SOSYOLOJİ I - Ünite 5: Din, Kültür ve İdeoloji Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: Din, Kültür ve İdeoloji

Ünite 5: Din, Kültür ve İdeoloji

Kültür Nedir?

İçinde doğduğumuz ve şekillendiğimiz kültür, dilimizde çok çeşitli anlamlara sahip sözcüklerden biridir. Türk Dil Kurumunun Güncel Türkçe Sözlüğü’nde kültürün ilk anlamı “tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Kültürün ikinci tanımı, “bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü”dür. Kültürün “muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi” ve “bireyin kazandığı bilgi” anlamları da gündelik konuşma içinde kullanılmaktadır.

Sosyal bilimciler ‘kültür’ terimini kullandıkları zaman gündelik konuşmaların içeriğinden daha az kısıtlayıcı bir kavramdan söz etmektedir. Gündelik konuşmada sanat, edebiyat, müzik, resim gibi ‘zihindeki yüce şeyler’e eşdeğer olduğu düşünülen kültür kavramı, sosyologlar tarafından çok daha geniş bir anlamda kullanılmaktadır. Sosyal bilimde kültür, insan toplumunda biyolojik olarak değil, toplumsal araçlarla aktarılıp iletilen her şeyi anlatmaktadır. Sosyolojide en sık kullanılan kavramlar arasında bulunan kültür, bir toplumun üyelerinin ya da toplumdaki grupların yaşam biçimlerine göndermede bulunur. Kültür, insan toplumunun sembolik ve öğrenilmiş yönlerini anlatan genel bir terim olarak kabul edilir. İnsanların giyinme ve yemek yeme âdetleri, evlilik gelenekleri, aile yaşamları, çalışma kalıpları, dinsel törenleri, boş zaman etkinlikleri gibi alanları kapsar. ‘Kültür’ ve ‘toplum’ arasında çok yakın bağlar bulunmaktadır. Sosyolojik gerçek açısından bütün bireyler toplumsallaşma sürecinden geçmekte ve kültürü bu yolla edinmektedir. Toplumsallaşma, kişilerin toplumun norm ve değerlerini içselleştirerek ve toplumsal rolleri yerine getirmeyi öğrenerek, toplum üyeleri hâline gelmeyi öğrenme sürecidir.

Kültürün maddi ögeleri; toplumun ya da grubun herhangi bir gelişim aşamasındaki teknolojik ilerlemesini, üretim, teknik, hüner ve becerilerini ifade eder. İmal edilen nesneler de maddi kültürün parçasıdır. Anıtlar, binalar, tüketim malları maddi kültüre örnek olarak gösterilebilir. Kültürün manevi ögeleri ise toplumun yaşamını düzenleyen değer, inanç, sembol, dil ve normlardan meydana gelmektedir. Ayrıca yasa, gelenek, görenek ve ahlak kuralları da bunlara dâhil edilebilir. Kültürün manevi ögeleri arasında yer alan değerler, amaçları ve davranışları belirlemede bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen standartlardır. İnançlar, gerçekliğin doğası hakkında ileri sürülen iddialar, başka bir deyişle dünya hakkında paylaşılan fikirlerdir. Sembol ise belli bir olay ya da durumu anlamlandırmaya yarar. Her kültür, bayrak, marka, amblem gibi çok sayıda sembol üretmektedir. Semboller kültürel kodların işaretleri olarak işlev görürler. İnsanlığın kültürel mirasının temel ayırt edici özelliği olan dil, insanların iletişim için kullandıkları anlamlara sahip semboller sistemidir. Dili kullanma biçimimiz kültürü etkiler ve aynı zamanda kültürden etkilenir. Dil, kültürü bir kulaktan diğerine aktaran temel bir kültürel yeniden üretim yoludur. Her kültürde bulunan ve toplumsal düzeni sağlayan, bireylere yol gösteren, doğru ve yanlışı, olumlu ve olumsuzu belirleyen kurallara ve standartlara ise norm adı verilir. Norma uygun bir davranış ödüllendirilirken uygun olmayan davranış cezalandırılır. Hırsızlık yapan bir kişinin ceza hukukuna göre cezalandırılması resmi bir yaptırım iken aynı kişinin toplum tarafından dışlanması, o bireye iş verilmemesi resmi olmayan bir yaptırımdır.

Etnosantrizm, Kültürel Görecelik ve Kültürel Çeşitlilik: Sosyolojinin temel bir varsayımına göre, bir kültür kendi anlamları ve değerlerine göre incelenmelidir. ‘Kültür taassubu’ olarak da bilinen etnosantrizm, kişinin diğer kültürleri, kendi kültürünü temel alarak ve kendi kültürü açısından değerlendirmesidir. Bizim kültürümüzde kedi ve solucan eti yemek vahşet ve iğrençlik olarak kabul edilirken başka bir toplumda süt içmek ve dana eti yemek aynı şekilde görülebilir. Kendi kültürümüzün değerlerini referans alarak başka bir toplumun dana eti yememesini akılsızlık olarak nitelendirmemiz etnosantirik bakışa örnektir. Etnosantrizm belirli bir grup içindeki bireylerin birbirine olan bağlılığını güçlendirse de çoğu zaman farklı gruplardan kişilere karşı ayrımcılığı, küçümsemeyi ve dışlamayı beraberinde getirmektedir. Kendi kültürünün en doğru ve üstün niteliklere sahip olduğunu düşünerek diğer kültürlere ön yargı ile yaklaşan bir bireyin ise diğer kültürden bir birey ile iletişim kurması mümkün değildir. Kültürel görecelik veya kültürel rölativizm, bir kültürü yine o kültürün kendi yapısı içinde, değer yargılarını kullanmadan tanımaya ve anlamaya denir. Her bir değer ve norm, var olduğu kültür için anlamlıdır. Örneğin, Eskimoların yaşlıları ölmek üzere bırakmaları, o kültürün kendi standartlarına ve bazı maddi temellere göre açıklanabilir. Kültürel görecelik veya rölativizm başkalarının kültürlerini değer yargılarımızı kullanmadan anlamayı ve farklı kültürlere saygı duymayı vurgular. Kültürel çeşitlilik ise insan kültürüne damgasını vuran bir niteliktir. Kabul edilebilir davranış biçimleri ve kalıpları kültürden kültüre değişmektedir. Kültür, bir toplumdan diğerine, bir zaman diliminden diğerine, daha az derecede de içsel olarak bir kurumdan diğerine çeşitlilik gösterir. Buna, yemek kültüründen bir örnek verecek olursak Batı toplumlarında istiridye makbul bir yiyecek iken dünyanın kimi bölgelerinde yaygın olarak tüketilen kedi ya da köpek yemek kabul edilemez bir olgudur.

Alt Kültür, Karşıt Kültür, Popüler Kültür, Yüksek Kültür ve Kültürel Değişme: Alt kültür, temel kültür içinde çeşitlenmelere işaret eder ve o da tıpkı temel kültür gibi aile, eğitim, ekonomi, siyaset, din ve boş zaman değerlendirme temel kurumlarını içerir. Avcı ve toplayıcı toplumlar gibi küçük toplumlar, kültürel bakımdan tek biçimli olma eğiliminde iken, sanayi toplumları kendi içlerinde çok sayıda farklı alt kültürü içerecek biçimde kültürel açıdan çeşitlilik göstermektedir. Örneğin Londra’da Batı Hint Adaları, Pakistan, Hindistan, Bangladeş, İtalya, Yunanistan ve Çin’den gelenler bir arada yaşarken aynı zamanda kendi yaşam alanlarına ve yaşam biçimlerine sahiptirler. Alt kültür içinde değerlendirilebilecek karşıt kültür ise değer, norm ve yaşam biçimleri arasından içinde yaşanılan kültüre ters düşen tutum ve davranışları içeren kültürdür. 1990’ların Hippi kültürü karşıt kültüre örnek olarak verilebilir. Yüksek kültür, toplum içinde görece az sayıda kişinin sahip olduğu yaşam biçimi, zevkler ve alışkanlıklar olarak tanımlanabilir. Üst sınıfların bazı kesimlerinin yaşam biçimleri, örneğin klasik müzik, resim, heykel gibi sanatlara düşkün olmaları yüksek kültürün temel değerleri olarak kabul edilebilir. Daha geniş kitlelerin benimsediği yaşam biçimleri, zevkler ve değerler, popüler kültür veya yaygın kültür olarak adlandırılır. Televizyonda dizi seyretmek, maça gitmek gibi etkinlikler popüler kültüre örnek olarak verilebilir.

Kültür değişmesini açıklamada kullanılan kültür yayılması kavramı, davranış ve örüntülerinin bir kültürden diğerine iletilmesi olarak tanımlanabilir. Bu örüntülerden bir bölümü kabul edilirken bir bölümü reddedilir. Kültür yayılması, farklı toplumlar arasında iletişim ve temas ile mümkündür. Kültür değişmesi günümüzde kitle iletişim araçları ve internet yoluyla hızlı ve etkili biçimde gerçekleşebilmektedir. Büyük ölçekli kültürel değişmelerin üç temel kaynağı vardır: Doğal çevrede yaşanan değişiklik, kültürel temas ve keşif ve icatlar.

Kültüre İlişkin Kuramsal Yaklaşımlar

Yirminci yüzyılın başlarında kültüre dair oluşturulan kuramlar genel olarak kültür ve yapıyı birbirinden ayrı görme eğilimindedir. Durkheim, Tanrı olarak adlandırılan büyük gücün dışsal bir varlık değil toplumun kendisi olduğunu öne sürerken Marx kültürel üstyapının ekonomik temel tarafından belirlendiğini iddia etmiştir. Weber ve Parsons, kültürün nereden geldiğinden çok kılavuzluk etme kapasitesine önem vererek değerler ve yaşam biçimi olarak kültür üzerinde durmuşlardır. Simmel ise modernleşmenin trajesini kültürün kılavuzluk etme yetisinin azalmasına bağlamıştır. Marx’ın kültür üzerine düşüncelerini eleştirerek geliştiren Frankfurt Okulu aydınlarından Ador Adorno ve Horkheimer’in ‘kültür endüstrisi’ kavramı, kültür endüstrisi çağında üretilen sanat eserlerinin metalaşmadığını, bu ürünlerin en başından Pazar için üretilmiş metalar olduklarını vurgular. Kültür alanındaki kuramsal çalışmalara katkıda bulunan düşünürlerden biri de Bourdieu’dür. Bourdieu’nün ‘kültürel sermaye’ kavramı, maddi olmayan, eğitim yoluyla edinilen toplumsal kıymetlere göndermede bulunur. Bir kişinin kültürel sermayesini oluşturan bilgi, görgü, gelenek, eğitim ve genel donanım, ona toplumda daha yüksek bir statü sağlayabilir.

Din Nedir?

Gordon Marshall’ın Sosyoloji Sözlüğü’nde tanımlandığına göre din, kutsal fikrine dayalı olan ve inananları toplumsal-dinsel bir topluluk içinde birleştiren inançlar, semboller ve pratikler kümesidir. Sosyologlar ise dini, bir Tanrı veya Tanrılara inançla değil, kutsal olana gönderme yaparak tanımlamışlardır. Her ne kadar farklı biçimlerde olsa da din, bilinen bütün toplumlarda vardır. Bütün dinlerdeki ortak özellikler ise şöyle sıralanabilir: Din bir dizi simge içerir. Bu simgeler ayin veya törenlerle ilişkilidir. Söz konusu, Tanrılara yer olmayan bir dinsel inanış olsa da korku ve hayranlık uyandıran bir varlık ya da nesne mutlaka vardır.

Din Hakkında Kuramsal Yaklaşımlar

İşlevselci Bakış Açısı: İşlevselci bakış açısı dini, toplumun gereksinimleri açısından inceler. İşlevselciler; dinin, toplumun hangi gereksinimlerini karşıladığı ile ilgilenirler. Bu bakış açısına göre, toplumun belli derecelerde toplumsal dayanışma, değer uzlaşmasına ve parçalar arasında uyum ve bütünlüğe ihtiyacı vardır. Dinin işlevi, bu ihtiyaçların karşılanmasında, örneğin toplumsal dayanışmaya katkılarında somutlaşır.

Marksist Bakış Açısı: Marx’a göre, din, sömürü ve baskının yol açtığı acıları yumuşatan bir yanılsamadır: “Din, baskılanmış varlığın iç çekişidir, kalpsiz bir dünyanın duygusu ve ruhsuz koşulların ruhudur.” Bu anlamda din, baskıdan kaynaklı acıyı dindirmeye yarayan afyon gibidir. Marksist bakış açısına göre, din sadece baskının etkilerinin hızını kesmekle kalmaz, ayrıca kendisi de bu baskının bir aracıdır. Din, mevcut sömürü sistemini sürdüren ve sınıf ilişkilerini pekiştiren bir toplumsal kontrol mekanizması olarak rol oynar. Böylelikle din, yanlış bilinç oluşturulmasına neden olarak tabi sınıfların gerçek durumlarını ve çıkarlarını görmelerini engeller.

Fenomenolojik Bakış Açısı: Dine fenomenolojik açıdan bakan Peter Berger ve Thomas Luckmann, dinin, toplumun üyelerinin yaşadıkları dünyayı öznel olarak yorumlaması ve anlamlandırması ile üretildiğini öne sürerler. Berger ve Luckmann’a göre din, yaşadığımız fiziksel ve toplumsal dünyayı kategorilendirmede ve ona anlam atfetmede kullandığımız en önemli araçlardan biridir. Bu anlamda din sosyolojisi, bilgi sosyolojisinin bir parçasıdır. Haralambos ve Holborn’a göre din, inananları tarafından sorgulanamaz nihai yanıtlar vermektedir. Mircea Eliade’ye göre ise din, kendinden başka bir şeye indirgenemez. Sonuç olarak Berger ve Luckmann’a göre din, anlam evrenlerinin meşrulaştırılması için büyük olasılıkla en etkili mekanizmadır. Öteki meşrulaştırma kaynaklarıyla karşılaştırıldığında yalnızca dinin, anlamı nihai gerçeklik ile ilişkilendirdiği görülür.

Toplumsal Psikolojik Bakış Açısı: Sosyolojinin önemli kuramcılarından Max Weber, din ile ekonomik hayat arasındaki ilişkiyi araştırmıştır. Din ile ekonomik hayat arasındaki ilişki üzerine çalışan Weber, dünya dinleri olarak kabul ettiği Konfüçyenizm, Hinduizm, Budizm, Hristiyanlık ve İslam’ı karşılaştırmalı olarak incelemiştir. Weber’in din üzerine yazdıkları, din ve toplumsal değişme arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşmaktadır. Weber’in dünya dinleri üzerine yaptığı çalışma, Protestanlığın özellikle de Kalvinizm’in toplumsal ve ekonomik yaşamı nasıl yönlendirdiğini göstermeye çalışmıştır.

Din ve Toplumsal Değişme

Din ve toplumsal değişme arasında çok çeşitli ilişkiler kurulabilir. Din, toplumsal değişmeyi engelleyen bir faktör olabileceği gibi onun gerçekleşmesine katkıda da bulunabilir. Üçüncü bir olasılık da dinin kendisinin toplumdaki değişikliklere etkisinin olmadığı fakat ikisi arasında nedenselliğe dayalı bir ilişki olduğu düşüncesidir. Bu bakış açısına göre toplumdaki genel toplumsal değişme dinde değişime yol açmaktadır. Pek çok sosyoloğa göre toplumdaki değişime dinde değişime neden olur. Bunlardan Talcott Parsons, toplum değiştikçe dinin bazı işlevlerini kaybedeceğini varsaymıştır. Marx ise toplumun altyapısındaki değişimin dinin de içinde bulunduğu üstyapı kurumlarında değişime yol açacağına inanmıştır. Sekülerleşme kuramcılarına göre sanayileşmenin getirdiği köklü değişimler giderek dinin toplumdaki önemini azaltmıştır. Bazı sosyologlara göre ise din toplumsal değişime neden olabilir. Marksist kuramcılardan Engels, Marx’ın tersine, bazı durumlarda dinin de değişim için bir güç olabileceğini öne sürmüştür. Baskıyla mücadele etmek için dine dönen grupların öteki dünyada değil, yeryüzünde değişimi gerçekleştirmek üzere siyasi harekete katılabileceği düşüncesi, daha sonra yeni Marksistler tarafından da kabul edilip geliştirilmiştir. Weber de bazı koşullarda dinî inançların ekonomik davranış üzerinde önemli etkisi olabileceğini savunmaktadır. Dinî inançlar ekonomik edimleri yönlendirebilir. Örneğin, çilekeş bir Protestan’ın servete yönelik tutumu kapitalizmin karakteristiğidir.

Laiklik ve Sekülerleşme

Dilimize Fransızcadan geçen ‘laik” sözcüğü eski kullanımında rahipler sınıfına üye olmayan anlamına geliyordu. Zamanla devlet ve din arasındaki ilişkileri anlatmak için kullanılmaya başlandı. Laiklik, Türk Devrimi’nin temel ilkelerindendir. Laik devlette kişiler din, vicdan, inanç hürriyetine sahiptir. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin devlet idaresine karıştırılmaması anlamına gelir. Laik devlette, eğitim kurumları ve eğitimin içeriği din kurallarına göre düzenlenemez.

Sekülerleşme kavramı ise Weber’den itibaren farklı kuramcılar tarafından sosyoloji literatüründe pek çok farklı anlama gelecek biçimde kullanılmıştır. Sosyoloji Sözlüğü’nde tanımlandığı hâliyle sekülerleşme, özellikle modern sanayi toplumlarında dinsel inançların, pratiklerin ve kurumların toplumsal önemlerini yitirdikleri bir süreç olarak değerlendirilebilir. Bazı sosyologlara göre modern toplumlarda, kentleşme, kültürel çoğulculuk ve dünyanın bilimsel yollarla anlaşılmasının yayılması gibi olgular sonucunda büyük bir sekülerleşme, başka bir deyişle, dinsel gerileme süreci yaşanmıştır. Ancak, dinin temelinden sarsılmış olmasından çok sadece dönüşmüş olduğunu ileri süren sosyologlar, bu teze karşı çıkmışlardır. Max Weber’e göre sekülerleşme, modern toplumda rasyonelleşmeye doğru giden süreçtir. Çağdaş sosyologlardan Bryan Wilson ise sekülerleşmeyi “dini düşünce, pratik ve kurumların toplumsal önemini yitirdiği süreç” olarak tanımlamaktadır. Sekülerleşmenin evrensel ve hatta kaçınılmaz bir süreç olduğunu savunan savunan Bryon Wilson’a göre ise, sekülerleşme insan toplumunda gerçekleşen uzun vadeli bir süreçtir. Ancak, sekülerleşmenin kendini gösterdiği güncel örüntüler kültürel ve tarihsel olarak her bir bağlama göre değişecektir. Dünyanın farklı bölgelerinde dinin toplumdaki değişimlerin doğasına ve derecesine etkisi büyük farklılık göstermektedir.

İdeoloji Nedir?

Marshall’ın Sosyoloji Sözlüğü’nde de belirtilmiş olduğu gibi, ideoloji kavramının oldukça uzun, karmaşık ve zengin bir tarihi vardır. Sosyolojik bir kavram olarak ise ideoloji Karl Marx’ın çalışmaları ile gündeme gelmiştir. Marx’tan yola çıkıldığında ideoloji kavramına ilişkin iki temel sava ulaşılır. Bunlardan ilki, fikirler alanının ekonomi alanından ayrılamayacağı ve ekonomi alanı tarafından belirlendiği varsayımıdır. Diğeri ise bazı egemen fikirleri ideolojik kılan şeyin, bu fikirlerin şeyleri egemen sınıfın yararına olarak gizledikleri görüşüdür. Weber ve Marx’tan etkilenen Georg Lukács yanlış bilinç kuramını geliştirirken Durkheim ve yapısalcı gelenekten yararlanan Louis Althusser ‘hayali ilişki’ olarak bir ideolojik ilişki anlayışı ortaya atmıştır. Yanlış bilinç, gerçekliğin işçi sınıfı tarafından kendi çıkarlarına göre değil, egemen sınıfın çıkarlarına göre kavranmasıdır. İdeolojinin “yanlış bilinçlilik” biçimi olduğunu reddeden Althusser’e göre ideolojiyi “çarpıtan bir mercek” olarak görmekten vazgeçmek gerekir. Bunun yerine vurgulanması gereken, ideolojinin “gerçekliğin kurucu bir ögesi” olduğu düşüncesidir. Althusser, ideolojinin verili toplumsal pratiklere özgü, belli bir toplumsal gerçeklik olarak anlaşılması gerektiğini vurgulamaktadır.

İdeoloji ve Kültür: Gramsci’nin ‘kültürel hegemonya’ kavramı ile bakıldığında kültürel alan önemli bir mücadele sahası olarak görülmektedir. Gramsci’ye göre, ideoloji, kültür ile birlikte, ekonomik sistemden bağımsızdır. Gramsci, ideolojiyi “sanat, hukuk, ekonomik etkinlik, bireysel ve kolektif hayatın” bütün belirimlerinde üstü örtük olarak bulunan bir dünya görüşü” olarak tanımlamaktadır. İdeoloji kavramı üzerindeki çalışmaların genel olarak makro toplumsal düzeydeki çözümlemelerden mikro düzeyde gündelik dilin ideolojik boyutlarını incelemeye doğru evrildiği söylenebilir. Sosyal bilimlerde kullanılan söylem çözümlemesi de dil ile yaratılan iktidar ilişkileri içerisinde sözcük seçimi, cümlenin kuruluşu, hangi sözcüğün ne sıklıkta geçtiği, hangi varsayımların ‘doğal’ ve ‘sorgulanamaz’ kabul edildiği gibi bilgilere dayanarak metni ideolojik açıdan çözümlemeyi amaçlar. İdeoloji ve kültür ilişkisi, sosyal bilimler, kültür çalışmaları, medya çalışmaları ve dilbilim gibi çok çeşitli alanlarda kuramsal tartışmaların halen ortak zemini konumundadır.