin yol açtığı sosyal politika problemleri; insanlar, ülkeler ve bölgeler arasında ve içindeki eşitsizlikleri artırması, yoksulluğun artışı ve derinleşmesi, sosyal korumanın zayıflaması ve artan güvencesizlik ile istihdam piyasalarında yarattığı belirsizlik olarak özetlenmektedir.

Küreselleşme ile ulus devlet arasında, zıt yönlü ancak iç içe ilişkiler vardır. Küreselleşme ulus devleti değiştirdiği ölçüde sosyal devleti de değiştirmektedir. Küreselleşme ancak ulus devletin öncülüğü ile gerçekleşebilecek bir süreçtir. Ancak, ulus devletin bir anlamda kendini sonlandıracak böyle bir çaba içine girmesi; bir görüşe göre küreselleşmenin kaçınılmaz olarak gerçekleşecek bir aşama olması ile ilişkilendirilmektedir. Küreselleşme mal ve hizmet ticareti ile sermayenin uluslararasılaşması olarak kabul edilirse, ulus devletin öncelikle ulusal sınırları kaldırarak veya geçirgenliğini artırarak bu serbestliğe izin vermesi gerekecektir. Bu da ulus devletin bu alandaki hakim otorite olma rolünden vazgeçmesi ile söz konusu olabilecektir. Ulus devletin terk ettiği alanlarda Dünya Bankası, IMF ve OECD gibi uluslararası kuruluşların ve AB gibi bölgesel kuruluşların belirlediği “evrensel” kurallarla yer değiştirecektir. Ancak küreselleşme yalnızca ulus devletin bazı yetkilerinden vazgeçmesi ile kendiliğinden gerçekleşecek bir süreç değildir. Paradoksal olarak ulus devletin küreselleşme sürecini hızlandırmak üzere aktif bir rol alması da söz konusu olabilmektedir. Özelleştirme, yabancılara mülk satışı, yatırım izni verilmesi, kamuya ait bazı faaliyet alanlarının (iletişim, ulaşım, sağlık vb) yerli ve yabancı özel sektöre açılması, bankacılık sisteminin ve sermaye piyasasının yabancı sermaye giriş-çıkışını kolaylaştıracak şekilde düzenlenmesi, para ve kâr transferlerine imkân verilmesi ulus devletin süreç içinde gerçekleştireceği düzenleme alanlarından ilk akla gelenlerini oluşturmaktadır. Ulus devletin küreselleşme sürecini hızlandırması yabancı sermaye yatırımlarını teşvik etmesi bu tedbirlerle ilgilidir.

Küreselleşmenin hâkim ekonomi politikasını oluşturan liberalizm, ulus devletin sosyal devlet anlayışıi le izlediği sosyal politika alanlarını daraltmış, bir kısmından vazgeçilmesine bir kısmında da geriye gidişlere yol açmıştır. Özelleştirme uygulamaları başta olmak üzere kamu kesimini küçültmeye yönelik ekonomi politikaları, kamunun uyguladığı cömert ücret politikaları, güçlü sendikacılık, geniş sosyal haklar ve iş güvencesi uygulamalarından oluşan sosyal devlet uygulamalarını zayıflatmıştır. Kamunun sosyal harcamalarındaki artış durmuş, geldiği en yüksek olan % 30’lar seviyesinde sabitlenmiştir. Ancak, gelişmekte olan ülkeler bu seviyelere gelmeden sosyal harcamalarda kısıntılara başlamışlardır. Sanayi toplumu çalışma hayatını düzenlemek için oluşan sosyal hukukun çok katı olduğu, küreselleşme sürecini engellediği iddiası ile “esneklik” taleplerine cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmiş, belirsizlik ve güvencesizlik doğuran yeni bir çalışma hukuku oluşturulmaya başlanmıştır. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmek ve çok uluslu şirketleri kalıcı kılmak için sosyal hukuk yeniden düzenlenmiş, birçok gelişmekte olan ülke için ücretler ve çalışma şartlarını düzenleyen kurallar yabancı sermayeyi cazip kılma araçları olarak kullanılmıştır. Kamu sosyal güvenlik programlarının sağladığı koruma garantisinin kapsamı daraltılmış, seviyesi düşürülmüş, ilave garanti isteyenler için özel sosyal güvenlik sistemleri önerilmiştir. Çalışma hayatında pazarlık gücünü emek lehine değiştiren toplu ilişkiler ve sözleşmelerin yerini bireysel ilişkiler ve sözleşmeler almaya başlamıştır. Küreselleşmenin sosyal devlet üzerindeki etkilerini bütünüyle olumsuz olarak değerlendirmek yanlış ve eksik olacaktır. Küreselleşme sürecinin taşıdığı çelişkili (paradoksal) yapı, sosyal politika uygulamalarını güçlendiren uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Ekonomik hayatı liberalleştirmeye yönelik politikalar, bu politikaların yaratacağı sosyal sorunları dengeleyecek yeni sosyal politika uygulamalarını da beraberinde getirmiştir. Bu değişim önce ulus devlet içinde, sonra uluslararası kuruluşlar aracılığı ve öncülüğünde küresel ölçekte ortaya çıkmıştır. Özelleştirme uygulamalarının ortaya çıkaracağı işsizlik sorununu çözmek üzere yüksek kıdem ve iş kaybı tazminatları uygulanması, işgücünün başta kamu kurumları olmak üzere diğer alanlara kaydırılarak istihdam garantisinin sağlanması veya daha az güvenceli olmakla birlikte yeni istihdam statülerinin yaratılması, işsizlere ve aileye yönelik uzun dönemli sosyal destek programlarının başlatılması ve kamu sosyal güvenlik harcamalarının artışı ile iş kurma kredilerinin verilmesi gibi uygulamalar bunlardan bazılarını oluşturmaktadır. Benzer bir gelişme sosyal sorunları gidermeye yönelik küresel ölçekte sosyal politikalar geliştirilmeye başlanmıştır.

Tarihin hiçbir döneminde tam bir eşitlik sağlandığını söylemek mümkün değildir. Her dönemde ikili, üçlü veya daha fazla taraf olan bölünmeler ve farklılaşmalar olmuştur. Eşitsizlik söz konusu olunca, dünya zaman içinde coğrafi olarak Doğu-Batı ülkeleri ve Kuzey-Güney yarım küre ülkeleri gibi ayırımlarla sınıflandırılmıştır. Bugün çok daha yaygın olan ayırım iktisadi büyüklükleri esas alarak yapılan gelişmiş-gelişmekte olan bölgeler veya ülkeler ayırımıdır. Küreselleşmeden beklenen uluslararasılaşma süreci ile sağlanacak bütünleşmenin “herkesin kazandığı, eşitsizlikleri azaltan” bir gelişmeyi sağlaması, küresel üretimin paylaşılması bakımından gelişmiş ülke toplumları ile gelişmekte olan ülke toplumları arasındaki farkı azaltması idi. Küreselleşmeye yönelik ilk hayal kırıklıkları bu bakımdan olmuş, küreselleşme taraftarlarının beklediği gibi artan uluslararasılaşma süreci ülkeler arasındaki eşitsizlikleri azaltmamış, aksine artırmıştır. Küreselleşme eşitsizlikleri artırmakla birlikte bu her ülke için aynı derecede olumsuz değildir. Nitekim Doğu ve Güney Doğu Asya ülkeleri son dönemde gerçekleştirdikleri yüksek büyüme hızlarına bağlı olarak yoksulluk oranlarında dikkate değer düşme sağlarken Batı Asya ülkelerinde yoksulluk 1990-2005 döneminde 2 kat artmıştır. Benzer şekilde Eski Doğu Bloku ülkelerinden Bağımsız Devletler Topluluğuna üye ülkelerle Güney Doğu Avrupa ülkelerinde de yoksulluk bu dönemde keskin şekilde artmıştır

Sanayi ekonomisinden hizmet ekonomisine geçiş, işgücünün sektörel yapısı ve statüsündeki değişmelerin yanı sıra işgücüne katılım oranları ve yapısı da değişmiştir. Öncelikle tarım sektöründen sanayi ve hizmetler sektörüne hızlı bir işgücü göçü gerçekleşmiştir. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde hizmet sektörünün büyümesi şehirlerde kadın işgücünün daha yüksek oranlarda işgücüne katılmasını beraberinde getirirken esnek çalışma şekilleri ve atipik istihdam da artmıştır. Atipik çalışma özellikle hizmet sektöründeki işlerin özelliği gereği kısa süreli ve esnek zamanlı çalışmak isteyen kadınların, öğrencilerin ve engellilerin tercih ettiği istihdam şekli olarak gelişmiştir. Benzer şekilde evde çalışmaya veya uzaktan çalışmaya imkân veren teknoloji kullanımlı işler de (çağrı merkezleri gibi) atipik çalışma şekillerini yaygınlaştırmıştır. Küreselleşmenin getirdiği rekabet baskısı ile işyerlerinde maliyet düşürmeye yönelik arayışlar ve özellikle “taşeronlaşma” atipik çalışma biçimlerini artırmıştır. İşverenler düzenli istihdamın getirdiği maliyet ve sosyal yüklerden kaçınmak için atipik istihdam biçimlerine daha çok başvurmuşlardır. Öte yandan, informel-kayıt dışı sektörü gelişmiştir. İnformel-kayıt dışı sektör, ilk defa 1970’li yıllarda literatüre giren ancak zaman içinde ortadan kalkacağı varsayılan geçici nitelikte bir sektör olarak tanımlanırken, gelişmekte olan ülkelerde süreklilik kazanan ve işgücünün önemli bir kesiminin istihdam edildiği sektör hâline gelmiştir. İnformel-kayıt dışı sektör, genel olarak verimliliği düşük işler olduğu için çalışanlar için ücretlerin düşük, çalışma sürelerinin uzun, iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin yetersiz, iş güvencesinin olmadığı işlerde çalışmak anlamına gelmektedir. Çalışanların sosyal güvencesi yoktur, devletin de bu eksiklikleri denetleme imkânları yetersizdir. Küçük, dağınık ve merdiven altı sektör olarak anılan işyerleri çalışanlar için korunmasız işyerleridir. Çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik garantisi yoktur. İnformel sektör, çalışan yoksul üreten sorunlu bir sosyal politika alanıdır. Küreselleşme sürecinin yarattığı yeni üretim ağları, işgücü piyasalarında karşılıklı bağımlılıklar yaratmıştır. Üretimin değişik safhalarının ve nihai ürünün parçalarının değişik ülkelerde ve işyerlerinde gerçekleştirilmesi, bir ürünün üretim aşamasında çok sayıda ülke işgücünün ortaklaşa çalışmasını gerektirmiştir.

Küresel düzeyde genç işsizliği yetişkin işsizliğinden 3 kat daha fazladır. Genç işsizliği, toplumlarda geleceğe yönelik güven duygusu yaratma ve toplumsal huzurun sağlanmasına yönelik en ciddi tehdit kaynağını oluşturmaktadır. Küresel ekonomik krizler yalnızca işsizlik oranını artırmamaktadır. İş piyasasında iş bulma ümidini kaybedenler işgücünden ayrılmakta, işgücüne katılım oranları düşmektedir.

Küreselleşmenin istihdam piyasasına yönelik en belirgin etkisi uluslararası emek göçü üzerinde olmuştur. Haberleşme ve ulaşımın imkânlarının artışı, televizyon yayıncılığı ve İnternet ile uzak mesafelere erişimin kolaylaşması emek göçünü artırmıştır.

Küreselleşme sürecinin endüstri ilişkileri sistemi üzerinde etkileri ve sonuçlarını aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür:

  • Başta iş hukuku olmak üzere çalışma hayatını düzenleyen sosyal hukukun küresel rekabet endişesiyle değiştirilmesi veya uluslararası sermayeyi-yatırımları ülkeye çekmek için değiştirilmesi endüstri ilişkileri sistemini doğrudan etkiler.

  • Yüksek ücret, istihdam güvenceli ve sendikalı-toplu sözleşmeli kamu işyerlerinin özelleştirilmesi sendikalaşma oranlarını ve toplu sözleşme kapsamındakilerin sayısını düşürür.

  • Kamu ve özel sektördeki taşeronlaşma uygulamaları doğrudan sendikalaşma ve toplu pazarlık sistemini olumsuz etkiler.

  • Çok uluslu şirketlerin ulusal düzeyde örgütlenmiş sendikalara karşı toplu pazarlık masasına oturması toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde güç dengesini işverenler lehine değiştirir. Özellikle üretimi başka ülkelere kaydırma tehdidi veya diğer ülkelerdeki üretim birimleri ile grev tehdidini ortadan kaldırma sendikaları güçsüzleştirir.

  • Esnek çalışma şekillerinin benimsenmesi ve
    a-tipik istihdam biçimlerinin yaygınlaşması önce sendikalaşmayı zayıflatır, sonra toplu iş sözleşmelerinin kapsamında olanları daraltır.

Sendikalaşma oranlarının düşmesi bütün dünyada görülen genel bir gelişme olmakla birlikte her ülkede ve her sektörde aynı derecede olmamıştır.

  1. yüzyılın ilk on yılında dünya nüfusunun yalnızca % 20’si yeterli sosyal güvenlik garantisine sahiptir. Dünya nüfusunun yarısından fazlasının ise en temel insan haklarından biri olan sosyal güvenlik bakımından hiçbir güvencesi yoktur Bu sosyal politika anlayışı bakımından kesinlikle kabul edilebilir bir durum ve görüntü olamaz. Sanayi toplumunda, sosyal sigorta sistemi Almanya’da Bismark tarafından 1881 yılında başlatılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gelişmiş ülkeler, bütün çalışanları bütün sosyal risklere karşı koruyan sosyal sigorta rejimleri kurmuşlar, sosyal sigortaların bıraktığı kapsam boşlukları da devletin sosyal refah harcamaları ile kapatılmıştır. 1960’lıyıllarda millî gelirden sosyal güvenliğe ayrılan pay % 3-12 arasında değişirken 1980’li yıllarda bu oran % 30’lara yaklaşmıştır. 1950 sonrası dönemde sosyal güvenlik harcamaları millî gelir artışından 1.8 kat daha fazla gerçekleşmiştir. 70’li yıllarda yaşanan krizle birlikte neoliberal politikaları benimseyen siyasi görüşün eş zamanlı olarak Almanya, İngiltere, ABD ve Fransa gibi gelişmiş ülkelerde iktidara gelmesi sosyal güvenlik harcamalarının mercek altına alınmasına yol açtı. Bu noktada küreselleşmenin hâkim idelolojisi liberalizm sosyal güvenlik sistemlerine yönelik yeniden yapılanma önerileri getirdi. Sosyal güvenlik garantisi sağlama yükümlülüğü devletten bireylere aktarılacak, devlet ancak kendi imkânları ile bu garantiyi sağlayamayacak olanlara “asgari seviyede” koruma garantisi sağlamayı amaçlayan gelir transferleri yapacaktı. Gelişmiş ülkelerdeki yerleşmiş sosyal devlet yaklaşımı ve güçlü sosyal politika anlayışı sosyal güvenlik alanında liberal görüşün Dünya Bankası tarafından formüle edilen yeni sosyal güvenlik sistemi önerilerinin hayata geçirilmesini önlemiş (Şili ve diğer bazı Güney Amerika ülkeleri hariç) ancak sanayi toplumu sosyal güvenlik sisteminin işleyişinde de bazı değişiklikler yapma ihtiyacı doğurmuştur.

ILO, sosyal yönü güçlü, adil, kapsayıcı, demokratik bir küreselleşme sürecinin gerçekleştirilebilmesi için gerekli şartları şu başlıklarda toplamıştır:

  • İnsan haklarına ve kültürel farklılıklara saygılı, insana yaraşır iş, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, cinsiyet eşitliğine dayalı bir sosyal hayat oluşturma önceliklerine önem veren insan merkezli bir küreselleşme anlayışının varlığı.

  • Küresel ekonomi ile bütünleşirken halkının sosyal ve ekonomik fırsatlardan faydalanması imkânlarını geliştirecek demokratik ve etkin işleyen bir devletin varlığı.

  • Ekonomik gelişme ile sosyal gelişmeyi bütünleştiren yerel, bölgesel ve küresel düzeyde çevrenin korunmasını sağlayan sürdürülebilir bir gelişmenin varlığı.

  • Teşebbüs hürriyeti ve fırsat eşitliğine imkân veren etkin ve adil işleyen piyasaların varlığı.

  • Ülkelerin gelişme seviyeleri, imkânları ve kapasitelerinin farklılığını dikkate alarak bütün ülkelere eşit fırsatlar sunan adil kuralların varlığı.

  • Ülke içinde ve ülkeler arasındaki eşitsizlikleri azaltacak, karşılıklı yardımlaşma ve iş birliğine dayalı bir dayanışmacı küreselleşme anlayışının varlığı,

  • Küreselleşme sürecinde yer alan aktörler arasında (uluslararası örgütler, hükümetler, parlamentolar, işçi ve işveren örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve diğerleri) diyalog ve iş birliğini sağlayacak mekanizmaların varlığı.