SOSYOLOJİ I - Ünite 4: Devlet, Toplum ve Siyaset Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Devlet, Toplum ve Siyaset

Ünite 4: Devlet, Toplum ve Siyaset

Siyaset Kavramı

Toplum halinde yaşamak demek, herkesi bağlayan bir arada yaşamayı mümkün kılan ortak kuralları ve ortak karar alma mekanizmalarını kabul etmek demektir. Genel anlamda siyaset, insanların bir arada yaşayabilmesi için gerekli olan ortak kurallar ve karar alma mekanizması ile ilgilenir.

Siyaset sadece toplumsal yaşamı mümkün kılan kurallarla ilgilenmez, aynı zamanda toplum halinde yaşamanın gerektirdiği kolektif kararlar ve karar alma süreçleri ile de ilgilenir.

Siyasetsiz bir toplumsal hayat düşünmek mümkün değildir. Toplumsal yaşam sürdükçe bu hayatın devamını mümkün kılan ortak kurallar ve ortak sorunlar hakkında karar alma süreci yani siyasetin varlığı ve gerekliliği de olacaktır.

İnsanların ortak kuralara ve bu kurallara uyulup uyulmadığını gözetecek kurumlara ihtiyaç duymasının temel sebebi kurallar olmazsa insanlar arasındaki çatışmaların kontrolden çıkacağına inanılmasıdır. Toplum halinde bir arada yaşayan insanlardan bahsettiğimizde, birbirinden çok farklı, kıt olan maddi kaynakların yanında, manevi, duygusal ya da statüye ilişkin değerler için de birbiriyle mücadele eden insanlar akla gelmektedir. Mücadele sürecinde herkesin uyması gereken ortak kurallar olmazsa, güçlü olanın güçsüzü ezdiği bir kaos ve kargaşa hali söz konusu olur.

Çatışma olgusu toplumsal hayatın doğasında vardır. Siyaset çatışmayı ortadan kaldırmayı değil, kontrol altında tutmayı, düzenlemeyi, tabiri caizse onu ehlileştirmeyi amaçlar. Taraflar arasında uzlaşma ve anlaşma siyasetin ayrılmaz bir unsurudur. Hiçbir çatışma sonsuza dek sürmez, sadece sürekli değişen toplumlarda çatışmanın içeriği ve çatışılan taraflar değişebilir. Bu anlamda siyaset, sürekli yenilenen ittifaklar yapma sanatıdır. Kimi düşünürler, siyasetin kaçınılmazlığını belirttikten sonra, bu kaçınılmazlığın insanın kendi hayatını ilgilendiren konularda söz sahibi olduğunu düşünmesi, öz güveni arttırması gibi insanın insanlaşmasına yaptığı olumlu katkıları da vurgulamıştır.

Devlet Kavramı ve Modern Devletin Doğuşu

Siyasetten bahsedildiğinde, merkezi iktidar ya da çoğu zaman onunla eş anlamlı kullanılan devlet olgusundan da bahsedilmelidir. İktidar, bir kimsenin bir başkasına normalde yapmayacağı bir şeyi yaptırabilme gücünü ifade eder.

İktidar sahipleri kendilerine itaatin “meşru” davranış biçimi olduğunu iddia ederler. Bir eylemin ya da durumun meşru olması demek onun diğerleri tarafından normal, akla ya da geleneklere uygun, ahlaken kabul edilebilir olarak görülmesi anlamına gelir. Bir iktidar ilişkisini meşrulaştırmak demek, iktidara itaat etmeyi normal, olağan, olması gereken bir eylem olarak gösterebilmek demektir. Meşruiyet arayışı uyulması istenilen kuralın keyfi olmadığını, eylemi yapanın iradesinden bağımsız bir dayanağı olduğunu dile getirir.

Devlet belli bir coğrafi alan ve alan üzerinde yaşayan nüfus üzerinde şiddet kullanma tekeline sahip olduğunu iddia eden hiyerarşik bir örgütler bütünüdür. Şiddet kullanma olgusu ve şiddet aracı olarak silahlı güç devletin temelini oluşturur.

Devletin niteliği/karakteri ve işlevi hakkında iki temel yaklaşımdan söz edilebilir. Karl Marx tarafından geliştirilen Marksist yaklaşıma göre devlet, egemen sınıfın sömürülen sınıfları baskı altında tutmak için kullandığı bir mekanizmadır. Özel mülkiyete sahip olup olmama üzerinden tanımlanan sınıflar arasındaki mücadele tarihin itici gücü ya da motorudur. Devlet, ortak çıkarı gözetmekten ziyade hâkim sınıfın çıkarını gözetir.

Marksist olmayan birçok fikir adamı tarafından geliştirilen ve kabaca Weberyan diyebileceğimiz devlet anlayışında ise devlet belli fonksiyonları yerine getirmek için karmaşık gelişmeler neticesinde ortaya çıkmış hâkim sınıfın baskı aracı olmaya indirgenemeyecek bir mekanizmadır. Sınıflar arası mücadele kadar, savaşlar ve teknolojik gelişmeler de devletin ortaya çıkışında önemlidir. Devlet, şiddet kullanımını tekeline almaya çalışan bir aygıttır fakat bunu sadece bir sınıfın egemenliğini sürdürmesi için yapmaz. Devlet insanların kendilerini diğerlerinden koruma ihtiyacını doyurmak için bulunabilmiş çözümlerden biridir ve toplumsal düzeni sağlamaya çalışır.

Modern devlet, devletin kurumlarının başında olan kişilerden bağımsız olarak varlığını devam ettiren bir tüzel/hukuki bir kişiliktir. Devlet, bölünmez, devredilemez bir güç olarak “egemen” olma iddiasındadır. Hukuki bir kavram olarak egemenlik, ülke sınırları içinde herkesi bağlayan, kararlar alabilen en üstün gücün devlet olduğunu ifade eder. Egemenlik siyasal gücü ifade etmeye yarayan bir soyutlamadır.

Modern devlet ilk kez Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Ateşli silahların keşfi, üretim artışı, ulaşım ve ticaret alanındaki gelişmeler, modern devletin Avrupa’da ortaya çıkışını tetikleyen başlıca unsurlardır. Birçok Avrupa ülkesinde kapitalizmin gelişimi ile modern devletin gelişimi birbirine paralel cereyan etmiştir. Kapitalizmin yarattığı üretim artışı, üretimle uğraşmayan bir silahlı güç ve bürokrasinin ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır.

Milliyetçilik aynı dili konuşan, benzer alışkanlıklara sahip, birbirini kolayca anlayabilecek insanlar yaratmış, bu da kapitalizm için hayati olan homojen bir iç pazarın ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır. Milliyetçilikle birlikte yeni bir bağlılık odağı “ulus” ortaya çıkarak devletlerin meşruiyet ihtiyaçları da doyurulmuştur.

Avrupalıların siyasi sömürgesi olan birçok Afrika, Orta Doğu ve Asya ülkesinde devlet yapıları Avrupalıların ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulmuş ancak 1950’lerde gelen siyasi bağımsızlık mücadelesin kazanılmasından sonra eski devleti dönüştürmek siyasi gündemin esasını teşkil etmiştir.

Modern devlet oluşumu milliyetçilikten ayrı düşünülemez. Bu nedenle modern dünyada devlet ulus- devlet olarak nitelendirilir. Devlet, ulusun egemenliğinin somut tezahürü olarak görülür. Ulus ya da millet ise kendisinin diğerlerinden çeşitli açılardan farklı olduğunu iddia eden bir grup insan olarak ifade edilebilir. Bir ulusa ait olup olmama hissiyatının varlığı çoğunlukla sübjektiftir ve ulusal kimliğin katı ve değişmez olmadığı da açıktır.

Bir devlet içinde farklı uluslar yaşayabilir. Bir ulusun ortaya çıkışı kendiliğinden doğal ve pürüzsüz bir şekilde cereyan etmekten çok, siyasal güç mücadelelerinin öne çıktığı karmaşık bir süreç şeklindedir ve tarih eğitimi ulus inşasının önemli araçlarından biridir. Ulusal marşlar, ulusal bayramlar ve mitler ortaklık duygusunun yaratılması ve sürdürülmesinde hayati roller oynarlar.

Devlet mekanizmasına hâkim olmak, ortak kararları etkilemeye çalışmak ya da devlete karşı koymak siyasal faaliyet ve siyaset yapma sürecinin özü ve temelini oluşturur fakat siyaset sadece devlet kurumunu etkilemeye yönelik yapılmaz. Kendi iyi toplum anlayışınızı sizden farklı olan diğerlerine anlatmak, farklı kişi ya da gruplarla ittifaklar ve işbirlikleri içine girmek de siyasetin ayrılmaz parçalarıdır.

Demokratik ve Otoriter Rejimlerde Devlet

Özü itibariyle şiddet kullanma tekeline sahip olan devletin bu niteliği hiç değişmese de siyasi rejimin karakteri devlet-toplum ilişkisinin şekillenmesinde hayati bir rol oynar. Siyasi rejim denildiğinde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi anlaşılır. Demokrasi de bir siyasi rejim biçimidir. Demokrasi, yöneticilerin serbest seçimlerle iktidara geldikleri, siyasi iktidarın sınırlarının belli, insan hak ve hürriyetlerinin korunaklı olduğu bir siyasi rejimdir. Burada halk doğrudan yönetmek yerine, seçtiği ve yine seçimler vasıtasıyla iktidardan uzaklaştırabileceği temsilciler aracılığıyla yönetime katılır.

Yönetilenlerin haklarının tanınması, kanun önünde eşitlik ve siyasi eşitlik prensiplerinin kabulü, özerk birey kavramıyla birlikte gönüllülük temelinde örgütlenmelerin öne çıkması, demokrasinin özelliklerindendir. Devletin hangi hallerde güç kullanacağının ve gücün sınırların ne olacağının açıkça belirtilmesi amaçlanır. Demokrasilerde bürokrasi, seçilmiş siyasiler tarafından belirlenmiş politikaları hayata geçirir ve seçimler de seçilmişleri denetim altında tutmanın temel aracıdır.

Yasama ile yürütme organının ayrılması, bağımsız yargı, yurttaş girişimleri, sivil toplum kuruluşları ve medya şeffaf yönetim idealinin hayata geçirilmesi hayatidir. Demokrasi, mevcut sorunlarla bir arada yaşamanın, onları yönetilebilir ve katlanılabilir hala getirmenin bugüne kadar bulunabilmiş en önemli yollarından biridir.

Demokratik rejime sahip ülkelerde insan hak ve hürriyetleri korunaklıdır. Siyasi iktidarın neleri yapıp yapmayacağı anayasa ve yasalarla belirlenmiştir. Sıradan insanla devletin başındaki isim haysiyeti ve vakarına sahip olma açısından eşittir. Kişiler bir değer olarak tanınırlar. Devlet, vatandaşa hizmet etmek için vardır. Siyasi iktidarlar seçimle gelir ve seçimle gider. Bürokratlar da seçimle gelenlere tabiidirler. Seçimler siyasi iktidarlara hesap sormanın en başta gelen yollarından biridir.

Otoriter devletlerde ise, insan hakları korunaklı olmadığı gibi, yönetilenlerin yöneticilere hesap sorabilme ihtimali söz konusu değildir. Bu rejimlerde, yöneticiler serbest seçimle değil, genellikle darbe ve ihtilallerle işbaşına gelir. Hanedanlık rejimleri, teokrasiler, askeri diktatörlükler, sivil diktatörlükler bu rejimlere örnek gösterilebilir. Bu rejimlerde, yöneticilerin ne zaman ve ne şekilde iktidardan ayrılacakları belli değildir. İktidarda olanlara karşı kurumsal şikâyet mekanizmaları ya sadece sözde kalır ya da hiç yoktur. Bu nedenle bu rejimlerde kişi kendini güvende hissetmez. Kişilerin kaderi iktidarda olanın iyi niyetlerine bağlıdır. Bu rejimden farklı olarak demokrasilerde bireyler uğradıkları haksızlıklar ve şahit oldukları usulsüzlükler karşısında eleştiri ve şikâyet mekanizmasını kullanabilirler.

Demokrasilerde Toplum ve Siyaset: Başlıca Etkileşim Kanalları

Siyasetsiz bir toplum hayal edebilmek mümkün değildir. Siyasetin önemini vurgulayan yaklaşımların temel çıkış noktası siyasi bir otorite olmadan toplumun olmayacağı fikridir. Toplumu mümkün kılan siyasi otoritenin varlığıdır. İkinci fikir ise siyasal sürecin ve siyasi iktidar ilişkilerinin kendine özgü bir mantığı ve işleyiş biçimi olduğudur. Siyasal sürecin kendine has özellikleri toplumsal mücadelelere indirgenemez ve devletler varlığını sürdürebilmek için her şeyi yapabilir (hikmet-i hükümet, hükümet aklı). Siyaset toplumsal olana indirgenemeyeceği gibi ondan tamamen bağımsız bir olgu olarak da ele alınamaz.

Toplumsal olanla siyasal olan arasındaki etkileşim kanalları siyasal partiler, sivil toplum kuruluşları ve medyadır.

Siyasal Partiler

Siyasi partiler belli bir ideolojik yakınlığa sahip olan insanlar tarafından halkın oylarını alarak iktidara gelmek amacıyla oluşturulan örgütlerdir. Devlet ve toplum arasındaki bağlantı noktalarından birini temsil ederler ve bir sarkaç gibi düşünülebilirler. İktidar olduklarında devletin en üst karar alma mevkilerini işgal ederken iktidardan uzak olduklarında topluma yakınlaşırlar.

İlk siyasi partiler 1820’lerde ABD’de ortaya çıkmıştır. 1840’ların sonunda Belçika ve İsviçre, 1850’lerden itibaren ise, Birleşik Krallık Liberal partisi dünyanın ilk modern siyasi partilerindendir. Siyasi partilerin gelişimi, demokratikleşme süreciyle yakından bağlantılıdır. Partiler, toplumun, toplumsal kesimlerin siyasete katılma taleplerinin arttığı bir dönemde, bu ihtiyacı karşılayabilmek için ortaya çıkmış oluşumlardır. Diğer taraftan, siyasal partilerin gelişimini sadece demokratikleşme ile özdeşleştirmek de doğru değildir, bazı durumlarda iktidarı otoriter metodlarla elde tutmayan çalışan grupların kuramsallaşıp siyasi partiye oluşturması da söz konusu olabilir.

Partiler, iktidara gelmeleri halinde neler yapacaklarını ifade ederek, hedefler koyarlar, toplumu bu hedefler etrafında harekete geçirmeyi denerler ve toplumsal talepleri dikkate alırlar. Siyasi partiler toplumsal kesimlerle sürekli bir biçimde karşılıklı etkileşim içindedirler ve siyasi kimliklerin inşasında önemli bir rol oynarlar. Partilerin kurumsallaştığı ülkelerde birçok kişi siyasi eğilimlerini parti kimlikleri ile tanımlarlar. Faal bir örgüte sahip siyasal partiler, genç ve hevesli isimlere siyasete girme fırsatı sunarak geleceğin siyasal elitini de yetiştirir.

Siyasi partiler, kadro partileri ve kitle partileri olarak ikiye ayrılabilir. Kadro partileri, dar bir kadro ile faaliyet gösteren seçmen tabanını genişletme ve dönüştürme işlevine öncelik vermeyen partilerdir. Üyelerle sıkı ilişkiler sürdürme, üyelerin parti yönetimi ve faaliyetlerine aktif bir biçimde katma amaçları yoktur. ABD’de Demokrat parti ve Cumhuriyetçi Parti gibi

Kitle partileri üye sayılarını arttırmayı ve üyeler ile her zaman sıkı bir ilişki kurmayı hedefleyen partilerdir. Parti politikalarının belirlenmesinde üyelerin etkin olmasına özel gayret gösterilir, parti içi demokrasi öne çıkarılan bir değerdir.

Partiler içinde farklı çıkarlar ve farklı görüşler barındırır. Bu farklılıklara/hiziplere ne ölçüde izin verileceği meselesi bizi parti içi demokrasi sorununa götürür. Parti içi demokrasi, partilerin sıradan üyeleri ve parti tabanının, parti politikalarıyla, parti yöneticileri ve partiyi yasama organında temsil edecek adayların belirlenmesi sürecinde etkili olmaları anlamına gelir. Bir partiye üye olan kişi, parti program ve tüzüğüyle belirlenmiş belli sınırlar içinde politika yapmayı kabul etmiş demektir.

Liberal demokrasilerde, parti sistemleri de farklılık gösterir. Hâkim parti sisteminde, hür ve serbest seçimlere rağmen seçimleri ağırlıklı olarak aynı parti kazanır ve hükümeti kurar. Japonya’daki Liberal Demokrat Parti ve İsveç’teki Sosyal Demokrat İşçi Partisi gibi. Bu partilerde siyasal mücadele, partiler arasında değil, parti içindeki hizipler içindedir. İki partili sistem ise, seçimlerin iki parti arasında geçtiği ve bir partinin iktidarda diğerinin muhalefette olması anlamına geldiği sistemlerdir. Kazanan ve kaybedenler bellidir. İngiltere, Almanya ve ABD iki partili sisteme sahiptir.

Ilımlı çok parti sisteminde, genellikle hiçbir parti tek başına hükümet kuracak kadar oy alamaz, hükümet kurabilmek için koalisyonlar zorunluluk haline gelir. Eğer iktidara gelebilmek için üç ya da daha fazla partinin işbirliği yapması şart ise aşırı (kutuplaşmış) çok partili sistem söz konusudur. Ilımlı ya da çok partili sistemlerde siyasal istikrar koalisyon yapısından olumsuz etkilenebilir fakat bu sistemler her siyasi görüş ve toplumsal talebin bir biçimde hükümette yer almasına imkân verir.

Seçim sistemleri, kullanılan oylarla milletvekili sayıları arasında birebir olmasa da orantılı bir temsili öngören nispi temsil sitemi ile en fazla oy alan parti ya da adaya avantaj sağlayan çoğunluk sistemi olmak üzere ikiye ayrılır. Nispi temsil sistemi temsilde adaleti öne çıkarırken, çoğunluk sistemi hükümet kurabilecek çoğunluğa sahip parlamento kompozisyonu yaratmayı amaçlar.

Son dönemde siyasal partilerin etkilerin azalmakta olduğuna ilişkin tezler yaygınlaşmaktadır partiler arasında dikkate değer farklılıkların kalmadığı, partilerin siyasal sınıfın çıkarlarını gözettiği, yeni gruplara ve onların taleplerine yanıt veremediği eleştirileri yer almaktadır. Bütün bu eleştirilere rağmen iktidarı amaçlayan başka bir hareket olmadığı için siyasi partiler alternatifsizdir.

Sivil Toplum Kuruluşları ve Baskı Grupları

Sivil toplum kuruluşları devletten bağımsız olarak kamusal alanı etkilemek isteyen bireyler tarafından oluşturulmuş, gönüllük esasına dayalı örgütlenmeler olarak tanımlanabilir. Gönüllü katılım, mali bağımsızlık ve iktidarı amaçlamadan kamusal denilebilecek bir mesele üzerinde etki yapma hedefine sahip olma tanımda ön plana çıkan üç özelliktir. Bireyin kendi kaderiyle ilgili konularda söz sahibi olması esastır ve faaliyet sahaları geniştir.

Baskı grupları ise belli kesim ya da grupların çoğu zaman maddi içerikli taleplerini siyasal alana taşımayı amaçlar. İktidara gelme niyetleri yoktur, kendilerini ilgilendiren konularda lehlerine kararlar aldırabilmek için iktidarları etkilemeye çalışırlar.

Üyeliğin zorunlu olduğu mesleki örgütlenmeler niteliğinde TOBB gibi baskı grupları da vardır. Baskı grupları belli bir fikri/düşünceyi, ideali yaymaktan ziyade üyelerinin menfaatlerine yönelik çaba gösterirler ve sivil toplum kuruluşlarına nazaran daha bürokratik/hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Sivil toplum kuruluşlarında ise idealizm dozu ve gönüllük olgusu daha yüksektir.

Gerek sivil toplum kuruluşları gerekse baskı grupları siyasal partiler tarafından yeterince temsil edil(e)meyen çıkarları siyasal sistemin merkezine taşıma potansiyeline sahiptir ve faaliyetlerini bürokrasi, parlamento, siyasi partiler ya da yargı üzerine yoğunlaştırabilir. Sivil toplum kuruluşları için dile getirilen taleplerin topluma duyurulabilmesi için medya temel bir araçtır.

Sivil toplum kuruluşları ve baskı grupları zaman zaman protestolar, grevler ve yol kapatmalar gibi eylemlerle kendi çıkarlarını savunmayı veya bireylerin devlete karşı daha iyi korunmalarına yardımcı olmayı amaçlayabilir. Kritik meselelerin gündeme getirilerek tartışılmasına ve gündemin değiştirilmesine yardımcı olurlar. Bir ülkede sivil toplum kuruluşlarının sayısının yüksek olmasının yurttaşlık değerlerinin gelişimine olumlu katkıda bulunduğu genellikle kabul görür.

Sivil toplum kuruluşları ve baskı gruplarının demokratikleşme sürecine olumlu katkıları olduğu gibi bazen olumsuz katkılarının olduğu da görülmektedir. Dışlayıcı bir tavır takınmaları, üyelerinin etnik ya da dini kimliklerini öne çıkararak ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir rol oynamaları gibi. Baskı gruplarına dönük yapılan eleştiriler ise şunlardır: Baskı grupları temsiline soyunduğu kitleden ziyade o kitlenin kendisine üye olan kesimlerine fayda sağlayabilir. Ayrıca örgütlü ve çok kuvvetli baskı grupları zayıf siyasi iktidarları etkileri altına alarak kendi lehlerine fakat kamusal çıkarlar aleyhine kararlar almaya zorlayabilirler. Sayıca fazla etkili baskı grupları hükümetlerin ekonomik ve sosyal meselelere ilişkin tutarlı politikalar geliştirmesini zorlaştırabilir. Bütün bu eleştirilere rağmen sivil toplum kuruluşları ve baskı grupları demokratik rejimlerin vazgeçilmez unsurlarıdır.

Medya

Çağdaş toplumlarda temel iletişim kanallarından biridir. Diğer iletişim kanallarından farklılığı taşınan bilgi ve sembolik içeriğin kaydedilmesi, depolanabilmesi ve diğerlerine kaydedilmiş biçimde zaman ve uzamda aktarılabilmesidir.

Medya kamuoyu oluşturmada oldukça etkilidir. Kamuoyu denildiğinde daha çok örgütlü ve sesini duyurabilen kesimlerin önemli gördükleri meseleler hakkında oluşturdukları ve diğerlerine benimsetmeye çalıştıkları fikirler bütünü akla gelir. Daha çok örgütlü ve sesini duyurabilen kesimlerin önemli gördükleri meseleler hakkında oluşturdukları ve diğerlerine benimsetmeye çalıştıkları fikirler bütünü olarak görülür. 19. Yüzyıldan itibaren halk egemenliği fikrinin yaygınlaşması, okuryazar oranının yükselmesi ve nihayet ulaşım ve iletişim olanaklarının genişlemesi ile birlikte kamuoyu önem kazanmıştır.

Eğer demokrasi halkın isteklerine uygun yönetim ise kamuoyu da önemli olacaktır. Kamuoyuna ters düşen politikaları uygulamak imkânsız değilse bile risklidir. Siyasi iktidarlar halkın ne düşündüğünü anlama çabasındadır ve böylece iktidarda kalma sürelerini uzatabilirler.

Kamuoyu oluşturulması sürecinde en etkili unsurların başında medya gelmektedir ve medya siyasal hayat üzerindeki etkisini “gündem belirleme” üzerinden inşa eder. Gündem belirleme derken, medyanın hangi meselelerin önemli hangilerinin önemsiz olduğu ve hangi meseleye ne kadar süreyle ve ne kadar yer vereceği üzerindeki etki akla gelir. Medya, var olan sosyal siyasal gerçekliği bir ayna gibi yansıtmaz, onu önemli ölçülerde yeniden biçimlendirir ve sunar.

Medyanın gündem belirlemede etkili olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak bu, gündemin belirlenmesinde tamamen medyanın etkili olduğu anlamına gelmez. Son dönemlerde sosyal medyanın yaygınlaşması medyanın gündem belirlemedeki etkisini düşürmektedir.

Demokratik rejimlerde medya yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü güç olarak görülür. Demokratik değerleri içselleştirme seviyesinin düşük olması, iktidarla kurdukları özel ilişkiler ve medyanın kendi içinde şeffaf olmaktan uzak olması, medyanın hak ihlallerini gündeme taşıma gibi rollerini yerine getirmesini güçleştirir.

Son dönemlerde, büyük iş dünyasının medyaya giderek daha fazla girmesi ile kar güdüsünün öne çıktığı, gazete yazar ve editörlerinin ait olunan holdingin çıkarlarını zedeleyebilecek haberler yapmaktan kaçındıklarına ilişkin eleştiriler artmaktadır. Bunun yanı sıra modern kapitalist demokrasilerde medyada hâkim olan eğilimin statükonun savunulması yönünde olduğu, medyanın bunu bilinçli bir şekilde yapmasının şart olmadığı da ileri sürülmektedir.

Medyanın her kesimi eşit bir biçimde yansıttığı iddiaları gibi, dar bir zümrenin kontrolündeki bir egemenlik aracı olduğuna ilişkin iddialar da mesleğin karmaşıklığını gözden kaçırmaya sebep olabilir. Medya belli güçlerin kontrolü altında olsa bile cılız da olsa farklı sesler duyulabilir. Keza, insanların zaten kendi görüşlerine yakın görüşleri dile getiren medya organlarını takip ettiği, medyaya olan güvensizliğin orada ifade edilenlere karşı katı bir güvensizlik yarattığı, medyanın manipülatif faaliyetlerinin ters teptiği gibi iddialar dile getirilebilmektedir.