SOSYAL POLİTİKA I - Ünite 2: Sosyal Politikanın Dünyadaki Tarihsel Gelişimi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: Sosyal Politikanın Dünyadaki Tarihsel Gelişimi

Tarihsel Bir Olgu Olarak Sosyal Politika

Sosyal kavramı beşeri değerlerin ifadesidir ve bu nedenle temsil ettiği değerler, kişiden kişiye, toplumdan topluma ve çağdan çağa değişen bir görünüm sergileyebilmektedir. Sosyal sorunlar, ayrıcalıklı sınıflar ve eşitsizlikler her çağda ve toplumda olagelmiştir. Fakat bunların toplumsal bir sorun olarak ele alınarak çözümler üretilmesi, modern toplumlara özgü bir nitelik taşımaktadır. Kuşkusuz sosyal politika uygulamalarının bir yönünün geleneklere ve yardımseverliğe bağlanabilmesi mümkündür.

Sosyal politika uygulamalarının bir yönünün geleneklere ve yardımseverliğe bağlanabilmesi mümkündür.

Ancak bu uygulamaların tarihsel süreç içinde merhamet ve lütuf temelli, geçici ve dar kapsamlı uygulamalar olarak ortaya çıkabildiği de görülmüştür. Günümüz modern toplumlarında sosyal politika anlayışının demokrasi ve devlet anlayışındaki gelişmelere paralel olarak adalet ve hak temelli bir yapıda şekillendiği görülmektedir.

Sanayi Devrimi Öncesinde Sosyal Politika

Modern anlamda sosyal politikanın doğuşu ve gelişimi 18. Yüzyıl ve onu takip eden dönemde ele alınmaktadır. Toplum refahını sağlamak amacıyla iktisadi faaliyetlerin varlığı ise bunun çok öncesine dayanmaktadır. Bugünkü uygulamalarından farklı olsa da iktisadi faaliyetin söz konusu olduğu ve emek unsurunun varlığından söz edilebilecek beşeri uygulamaların insanlık tarihi kadar eski olduğunu söylemek mümkündür.

İlk Çağ Toplum Düzeni: En ilkel dönemlerde dahi bütün toplumlarda ilişkileri düzenleyen birtakım kurallara rastlamak mümkündür. En eski yazılı hukuk kurallarının bulunduğu bölge olan Mezopotamya’da Sümer, Babil, Asur, İbrani ve Eti medeniyetlerinin çalışma hayatına ilişkin birtakım yazılı kuralları ortaya koymuşlardır.

İlk çağ toplumlarında beden gücüne dayalı olarak çalışmak ve üretmek köleler ve tutsaklar için geçerli bir çalışma anlayışıydı. Hür insanların ise askerlik, sanat, felsefe ve devlet işleri ile ilgilendikleri görülmüştür.

Bu dönemlerde kölelik düzenine yönelik mücadelelerin, bu düzeni meşrulaştıran düşünce ve felsefe akımlarının etkisinden dolayı başarıya ulaşamadığı görülmüştür.

Orta Çağ ve Feodal Yapı: Orta çağda sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuki düzeni belirleyen sistem feodalitedir. Ticaret ve şehir hayatının sönmesinden sonra insanların kırsal alanlara yönelmesi ortaya çıkmıştır. Feodal düzende sosyal yapıyı belirleyen özellik kişilerin toprakla ilişkileridir.

Feodal düzen geçerliliğini 10. ve 15. Yüzyıllar arasında sürdürmüştür. Asiller (aristokratlar) krala vergi vermeleri ve elde ettikleri imtiyazlar ile önemli bir gücün sahibi durumunda olmuşlardır. Toplumun siyasal yönetiminde, aristokratlar ve onlar arasındaki hiyerarşinin etkili olduğu görülmüştür.

Eğitim ve sosyal yardım kuruluşlarını ve toplumun manevi hayatını yöneten kilise ve din adamları da Orta Çağ boyunca imtiyazlı konumlarını koruyabilmişlerdir.

İlerleyen dönemlerde Orta Çağ’da Avrupa merkezli kölelik düzeninin yavaş yavaş kaybolduğu görülmüştür. İlk çağın kölelik işgücüne dayanan iktisadi düzeninin yerini Orta Çağ’da loncaların aldığı görülmektedir. Orta Çağ’da, ticaret merkezi olan şehirlerin canlanması ve şehir ekonomisinin gelişmesi esnaf kuruluşlarının yaygınlaşmasına destek olmuştur.

Orta Çağ’ın emek-sermaye ilişkilerini atölye-dükkân çerçevesi içinde karakterize eden korporasyonlar, esnaf kuruluşları olarak bir üretim tarzı ve sosyal teşkilatlanma biçimi olarak gelişmiştir. Bununla birlikte de çağın sosyoekonomik hayatına önemli katkılar sağlamışlardır.

Sanayi Devrimi ve Sosyal Politika

Sanayi Devrimi en basit ifadesi ile küçük zanaat üretiminin yerine fabrika üretiminin geçmesi ve makinelerin insan, hayvan, rüzgâr, su kuvvet ve kudretinin yerini alması şeklinde tanımlanmaktadır. Bu bağlamda Sanayi Devrimi’nin esas niteliği, insanlar ve makineler arasında yaratmış olduğu yeni ilişkiler içinde yatmaktadır.

Sanayi Devrimi ve Koşulları

Sanayi devrimi ile ticaret hayatı canlanma göstermiştir. Üretim ölçeğinin büyümesi, maliyetlerin düşmesi ve bunun fiyatlara yansıması ile pazarın genişlemesi ekonominin büyümesine yol açmıştır.

Sanayi Devrimi İngiltere başta olmak üzere Avrupa kıtasında ortaya çıkmış ve sonrasında bütün dünyayı etkilemiştir.

Üretim araçlarına sahip olmayan, sadece ücreti karşılığı yaşamını sürdüren endüstri merkezlerine hareket eden kırsal nüfus, hızla büyümüş ve yeni bir çalışan sınıf ortaya çıkarmıştır.

Teknolojik Yapı: Sanayi Devrimini başlatan teknolojik gelişmelerle üretim süreci, ilk kez yeterli, düzenli ve sürekli bir güç kaynağına kavuşmuştur. O güne kadar insan, hayvan ve doğa gücüne dayanan mekanik düzenlemelerin yerini, buhar ve elektrik gücüyle çalışan makineler almıştır. Öncelikle dokuma sektöründe başlayan fabrikalaşma sanayinin gelişmesi ile paralel olarak diğer sektörlerde de giderek yaygınlaşmıştır.

Yaşamı kolaylaştıran bu gelişmelerin yanında bir dizi sorunların oluşması da kaçınılmaz olmuştur. Yeni makineler ve iş organizasyonlarının oluşturduğu çalışma yaşamı ve onun etkisinde gelişen sosyal yaşam günümüzde bile çözülememiş sorunları yaratmıştır.

Gelişen ticaret, yeni ihracat sanayinin yeni pazarlar bulmasına yol açarken sömürgelerden yapılan ucuz ithalat da rekabet edebilmenin bir gereği olarak ortaya çıkmıştır.

Ekonomik Yapı: 18. yüzyıl boyunca matematik, fizik, kimya, biyoloji ve hatta astronomi alanında kaydedilen büyük gelişmeler toplumların ve sosyo-ekonomik olayların evrensel doğal kanunlar sisteminin bir sonucu olarak değiştiği tezinden hareketle, iktisatçılar ve sosyologlar etkili olmaya başlamıştır. iktisatçılar fiyat, maliyetler, ücretler, rant ve kâr gibi piyasa ekonomisi konularının, birbirleriyle tam bir bağımlılık içerisinde olduğunu ileri sürerek, belirli düzene ve kanunlara sahip bilimsel bir anlayışı işlemeye başlamışlardır.

Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan yeni üretim düzeni ve yeni sınıflar ekonomik hayatı yönlendiren düşünürlerin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler sloganı ile özdeşleşen liberal iktisadi düşünce piyasa dengelerine saygı duyulması, bunu zedeleyecek her türlü müdahalenin piyasa güçlerince cezalandırılacak ve rekabetçi ortamda fertlerin kendi menfaatlerini gerçekleştirirken aynı zamanda toplumun da zenginleşeceğine ilişkin tezlerle ekonomik yapıyı belirlemeye çalışmıştır.

Toplumsal Yapı: Sanayi Devrimi öncesi Avrupa toplumlarının asiller ve din adamları dışında, geniş halk kitlelerinin en zengin ve güçlü tabakasını temsil eden burjuva sınıfı zenginlikleri sayesinde köylü ve esnaf tabakasını da çevresine alarak büyük bir toplumsal güç oluşturabilmiştir.

Topraktan çözülmenin etkisiyle sürekli büyüyen kent yapıları, bununla paralel iş yaratamamış ve kentsel sefaletin de aynı düzeyde büyüdüğüne şahit olunmuştur. Asillerin ekonomik güçlerini kaybetmeleri kralların, tüccarların parasal desteğine ihtiyaç duyar hale gelmelerine neden olmuştur.

Sanayi Devrimi’nin üretim yapısını ifade eden fabrikalarda bu fabrikaların sahibi olan burjuvazi ile emek sınıfını oluşturan işçiler arasında da yeni bir çalışma ilişkisinin oluştuğu görülmüştür. Fabrika sahiplerinin ad ve hesabına, onlara bağlı olarak sürekli ve düzenli ücret geliri karşılığında çalışan bu kişiler işçi olarak adlandırılmış ve sanayi üretiminin artmasına bağlı olarak bu grubun da büyüdüğü görülmüştür. Tarımda çalışan ve herhangi bir deneyime sahip olmayan bu grup, fabrika üretiminin vasıfsız kesimini, küçük zanaat kollarının kalfa ve ustalarının ise yarı vasıflı kesimini oluşturmuştur.

Sanayi Devriminin Çalışma Koşulları: Sanayi Devriminin oluşturduğu çalışma ilişkilerinin ilk ve en önemli öğesi, üretim sahasında emeği ile geçinen ve üretimin araçlarından biri olarak tanımlanan emek sahiplerinin yani işçilerin ortaya çıkmasıdır. Bu döneminin kuralsız ortamı bu sınıfların ağır çalışma şartları altında önemli zararlar görmelerine neden olmuştur.

Ortaya çıkan zenginliklerden en düşük pay emek kesimine düşerken bu zenginliklerden en çok yararlanan grup ise burjuva sınıfı olmuştur. Yaygın bir sefalet ve yoksullukla aşırı kapital birikimi arasında oluşan ekonomik dengesizliklerin 19. yüzyılın ortalarına doğru daha da belirginleştiği görülmüştür. Sanayi Devrimi ile birlikte kentlere akın eden grupların çalışmak zorunda olmaları emeklerini satarak geçinmeleri durumunu ortaya çıkarmıştır.

Üretimde yeni buluşların hızı ile paralel makine teknolojilerinin ilerleme göstermesi, bu yapının işsiz bıraktığı emek sınıfının sürekli büyümesine neden olmuştur. Uzun çalışma sürelerine 19. yüzyılın başlarından itibaren kadın ve çocukların da muhatap olması toplumsal yapıda kısa zamanda olumsuz etkiler ortaya çıkarmıştır.

Üretim maliyetleri içinde işgücünün payının azaltılması çabaları çalışma sürelerinin uzamasının yanında daha düşük ücretlerle çalışmaya talip kadın ve çocukların da fabrika ortamına girmesine neden olmuştur.

Sınıf Bilinci ve Sendikal Hareket

Sanayi Devrimi ile oluşan fabrika üretim sisteminin en kalabalık grubunu yarı vasıflı ya da vasıfsız olarak bu sürece dâhil olan emek sahipleri oluşturmuştur.

Sanayi Devrimi ile birlikte çalışma ilişkilerinin o güne değin düzenlendiği kurumlar olan loncaların ortadan kalkması, çalışma yaşamında hiçbir kurum ve kuralın bulunmadığı bir yapıyı beraberinde getirmiştir.

Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışından itibaren yaşam koşulları olumsuz yönde ilerleyen işçi sınıfı, bozulan iktisadi ve sosyal dengeyi yeniden sağlamanın, yoksulluk ve sefalete son vermenin yolunun kendi aralarında örgütlenmekten geçtiğine inanmaya başlamıştır. 18. yüzyılın sonlarında başlayan örgütlenme düşüncesinin 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kurumsal yapılara dönüştüğü görülmüştür. Haklar birçok mücadelenin sonunda elde edilebilmiştir. Hak ve hürriyetleri engellemeye yönelik yasaklar hiçbir zaman devamlı olabilmeyi başaramamıştır. İşçilerin örgütlenmesine ilişkin çalışmaları iki kategoride değerlendirmek mümkündür. Bunlardan ilki örgütlenmenin yasak olduğu Fransa gibi ülkelerde hayırsever örgütlenmeler yoluyla kurulan yapılardır. İşçilerin örgütlenmesine ilişkin bir diğer çalışma da İngiliz işçilerinin 1824 yılında parlamentolarından birleşme hakkını elde edebilmeleri olmuştur.

Ekonomik ve Sosyal Düşünce Sistemleri ve Sosyal Politika

Sanayi devrimini ile ortaya çıkan sosyal ve ekonomik dönmüşüm ortaçağın toprağı temel değer olduğu sosyal yapıyı hızla dönüştürmeye başladı. Ticaret yollarının çoğalması ile burjuva sınıfının Avrupa üzerindeki ekonomik etkisi ve nüfuzu sürekli artmaktaydı. Fransız ihtilali burjuva sınıfının etki alanını ve gücünü siyasi alanda da ele geçirmesini sağladı. Tüm bu gelişmeler liberal öğretilerin ön plana çıkmasını ve gelişmesini sağlarken, toplumsal yapıda meydana gelen sorunlar, sosyal protesto akımlarının güçlenmesine ve sistemli bir yapıya dönüşmesine neden oldu.

Liberalizm: Temel felsefesinde devletin ve diğer tüm kuruluşların toplum üzerindeki müdahalelerini ve etkisini yok etmeye amaçlayan liberal düşünce kendisini en iyi şekilde "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" sözleri ile tanımlamaktadır. Sanayi devriminin getirdiği teknolojik yenilikler iktisadi liberalizimin kapitalizme dönüşümünü sağlamıştır. Bu dönüşüm iki sosyal değişimi beraberinde getirmiştir. Bunlardan ilki sermaye yatırımlarının önem kazanması ikincisi işe işçi için gelir, işveren için maliyet olan ücretlerin bu iki grup arasında bir çatışma konusuna dönüşmesidir. Liberalizmin düşünce temeli Adam Smith tarafından atılmış ve David Ricardo ve Thomas Robert Malthus tarafından geliştirilmiştir. 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan ekonomik olumsuzluklar, büyüyen işçi sınıfı ve onun temelini oluşturduğu Marksist ve kolektivist hareketlerin etkisiyle yeni bir yapılanmanın içerisine girmiştir. Klasik anlaşın piyasa ve bireycilik anlayışını esas kabul eden bu yeni sosyal liberaller, piyasada oluşan eşitsizliklerin önlenmesi gereken bir durum olduğunu savunur ve daha fazla insanın mutlu olacağı bireyler arası bir sorumluluk esasına dayalı yeni bir sistemi hedeflemektedirler.

Küreselleşmenin etkilerinin hakim olduğu yeni Neoliberalizm dönemi bir çok düşünür tarafından klasik liberalizme dönüş olarak adlandırılır. Sosyal devlet ve refah devleti gibi klasik liberal düşünceden sapma eğilimlerinden uzaklaşılarak yeniden bireyselleşmeye yönelişi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sosyalizm: liberalizmin sosyal ve ekonomik etkilerine karşı bir fikir olarak ortaya çıkmıştır. Sosyalizm, üretim araçlarının bireylere ait olmasının emek üzerinde bir sömürü olgusu yarattığını düşünerek özel mülkiyet anlayışını reddedilerek kolektif mülkiyet hakkını ikame etmektedir. Bireyciliğin yerine toplumu, rekabetin yerine kolektif bir yapılanmanın kurulması gerektiği fikrini savunur. Birkaç tür sosyalist yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki ütopik sosyalistler olarak tanımlanır ve önemli temsilcileri arasında Saint Simon, Charles Fourier ve Robert Owen sayılabilir. Bu düşünceye göre üretim ekonomik planlamaya dayanmalı ve yaratılan servet üreticilerin ihtiyaçlarına uygun dağıtılmalıdır.

Bir diğer sosyalizm düşüncesi Bilimsel sosyalizmdir ve liberalizme karşı en ciddi ve tutarlı eleştirileri Karl Marks tarafından geliştirilmiştir. 1848 yılında Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist Manifesto adlı eser bu düşünce sisteminin temelini oluşturmasından dolayı Marksizm ve Komünizm olarak da tanımlanabilir. Toplumsal düzenin köklü biçimde değişmesini savunan bilimsel sosyalizm, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet hakkının devlete geçmesini ve proleterlerin egemen olduğu bir devlet düzeni amaçlamaktadır.

Müdahalecilik: Leonard Simon de Sismondi’nin Müdahalecilik Okulu'ndan liberalizme karşı oluşan tepki ile şekillenmiştir. Simondi'ye göre makineler çalışanları işsiz bırakmış ve sanayi toplumlarını ikiye ayırmıştır. Devletin müdahalesi ile yeni bir ekonomik örgütlenme tanımının ortaya çıkacağını iddia eder. Rekabetin olumsuz etkilerinin azaltılması, kadın ve çocukların fabrikalarda çalışmasının yasaklanması, işçilere dinlenme hakkı verilmesi gibi politikaların devlet müdahalesi ile ortaya konulması gerektiğini savunur.

Sosyal Hristiyanlık: 19. Yüzyıl sonlarında Katolik kilisesi içinde ortaya çıkan sosyal Hıristiyanlık. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan sosyal sorunların Hıristiyanlık dininin değerleri ile giderilmesini öngören ve sosyal Katoliklik ve sosyal Hıristiyanlık diye ikiye ayrılan yaklaşımdır.

Dayanışmacılık: Fransız Leon Bourgeois’in geliştirdiği ve toplum içerisinde yaşayan insanların birbirlerine doğmadan önce mevcut olan bir bağ ile bağlı olduklarını öne süren bir görüştür. Yardım kuruluşları vb. örgütlenmelerle devletin sorumluluk alanı içinde ele alınmaktadır.

Anarşizm: bireyin üstünlüğü anlayışına dayanan Anarşizm sosyal, ekonomik ve dini bütün kurumlara karşıdır. Anarşist ilk düşünür Fransız Pierre Joseph Proudhon’dur. Proudhon mülkiyeti hırsızlık olarak görür ve rant, faiz gibi çalışılmadan elde edilen tüm servetleri ve özel mülkiyeti reddetmiştir.

Sendikalizm: Bu hareketin önemli temsilcisi Fernand Pelloutier'dir. Sendikalizm, kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını ve bunun yerine iş birliğine dayanan bir sosyal düzenin kurulmasını ön görmüştür.

Kamu Müdahalesinin Doğuşu ve Gelişimi

Kapitalizmin gelişmesi ile büyüyen işçi sınıfı sömürü hareketleri ile tarihte görülmemiş bir sefalete sürüklenmiştir. Bu sefalet toplum hayatında huzursuzluklara neden olmaya başlamıştır ve sömürünün dayanılmaz noktaya geldiği dönemlerde dini, insani, askeri, ekonomik vb. pek çok nedenlerden dolayı devlet bu sömürüye müdahale etme gereği duymuştur. Devlet sanayi toplumlarında ekonomik ve sosyal düzenlemelerin temel belirleyicisi haline gelmiştir.

Devletin Sosyal Niteliğinin Gelişimi: Sosyal politika anlayışı 20. Yüzyılın başında sanayileşme ve kentleşmenin yol açtığı kötü çalışma koşullarının önlenmesi, ücretlerin iyileştirilmesi ve sosyal güvenliğin sağlanmasına yönelik düzenlemelerdir. I.Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan durgunluk, liberalizmin piyasanın tek düzenleyicisi olması düşüncesinin yerine, devletin bireyleri toplumsal ve ekonomik hayatın öngörülemeyen değişimlerine karşı güvence altına alması fikrini ön plana çıkarmıştır. 1936 yılında yazdığı İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi adlı eserinde Keynes, devletçe yapılacak müdahaleleri gerekli görmüştür.

Sir William Beveridge'in 1942 yılında bir İngiliz Sosyal Güvenlik Sistemi Kurulması hakkında hazırladığı ve modern refah devleti kuruluşunun temel ilkelerinin ilk defa dile getirildiği bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor II. Dünya Savaşı sonrasında tüm ülkelerdeki sosyal reformların da esin kaynağı olmuştur

Devletin sosyal niteliğinin gelişiminde rol oynayan önemli etmenlerden biride demokrasinin güçlenmesidir. Sanayi devriminin getirdiği sorunlara karşın tetiklediği toplumsal dinamiklerde sosyal politika anlayışının gelişimini sağlamıştır.

Sosyal Refah Devleti: Sosyal refah devletinin kurumsal gelişimi uygulamalarının dört aşamadan geçtiği ifade edilir. Birinci aşama, 1883 yılındaki ilk sigorta düzenlemelerinin oluştuğu 1914 yılana kadar olan aralığı kapsar. İkinci dönem sigorta uygulamalarının Avrupa da yayıldığı iki dünya savaşı arasındaki dönemdir. Üçüncü aşama 1950'lere kadar uzanan ve sosyal güvenlik reformlarının yapıldığı dönemdir. Bu dönemde iş kazası, yaşlılık, hastalık, işsizlik gibi temel sigorta kollarında kapsayıcı uygulamalara geçilmiştir. 1950 sonrası dönemde tüm sigorta kolları birleştirilerek genel bir sigorta sistemi kurulmuş ve bu sisteme sosyal güvenlik sistemi denmiştir.

Endüstri İlişkileri Sistemi: işçi sınıfının büyümesi, sınıf bilincinin gelişmesi ile kolektif organlar ve çalışanlar sermaye karşısında güçlü bir blok haline gelmiştir. Kurdukları sendikalar eliyle, mevcut düzen içerisinde ekonomik be sosyal durumlarını düzeltme hareketlerine gitmişlerdir.

Küreselleşme ve Sosyal Politikalar

Küreselleşme kavramı son çeyrek yüzyılda karşımıza çıkan bir kavramdır ve tam bir tanımı yapılamamaktadır. Kimiz zaman belirli fikirlerin kavram ve teknolojinin dünya ölçeğinde kullanılması, kimi zaman küresel değerlerin evrensel nitelikler kazanarak ulusal kimliklerin ve sosyal yapıları etkilemesi ve kimi zaman dünyanın ekonomik bir bütün oluşturarak birbirine benzeme süreci olduğu tanımı yapılmaktadır.

Refah Devletinin Krizi: Sosyal devletin, sosyal politika uygulamalarını yoğunlaştırması ve bu alandaki harcamalarını sürekli artırması, özellikle liberal yaklaşımlarca sıklıkla eleştirilmiş, ancak Keynezyen politikalarla sağlanan ekonomik ve sosyal başarı, eleştirilere cevap niteliği taşımıştır. Mevcut ekonomi politikaları ile 1970’li yıllardan itibaren yaşanan krizlerin üstesinden gelinememesi, bir yandan sorumluların aranması sürecinin başlamasına neden olmuş, diğer yandan ise yeni bir yapılanmaya doğru olan hareketliliği başlatmıştır.

Endüstri İlişkileri Sisteminin Dönüşümü: İstihdam ilişkilerinde ortalama vasıfsız işçiyi esas alarak kitlesel pazarlık güçlerini ön plana çıkartan sendikacılık anlayışı, endüstri ilişkileri sisteminde yaşanan değişimin sonucunda büyük güç kaybetmiştir. Yaşanan teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı değişim, endüstri ilişkileri sistemindeki kurumların rolleri ve güçlerinin azalmasına ve bireyciliğin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Üretim ve organizasyon yapısındaki değişimlere, işgücünün yapısal değişimlerinin de eklenmesi sendikacılık üzerindeki olumsuzlukları derinleştirmiştir. iş gücünün nitelik düzeyindeki artış, bireyselcilik ekseninde kendi beceri ve vasıflarına güvenen yeni çalışan tipini ortaya çıkarmıştır. Bu da sendikaların sadece sosyolojik bir kuvvet ve baskı aracı olarak öneminin azalmasını değil çalışanlar için bir ihtiyaç olmaktan çıkmasını da gündeme getirmiştir.

Sanayi istihdamında yaşanan daralma işçi sendikacılığında güç kaybına neden olan diğer bir gelişmedir. Artan sermaye hareketleri ve doğrudan yabancı yatırımlar, üretimin, işgücü maliyetlerinin daha düşük olduğu gelişmekte olan ülkelere kaymasına neden olmuştur. Gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda sanayi sektöründe çalışanların mutlak sayılarında önemli düşüşler yaşanmıştır. Sanayi sektöründe yaşanan bu düşüş sendikal yapıları da olumsuz etkilemiştir.

Sendikal yapıların güç kaybetmesinde diğer bir etken de işsizliğin uzun süreli yaygın bir nitelik kazanması olmuştur. Avrupa Birliği ülkelerinde 1970’li yılların başında %4 dolayında olan işsizlik oranı, 1980’lerin sonlarına doğru %11’lere ulaşmıştır. Uzun süreli yaygın işsizlik, sendikaların üye sayılarını arttırmaları ve toplu pazarlık güçlerini korumaları önünde büyük bir engel oluşturmuştur.

İşsizliğin önlenmesi konusundaki çabalardan, sosyal güvenliğin yaygınlaştırılmasına; toplumun eğitim düzeyinin yükseltilmesinden, işletmelerde kalitenin iyileştirilmesine ve ülkede demokrasinin geliştirilmesinden, çevresel sorunlara kadar birçok konu sendikaların çalışma alanını içermektedir. Bu durum, sosyal sorumlulukları olan bir sendikal anlayışın ortaya konulmasını gerekli kılmaktadır. Hayat standartları ve ahlaki düzeyi yüksek bir toplumun oluşumunda sendikalar ancak bu donanımlarıyla etkin olabileceklerdir.