SOSYAL PSİKOLOJİ II - Ünite 3: Önyargı Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Önyargı

Giriş

Günümüzde hemen tüm toplumlarda önyargı yaygın, inatçı ve kötücül bir sosyal problem olarak görülmektedir. Önyargı sadece ona maruz kalan toplumsal kesimler için değil, toplumun tümü için yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır. Geçtiğimiz yüzyılın büyük bölümünde önyargı konusunda çalışmalar yapan sosyal psikoloji disiplininde, önyargı konusu gittikçe daha fazla önem kazanmıştır.

Önyargı çalışmaları tarihsel olarak sosyal psikoloji için tümden ve yalnızca ırkçılık çalışmaları yapmak anlamına gelmiştir. Son zamanlarda, cinsiyetçilik ve homofobi de önyargı araştırmalarının odaklandığı alanlar hâline gelmiştir.

Önyargı

Duckitt (2001) önyargının, belirgin bir biçimde yirminci yüzyıla ait bir kavram olduğunu belirtmekte, yirminci yüzyıldan önce hem bilimsel bir kavram olarak hem bir sosyal problem olarak algılanmadığını ifade etmektedir. Duckitt, önyargı kavramının ancak 1. Dünya Savaşı’ndan sonra geniş ölçüde benimsenen, azınlık ve farklı kültürlerden insanlara karşı haksız ve mantıksız olumsuz tutumlar olarak görülmeye başlandığına işaret etmektedir. Ancak önyargı kavramı inşa edildikten sonradır ki toplumlar bu tür tutumları bir problem olarak görmeye başlamıştır.

Önyargı olarak adlandırılan sosyal problem günümüzde hâlâ yaygın olarak devam etse de bu, 1. Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar problemin doğasının hiç değişmeden sürdüğü anlamına gelmez. Tam tersine, söz konusu problemin formu tarihsel olarak sürekli değişikliğe uğramıştır. Duckitt (2001), 1. Dünya Savaşı sonrası dönemden 2000’lere kadar, sosyal psikolojide önyargının beş farklı şekilde tanımlandığını ve bu tanımlara bağlı olarak önyargının nedenlerini farklı şekilde açıklayan kuramlar geliştirildiğini ifade eder. 1920’lere kadar olan dönemde, önyargı, geri kalmış insanların eksikliklerine verilen doğal tepkiler olarak görülmüş ve bu durum ırk kuramlarıyla açıklanmıştır. 1920’lere kadar baskı, ayrımcılık ve segregasyon doğal görülmekteydi. 1920’lerden sonraki beş dönem ise şöyle sıralanabilir:

1920’ler ve 30’lar: Önyargı, farklı olan insanlara karşı irrasyonel ve haksız tepkiler olarak görüldü ve bu tepkilerin varlığı psikanalitik kuramla açıklanmaya çalışıldı.

1940’lar ve 50’ler: Bu dönemde açıklanması gereken temel olgu Nazi ırk ideolojisi ve Yahudi soykırımıydı. Önyargı, anti-demokratik ideolojilerde ve otoriteryen kişiliklerin patolojik ihtiyaçlarında kök salan bir olgu olarak görüldü.

1960’lar: Bu dönemde önyargı, ayrımcı sosyal yapıların sosyal normlarında köklenmiş bir olgu olarak tarif edildi ve sosyokültürel açıklamalar yapıldı.

1970’ler: Önyargı, gruplar arası eşitsizlikleri sürdüren güçlü grupların çıkarlarının bir ifadesi olarak görüldü.

1980’ler ve 1990’lar: Önyargı, evrensel bilişsel-güdüsel süreçler olan sosyal kategorizasyon ve sosyal kimliğin bir ifadesi olarak görüldü (Duckitt, 2001: 254).

Günlük kullanımında önyargı genellikle birisi ya da bir şey hakkında vaktinden önce ya da erken ifade edilmiş, olgunlaşmamış yargılar anlamını taşır. Sosyal psikolojide önyargı çeşitli biçimlerde tanımlanmaktadır. Örneğin “bir sosyal grup üyesi için, sadece o grup üyesi olması nedeniyle geliştirilen (genellikle olumsuz) tutum” dur (Baron ve Byrne, 2000: 211). Gordon

Allport’un 1954’te yayımlanan Önyargının Doğası adlı kitabında yaptığı tanımdan etkilenmiştir. Allport için “etnik önyargı, hatalı ve esnek olmayan bir genellemeye dayanan antipatidir.” günümüzde sosyal psikolojide ne kadar farklı tanımlanırsa tanımlansın, önyargı kavramının şu beş özelliği paylaştığı görülebilir: 1- Önyargı bir tutumdur. 2- Esnek olmayan bir genellemeye dayanır. 3- Önyargı peşin verilmiş bir hükümdür. 4- Değişime dirençli ve katıdır. 5- Önyargı kötüdür (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 225-226).

Sosyal psikolojide günümüzde sosyal biliş adı verilen yaklaşım içinden yapılan bu önyargı tanımları, önyargıyı bir tutum olarak görmektedir. Önyargı ifadesi hem genel tutum yapısını hem de tutumun duygusal boyutunu ifade etmektedir. Teknik olarak önyargı, olumlu ya da olumsuz olabilir.

Diğer yandan, önyargının sosyal gruplara karşı oluşturulan bir tutum olduğu da vurgulanmalıdır. Diğer bir deyişle önyargının hedefi bireyler değil, sosyal gruplardır. Bireyi hedefleyen önyargı, bireyin kişisel özellikleri nedeniyle değil, bireyin söz konusu gruba üyeliği nedeniyle ortaya çıkar. Önyargı, aynı zamanda etnosentrizmi de içermektedir. Etnosentrizm , üyesi olunan grubun (içgrubun) diğer bütün gruplardan üstün olduğuna ilişkin inançtır. İçgrup lehindeki bu aşırı tutumlar, içgrup üyelerin bireysel olarak tanınmadan bile onlar hakkında olumlu değerlendirmeler yapılmasına yol açabilmektedir.

Kalıpyargı

Kalıpyargı; belirli bir sosyal grup hakkındaki bilgi ve inançlardan oluşan bilişsel çerçevelerdir. Kalıpyargı terimi ilk defa 1922’de Lipmann tarafından kullanılmış ve “zihindeki resim” olarak tarif edilmişti. Günümüzde sosyal psikolojide kalıpyargılar ağırlıklı yaklaşıma göre, bir kalıpyargı bir resimden daha fazla bir şeydir; bir kalıpyargı kendine ait zihinsel yaşamı olan bilişsel bir yapıdır.

Sosyal biliş yaklaşımı açısından insanları belli kalıpyargılara sokmak, duygusal bir süreç değil, zihinsel bir bilgi işleme sürecidir. Yani bu yaklaşım açısından, insanları kalıpyargılara sokmak, her durumda onları küçümsemek ya da aşağılamak anlamına gelmez (Aronson, Wilson ve Akert, 1999). Bu görüşe göre, bir sosyal grup hakkındaki kalıpyargılar, bize o grup hakkında kestirme yoldan bir fikir, bir bilgi verir. Bu, çoğu zaman o grubun üyesi ile karşılaştığımızda onun davranışı hakkındaki beklentimizi ve ona karşı davranışımızı önceden ayarlamamızı sağlar.

Sosyal biliş yaklaşımının kalıpyargılar konusunu ele alış biçimine ait çeşitli tartışmalar yürütülmektedir. Örneğin Augostinos ve arkadaşları (2006), bir sosyal gruba ait inançlarımızın tek tek bireylerin kafasında değil, kaçınılmaz bir biçimde sosyal olarak oluştuğunu ileri sürer. Diğer yandan, sosyal biliş yaklaşımında kalıpyargının sadece bireysel işlevlerine odaklanıldığı, toplumsal ve ideolojik işlevlerinin gözardı edildiği ileri sürülmektedir.

Kalıpyargılarla ilgili diğer bir tartışma noktası, sosyal psikolojide, kalıpyargıların, bir sosyal grubun yanlış, yetersiz ya da abartılmış imgeleri olduğu yönündeki hâkim görüştür. Bu tartışma, sosyal psikolojide kalıpyargıların bir gerçeklik/ doğruluk içerip içermediği sorusuyla ilgilidir. Sosyal psikolojide kalıpyargılar hem içerik hem de süreç bakımından çalışılmaktadır. Kalıpyargıların içeriğiyle ilgili ilk araştırma 1933 yılında ABD’de Princeton Üniversitesi öğrencileri ile yapılmıştır. Bu araştırmada öğrencilere 10 etnik grup ya da ulus adı verilmiş ve bunların çok çeşitli özelliklerden (dürüst, pis, dindar, zeki vb.) en çok hangilerine sahip olduklarını belirtmeleri istenmiştir.

Milliyet, “ırk” ve etnik grupların yanı sıra kadınlar ve erkekler de kalıpyargı içeriği açısından en çok çalışılan toplumsal gruplardan biridir. Erkeklerin ve kadınların farklı kişilik özelliklerine sahip olduklarına dair inancımız toplumsal cinsiyet kalıpyargılarını oluşturur.

Sosyal biliş yaklaşımında kalıpyargı bir şema olarak görüldüğü için, özellikle son zamanlarda kalıpyargı niteliğindeki bilgilerin nasıl işlendiğine dair süreç çalışmaları artmıştır. Bu bilgi işleme süreci; zihnimizdeki kalıpyargıları nelerin harekete geçirdiği, kalıpyargıların harekete geçirilmesinin onu izleyen bilgi işleme süreçlerini, kişinin algısını ve kişiler arası yargılarını nasıl etkilediğini vs. içerir. Kalıpyargılar konusunda ele alınması gereken son nokta, kalıpyargılarla önyargılar arasındaki ilişkinin niteliğidir. Sosyal biliş yaklaşımı, açıkça ifade edilmese de kalıpyargıların grupla ilişkili uyarıcılar tarafından aktive edildiğini, aktive edilen bu kalıpyargıların önyargıya ve önyargıların da ayrımcılığa yol açtığını kabul etmektedir. Kalıpyargı ve önyargı arasındaki ilişkiye dair en etkili yaklaşımlardan biri Devine’in ayrışma (dissociation) modelidir (Akt. Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006). Bu modele göre, toplumdaki grupların çoğuna ilişkin kalıpyargılarımız vardır ve toplumun üyeleri olarak bizler, toplumsallaşma sürecinde tekrar tekrar bu kalıpyargılarla karşılaşarak bu kalıpyargıların içsel, zihinsel bir temsilini ediniriz. Bir toplumun tüm üyeleri bu kalıpyargılara sahiptir ve bu kalıpyargılar o kadar sık tekrarlanır ki temsil ettikleri grupla otomatik olarak ilişkilenir. Ayrıca, modele göre, toplumun tüm üyelerinin aynı kalıpyargılara sahip olması, herkesin bu kalıpyargılara aynı derecede inandığı anlamına gelmez. Devine’in bu modelinin daha sonra gözden geçirilmiş yeni hâlinde, kalıpyargıların ilgili bir uyarıcıyla karşılaşıldığında otomatik olarak harekete geçirildiği fikri korunmuş ama harekete geçirilen bilginin herkes için aynı olmadığı ileri sürülmüştür. Yani, aynı grubun, herkesin zihnindeki bilişsel temsili farklıdır. Hedefteki gruba karşı düşük düzeyde önyargısı olan kişiler, hedefle ilgili uyarıcılarla karşılaştıklarındao grupla ilgili hem olumlu hem de olumsuz bilgiyi aktive edeceklerdir. Kalıpyargıların zihinde işlenme süreci, bize kişisel değer sistemi, bireysel kimlik ve sosyal kimliğin de bu sürece dâhil olduğunu söylemektedir. Bu da kalıpyargı niteliğindeki bilginin aktive edilmesinin basit ve otomatik değil de pek çok koşula bağlı olarak ve daha stratejik bir biçimde gerçekleştiğini göstermektedir. Hatta Augostinos ve arkadaşları, bilginin “otomatik” biçimde aktive edilmesinin, kaçınılmaz olmadığını iddia etmektedirler.

Ayrımcılık

Ayrımcılık, bir kişiye sadece grup üyeliğinden dolayı olumsuz (bazen olumlu) davranış gösterilmesidir. Sosyal psikologların önyargıların sonucunda ortaya çıkan bir davranış olarak gördüğü ayrımcılık, sadece sosyal psikolojinin çalışma alanına özgü bir mesele değildir. Sosyal bir problem olarak görülen ayrımcılık konusunda psikologlar kadar sosyologlar, siyaset bilimcileri ve sosyal felsefeciler de çalışmalar yapmaktadırlar.

Allport, önyargıdan en uç ayrımcı davranışa doğru tırmanan beş basamak ayırt etmiştir (bkz. Bilgin, 1994; Harlak, 2000) :

  1. Karşı olmayı ifade etme : Kişiler, önyargı konusunda kendisi gibi düşünen diğerleriyle konuşur, antipatisini, düşmanca duygularını ifade eder. Bu önyargı düzeyidir, diğerinin sözel olarak dışlanmasını içerir.
  2. Uzak durma: Eğer önyargı daha yoğun ise birey hoşlanmadığı ya da önyargılı olduğu kişi ve gruplarla bir arada olmaktan kaçınır.
  3. Ayrımcılık : Kişi, önyargılı olduğu grupların iş, konut, eğitim, sağlık gibi hizmetlerden yararlanmasına, politik haklarını kullanmasına karşıdır.
  4. Fiziksel Saldırı: Önyargılı olunan gruba yönelik şiddet ya da şiddet sayılabilecek saldırılar olabilir.
  5. Yok etme : Bu, yok etme düzeyidir. Linç olaylarını, katliam ve toplu kıyımı içerir.

Ayrımcılıkla ilgili önemli noktalardan biri, ayrımcı davranışlara kimlerin hedef olduğudur. Çoğu durumda azınlık konumundaki gruplara karşı ayrımcı davranışlar sergilenmektedir. Sosyal psikolojik bakış açısından, “üyelerinin kendi yaşamları üzerinde baskın grubun üyelerinden daha az gücü, kontrolü ve etkisi olan gruplara, azınlık grubu adı verilmektedir”(Feldman, 1998: 83).

İnsanlık tarihinde uzun dönemler boyunca sürekli ayrımcı davranışlara maruz kalan belirli birtakım sosyal kategoriler vardır: Bunlar, ırk (beyaz ırk dışında kalanlar) ve cinsiyet (kadın) başta olmak üzere, yaş, cinsel yönelim, fiziksel ve engelliliktir (Hogg ve Vaughan, 1995).

Ayrımcılıkla ilgili diğer önemli bir nokta, ayrımcılığın, önyargılı tutumlarla olan ilişkisidir. Tutumlar gibi, önyargılar da her zaman açık bir biçimde davranışa dönüştürülmeyebilir. Çünkü bazen önyargılar davranışa dönüşecek denli güçlü olmayabilir. Bazen de yeterince güçlü önyargı varlığına rağmen ayrımcı davranışların gösterileceği grup fiziken var olmayabilir (Feldman, 1998).

Önyargı olmadan ayrımcılığın olabileceğini ileri sürmek zordur. Ancak nadir de olsa bazı durumlarda insanlar önyargılı olmadıkları hâlde ayrımcı davranış sergileyebilirler. Örneğin kendisi önyargılı olmadığı hâlde müşterilerinin önyargısı olabileceğini düşünerek bir mağaza sahibi, mağazasına toplumun yaygın olarak önyargılı olduğu bir grup üyesini müdür olarak işe almayabilir (Feldman, 1998). Sosyal normlar ya da kurallar belirli gruplara ilişkin önyargıyı besliyor ve hatta teşvik ediyorsa böyle bir ortamda bireyler önyargıya sahip olmasalar da normlara uymak yönünde sosyal bir baskı hissedeceklerinden ayrımcılık yapabilirler.

Önyargı Kuramları

Sosyal Biliş Yaklaşımı: 1970’lerden beri sosyal psikolojiye hâkim olan bu yaklaşım, insan zihnini, bilgisayardan esinlenerek bir bilgi işleme sistemi olarak görmektedir. Sosyal biliş yaklaşımı, sosyal dünyadan gelen çok miktarda algısal bilgiyle boğuştuğumuzu varsayar. Bu durumla başa çıkmak ve olan bitene bir anlam verebilmek için bu bilgiyi basitleştirmeye zorlanırız. Basitleştirme, kategorileştirme süreciyle gerçekleştirilir. Kalıpyargıların da bu süreçten etkilendiği düşünülmektedir. Aşağıda ilk önce kategorileştirme süreci ele alınmış ve bu süreci izleyen iki bilişsel işleme daha yer verilmiştir: Bunlar dışgrup homojenliği ve hayalî ilişkiselliktir.

  • Sosyal Kategorizasyon: “Biz” ve “Onlar”

Sosyal biliş yaklaşımına göre, sosyal dünyayı algılamadaki temel süreç, sosyal kategorizasyondur . İnsanlar genellikle sosyal dünyayı iki farklı kategoriye bölerler: “biz” ve “onlar” . Sosyal kategorizasyon pek çok boyutta gerçekleştirilebilir. Bunlar arasında en çok bilinenleri; cinsiyet, ırk, milliyet, din, yaş, meslek ve gelir durumudur.

Sosyal kategorizasyon önyargıların oluşumundaki ilk basamaktır. Bu süreç, önyargıların bilişsel temeli olan kalıpyargıların oluşturulmasını içermektedir. Sosyal çevreyi kategorilere ayırmanın nesnel bir süreç olduğu söylenemez. Bireyin kendisini merkeze koyarak gerçekleştirdiği sosyal kategorizasyon süreci, grupları kaçınılmaz olarak belirli kalıpyargıların içine sokmaktadır. Sosyal kategorizasyonla iki grup arası mesafe büyütülür; iki grubun üyeleri birbirinden tamamen farklı, aynı grubun üyeleri ise benzer olarak algılanır. Bu algısal yanlılığa artırma etkisi adı verilmektedir. Kuşkusuz, aslında ne iki kategori arasında kesin bir farklılık ne de aynı kategoriden olanlar arasında kesin benzerlik vardır (Bilgin, 1994; Hogg ve Vaughan, 1995).

  • Dışgrup homojenliği

Dışgruplar içgruplardan daha homojen, yani birbirlerine daha benzer olarak algılanmaktadırlar. Bir sosyal gruba karşı güçlü önyargısı olan kişiler şu türden bir cümleyi çok sık kullanırlar: “Bunların hepsi aynıdır.” Kişinin kendi ait olduğu gruplar dışındaki grupları daha homojen olarak algılama eğilimi, dışgrup homojenlik yanılgısı olarak bilinmektedir (Baron ve Byrne, 2000: 231). Burada söz konusu olan, belirli özellikleri tüm grup üyelerine paylaştırmaktır. Dışgruplar içgruba kıyasla daha az değişken ve daha az karmaşık olarak algılanmaktadırlar. Bu algısal düzeyde dışgrubun olumsuzlanması demektir.

  • Hayalî İlişkisellik

Sosyal biliş yaklaşımına göre, önyargıya giden yolun ilk adımı olarak sosyal kategorizasyon, insanları gruplara bölme, gruplar arasında farklılık yaratma ve dışgrup üyelerini aynılaştırma sürecidir. Bu sürecin bir başka sonucu, hayalî ilişkisellik adı verilen olgudur. “Hayalî ilişkisellik, gözlemcilerin, gerçekte aralarında ilişki bulunmayan iki olay arasında bir ilişki algılaması veya iki olay arasındaki ilişki düzeyini abartması” olarak tanımlanmıştır (Hortaçsu, 1998: 241). Gruplar arası ilişkiler söz konusu olduğunda, bir grup ile onun az görülen bir özelliğe sahip üyesi arasındaki bir ilişki, hayalî ilişkidir.

Günümüzde önyargı çalışmalarında sosyal biliş yaklaşımı çok yaygın bir biçimde kullanılsa da bu yaklaşım çeşitli açılardan eleştirilmektedir. İlk olarak Wetherell ve Potter (akt. Tuffin, 2001), sosyal biliş yaklaşımındaki birey algısını sorgular. Onlara göre, bu yaklaşım, bireyin diğer insanlar hakkındaki bilgiyi kodlayan, bazen de yanlış kodlayan, tek başına bir varlık olduğunu varsayar. Basit bir biçimde bilgi işlemcisi olarak görülen bu bireyselleştirilmiş kişi görüşü, neden sadece bazı insanların önyargılı diğerlerinin ise önyargısız olduklarını açıklayamaz.

Otoriteryen Kişilik Kuramı : Sağduyuda, önyargı belirli türde kişiliklerin bir dışa vurumu olarak görülür. Önyargı bağlamında sözü edilen kişiler, genellikle, sürekli kendi ait olduğu gruba öncelik veren, diğer tüm dışgrupları reddeden, dışgrup üyelerine düşmanca davranan, hoşgörüsü olmayan ve diğer taraftan kendi grubunda kendinden üstte olanlara itaat eden kişilerdir. Sosyal psikolojide yarım yüzyıldan fazladır bağnaz kişilikleri açıklamak ve bağnaz kişiliklerin önyargıya nasıl yatkın olduğunu ortaya çıkarmak için çalışmalar yapılmaktadır. Otoriteryen kişilik kuramı bunlardan ilkidir.

Almanya’da Nazi faşizminin yükselişi, ABD’de bir grup araştırmacıyı faşist rejimleri mümkün kılan psikolojik özellikleri çalışmaya yöneltmiştir. Adorno’nun başını çektiği bu grup, anket ve görüşmeye dayalı pek çok araştırmadan sonra, ortaya çıkışını psikanalitik kuramla açıkladıkları, otoriteryen kişilik görüşünü geliştirmiştir. Araştırmacılar belirli gruplara yönelik önyargıları hiç söz konusu etmeksizin kişilerdeki otoriteryen ve faşist eğilimleri belirlemek üzere F (Faşizm) ölçeği geliştirmişlerdir. F ölçeğinde, otoriteryen kişiliği saptamaya yarayan dokuz boyut mevcuttur. Bunlar; gelenekçilik, otoriteryan boyun eğme, otoriteryan saldırganlık, öznelci bakış karşıtlığı, boş inançlı ve kalıpyargılı olma, güç ve “sertlik”, yıkıcılık ve sinisizm, yansıtma eğilimi ve cinselliktir. Tüm bu boyutlar içinde, otoriteryen kişiliğin saptanmasında özellikle ilk üç boyutun (gelenekçilik, otoriteryen boyun eğme ve otoriteryen saldırganlık) önemli olduğu belirtilmektedir (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 227).

Bu yaklaşıma göre, katı fakat tutarsız aile disiplini, otoriteye kolayca boyun eğmeyi öğrenen fakat aynı zamanda kendi ihtiyaçlarını ve duygularını ifade etmeye korkan çocuklar üretir. Bu tür ebeveyn-çocuk etkileşimleri sonucu, çocukların bazıları kendilerinin kötü olduğuna inanarak ve babalarının koyduğu standart ve beklentilere ulaşmak için çabalayarak mazoşist hâle gelebilirler. Aynı zamanda da itaat etmenin önemini öğrenirler. Diğer otorite figürleri (öğretmenler, grup liderleri, politik figürler) ebeveynlerin yerine geçer ve ebeveynler gibi güçlü ve disiplinli olarak algılanan kişilere aşırı saygı gösterilir. Ancak acımasız ebeveynlik pratikleri ve otoriteye aşırı saygı, ebeveynlere ya da diğer otorite figürlerine yöneltilemeyecek aşırı bir kızgınlık da üretir. Adorno ve arkadaşları psikolojik gerilimi azaltmak için, bilinçsiz bir biçimde savunma mekanizmaları kullandığını ileri sürerler. Böylece, kızgınlıklarını kendilerinden daha zayıf ya da aşağı olarak algıladıkları kişilere yansıtırlar.

Otoriteryen kişilik yaklaşımı hem kuramsal hem de yöntemsel olarak pek çok eleştiri almıştır. Kuramsal yönden bu yaklaşım, önyargıyı, sadece bir kişilik bozukluğu olarak gördüğü için eleştirilmiştir.

Sağ Kanat Otoriteryenizm Kuramı: Adorno ve arkadaşlarının geliştirdikleri otoriteryen kişilik kuramına uzun süre ilgisiz kalınmıştır. Ancak, 1980’lerde Altmeyer (akt. Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006) ile birlikte kurama yönelik ilgi tekrar canlanmıştır. Altemeyer, Adorno ve arkadaşlarının geliştirdiği F ölçeğini ve bunun içerdiği dokuz boyutu eleştirir. Bunun yerine, kendisi, otoriteryen kişilik için güvenilir bir biçimde saptanabilecek sadece üç boyut olduğunu ileri sürer ve uzun yıllar bu üç boyutun varlığını göstermek için çalışır.

Altemeyer’in otoriteryenizm boyutları şunlardır: Otoriteryen boyun eğme, otoriteryen saldırganlık ve konvansiyonalizmdir. Bu bakış açısına göre, normal bir gelişim olgusu olarak çocukların çoğu oldukça otoriteryendir. Çocuklar, toplum ve aile içinde oldukça güçsüz bir konumdadırlar. Çocukların normal gelişim olgusu olarak önyargılı oldukları fikri, aslında önyargıların gelişimi konusundaki literatürle de uyumludur. Bu literatürdeki araştırmalara göre, çoğunluk grubunun çocukları hayata oldukça etnosentrik başlarlar ve ancak on yaşına geldiklerinde (hepsi değil, belki bazıları) daha az etnosentrik hâle gelirler. Altemeyer’in bu genel akıl yürütmesi, Adorno ve arkadaşlarının önyargı ve hoşgörüsüzlük üzerine söylediklerinin tam tersidir. Altemeyer’e göre, çocukların varolan otoriteryenizmleri farklı deneyimlerle azalıp yok olabilir. Azınlıklarla, geylerle, (uyuşturucu) madde kullanıcılarıyla, radikallerle vb. (‘farklı’ olan ve otoriteryenizmi ölçen ölçeklerde hedef hâline gelen insanlarla) temas kurmuş ve bunun yanı sıra, özellikle de ergenlikte otoritelerin haksız davranışlarına maruz kalmış genç insanlar daha az otoriteryen hâle gelirler.

Altemeyer’in uzun yıllar boyunca yaptığı çalışmalar sonunda geliştirdiği otoriteryenizm ölçeği, Adorno ve arkadaşlarının F ölçeğinin sahip olmadığı pek çok psikolojik ölçüm özelliklerine sahiptir (yani daha güvenilir bir ölçüm aracıdır). Altemeyer’in ölçeğinden elde edilen puanlar, diğer çeşitli önyargı ölçümleriyle güçlü ve olumlu bir korelasyon göstermektedir. Altemeyer, otoriteryenizmle sol kanatta politika yapanlar arasında bir korelasyon bulamamıştır; bu yüzden, ölçeği, sağ kanat otoriteryenizm ölçeği ve kuramı da sağ kanat otoriteryenizm kuramı olarak bilinir.