SOSYOLOJİ I - Ünite 1: Sosyolojik Bakış Açısı Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Sosyolojik Bakış Açısı
Ünite 1: Sosyolojik Bakış Açısı
Sosyoloji Nedir?
Sosyoloji, diğer sosyal bilimlerle yakın bir ilişki içindedir. Örneğin, daha çok modern toplumları anlamaya yönelik bir bilim dalı olarak tanımlanan sosyoloji, tarih disiplini ile yakından ilişkilidir. Sosyolojik olarak şimdiki durumun, geçmişin bir ürünü olarak anlaşılmasına ihtiyaç duyulur. Toplumsal anlamda önemli sorunların birçoğunun tarihsel olarak çözümlenmesi gerekir. Bu nedenle tarih, kapsamlı ve derin sosyolojik açıklamaların başvuru kaynağı olmaktadır.
Sosyoloji, konusu ve bağlamıyla, birey ve toplumu birlikte ele alarak aralarındaki ilişkiyi anlamaya çalışmasıyla diğer sosyal bilimlerinden ayırt edici özelliklere sahiptir.
Sosyolojinin Konusu ve Bağlamı
Sosyoloji, toplumsal dünyayı, dolayısıyla toplumsal ilişkileri anlama ve açıklama amacını taşıyan bir sosyal bilimdir. Bauman’a göre sosyoloji, en genel anlamda insan dünyası hakkında bir düşünme biçimidir ve “hâlihazırda süregelen yada zamanla değişmeyen genel nitelikli eylemler üzerinde yoğunlaşmaktadır.
- Sosyoloji, toplumsal ilişkileri anlama ve açıklama amacı taşır ve süregelen genel nitelikli eylemler üzerinde yoğunlaşır.
Bir araştırma nesnesi olarak ‘toplum’, sosyoloji ve diğer sosyal bilimler tarafından paylaşılmaktadır. Sosyoloji, diğer bilimlerden farklı olarak toplumun son iki veya üç yüzyıldaki endüstriyel dönüşümlerin etkisiyle ortaya çıkmış olan toplum biçimleriyle daha fazla ilgilenir.
Toplum, bir kurumlaşmış davranış biçimleri bütünü ya da sistemidir. ‘Kurumlaşmış’toplumsal davranış biçimleri, uzun zaman ve mekân dilimleri içinde sürekli tekrarlanan, toplumsal olarak üretilen davranış ve inanç biçimleridir.
Farklı bakış açılarına sahip ve farklı yöntemleri kullanan birçok sosyolog, iyi bir sosyolojik çalışma yapılabilmesi için hem toplumun yapısının hem de toplumsal etkileşimin incelenmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu anlamda sosyolojinin son derece geniş bir alana sahip olduğunu belirten Giddens’a göre sosyolojik incelemenin kapsamı, sokaktaki bireyler arasında geçen karşılaşmalardan, küresel toplumsal süreçlere kadar uzanmaktadır.
Sosyolojiyi, diğer sosyal bilimlerden ayıran bazı belirleyici özellikleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
Sosyoloji insan eylemlerini geniş çaplı oluşumların ögeleri olarak görür.
Geniş çaplı bu oluşumlar karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içinde bulunan insanların rastlantısal olmayan birliktelikleri şeklinde görülmektedir.
Sosyoloji, insanların gündelik yaşamındaki bireysel deneyimlerinin toplumsal olanla ilişkisini gösterir.
Sosyolojik bulgular için hammadde sağlayan bütün deneyimler, sosyolojik bilgiyi oluşturan hemen her şey, sıradan insanların günlük hayatlarında yaşadıkları şeylerdir. İnsanlar, günlük yaşamın tekdüze, rutin doğası içinde, olup bitenlerin anlamı üzerinde düşünmeye ve bireysel olanla toplumsal olanın ilişkisini görmeye fırsat bulamaz. Sosyologlar, kişisel hayat hikâyemizi, başka insanlarla paylaştığımız tarih ile nasıl örüldüğünü bize gösterirler.
Sosyoloji, bildik olanı bilmedikleştirir.
Gündelik işler, sürekli tekrarlandığında bildik hale gelir ve bildik şeyler kendi kendilerini açıklayarak belirli bir soru ve şüphe oluşturmaz, dikkat çekmez. İnsanlar“her şey her zamanki gibi” dedikleri sürece sorulacak soru bulunamaz. Sosyoloji ise bildik hale gelen, ‘doğal’ olarak kabul edilen şeyleri bulmacalara dönüştürür, bildik olanı bilmedikleştirir.
Giddens ise, sosyolojinin yaşamımızda bize nasıl yardımcı olacağını temel olarak üç alanda ele almıştır:
1) Kültürel farklılıkların bilincine varma: Sosyoloji, toplumları farklı bakış açılarıyla görebilmemize imkân sağlar. İnsanların farklı yaşam biçimlerini anlamak, onların sorunları hakkında duyarlı bir anlayış geliştirmemize yardımcı olabilir.
2) Politikaların etkilerini değerlendirme: Toplumsal araştırmalar, belirli konular ve sorunlarda uygulanan politikaların sonuçlarının değerlendirilmesinde önemli yararlar sağlar.
3) Kendi kendimizi aydınlatma: Sosyoloji insanların kendilerini daha iyi anlayabilmesini, davranışları hakkında bilgi sahibi olmasını ve böylece geleceğini şekillendirmek için daha fazla imkâna sahip olmasını sağlar.
Sosyolojik İmgelem
Sosyolojik imgelem, toplumun yapısının aynı zamanda bireylerin yaşamı olarak çalışabilmesini ifade eder.
- Sosyolojik imgelem, toplumun tarihini ve bireylerin yaşamının ancak bir arada ele alınarak anlaşılabileceğini ileri sürer.
Sosyolojik imgelem, toplumların tarihi ve bireylerin özgeçmişleri arasındaki ilişkiyi daha iyi görebilmemizi ve anlamamızı sağlar. Bireyin etkinlikleri hem çevresindeki toplumsal dünyayı biçimlendirmekte hem de bu toplumsal dünya tarafından birey şekillenmektedir. Bu anlamda sosyoloji, toplumun bireyi etkilemesi ve yönlendirmesi ile bireyin kendini gerçekleştirmesi arasındaki bağlantıları incelemelidir.
Mills’e göre bireylerin biyografileri (özgeçmişleri), toplumların tarihsel bağlamında ele alınmalıdır. Sosyolojik imgelem, yaşamlarındaki değişimi ve gelişmeyi anlamak isteyen toplumun bütün bireyleri için önem taşır. Sosyoloji, insanlara bu imgelemi kazanmalarını sağlayabilirse başarılı olarak görülebilir. Sosyolojik imgelem, sadece bireyi ilgilendiren, kişisel olarak görünen birçok olayın aslında daha geniş toplumsal sorunlarla ilişkili olduğunu gösterir. Bu konuya örnek olarak işsizlik sorununu ele alabiliriz: Nüfusu 100.000 olan bir kentte eğer bir kişi işsiz ise bu kişisel bir sorun olarak düşünülebilir. Kişinin karakterine, becerilerine ya da karşılaştığı fırsatlara bağlı olarak değerlendirilebilir. Fakat 50 milyon nüfusa sahip bir ülkede eğer 15 milyon kişi işsizse bu toplumsal bir sorundur. Bu sorun ve soruna yönelik olası çözümler, sadece kişisel durumları değil, toplumun ekonomik ve politik durumlarının düşünülmesini gerektirir.
- Toplumsal yapı, yaşamımızdaki toplumsal bağlamların olay ya da eylemlerin rastlantısal bir şekilde bir araya gelmesiyle oluşmadığını, bunların belirli yollardan yapılaşmış ya da kalıplaşmış oldukları olgusunu ifade eder.
Mills, bireylerin birçok farklı toplumsal çevrelerde yaşadıkları olayların, genellikle toplumsal yapıda görülen değişimlerden kaynaklandığını belirtir. İnsanların, bu değişimleri anlayabilmesi için sosyolojik imgeleme sahip olması gerekmektedir.
Giddens’a göre, ilk kez Batı’da oluşturulmuş haliyle modern endüstriyel toplumlar tarafından meydana getirilen toplumsal dünya anlayışı, ancak sosyolojik imgelemin üç aşamalı uygulanmasının sonucu olarak kurulabilir.
Bu sosyolojik imgelem biçimleri tarihi, antropolojik ve eleştirel bir bakış açısı içermektedir.
Günümüzdeki endüstriyel toplumları çözümlemek amacıyla başvurulan sosyolojik imgelem, yakın geçmişi, “yitirilen dünyayı” yeniden kurmaya dönük bir çaba olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda imgelemi kullanma çabası, tarih bilincini gerektirir. Bugünün endüstriyel toplumlarında yaşayan insanların yakın geçmişte yaşayanlardan nasıl farklı bir yaşam sürdüklerini kavramak, ancak bu şekilde mümkün olacaktır.Tarihsel bir bakış açısının geliştirilmesini gerekli kılan sosyolojik imgelemin diğer bir boyutu antropolojik kavrayışın oluşturulmasıdır. Antropolojik kavrayış, günümüz dünyasında insanların birbirini izleyen farklı varoluş biçimlerinin anlaşılması bakımından önem taşımaktadır. Ayrıca sosyolojik imgelem, sosyolojinin var olan toplum biçimlerine eleştirel bakışına katkıda bulunur.
Sonuç olarak sosyoloji, toplumsal yaşamda insan ilişkilerine sorgulayıcı ve eleştirel bakarak bilgilerimizi genişletmeyi amaçlar. Bu bakış açısı, toplumsal sorunların anlaşılmasını, bu sorunlara yönelik çözüm önerilerinin geliştirilmesini sağlar ve aynı zamanda yenilik arayışı ve değiştirme cesaretini de içerir. Sosyolojik düşünme biçimi, insanları daha duyarlı kılarak şimdiye kadar var olan ancak görünmez olan insanlık durumlarını keşfetmelerini sağlayabilir. Çevremizdeki insanları, farklı yaşam biçimlerini anlamamıza yardımcı olabilir ve böylece insanlar arasında karşılıklı anlayış ve saygıya dayanan bir dayanışmayı güçlendirebilir. 1
Aydınlanma Düşüncesi ve Devrimler
Sosyolojik düşüncenin bir bilim dalı olarak gelişmesi insan davranışı ve toplumun, nesnel ve sistematik olarak incelenmesinin kökleri 18. Yüzyıla uzanmaktadır. Aydınlanma düşüncesi ile şekillenen bu dönemdeki temel gelişmelerden biri, dünyayı anlamak için bilimin kullanılması olmuştur. Dünyayı anlamaya yönelik bakış açılarında ve anlayışlarda kökten bir değişiklik yapan bilimsel bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. O zamana kadar kabul gören geleneksel ve dine dayalı açıklamalar yerini, birbiri ardına değişik alanlarda bilgiye ulaşmak için gösterilen akılcı ve eleştirel çabalara bırakmıştır.
Aydınlanma Düşüncesi
Aydınlanma, 18. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan birbirine bağlı felsefi, bilimsel ve toplumsal alanlarda oluşan bir düşünce hareketidir. İnsanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Fransa’da başlayan ve daha sonra diğer Avrupa devletlerine yayılan Aydınlanma düşüncesi, Hıristiyanlığın hâkimiyetindeki geleneksel dünya görüş* temelinde kökleşmiş olan anlayışa karşı gelişen bir harekettir. Dünyayı anlama yolu olarak batıl inanç ve doğaüstü inancını reddeden Aydınlanma düşüncesi, insan, toplum ve doğa hakkında yeni bir düşünce çerçevesinin yaratılmasını ifade eder.
Avrupa tarihinde 15. Yüzyılın ortalarındaki Rönesans hareketi, 16. yüzyıldaki Reformasyon ve 17. Yüzyılın ortalarından itibaren belirginleşen Kartezyen felsefesi, Aydınlanma düşüncesinin oluşumunu etkilemiştir.
Aydınlanma düşüncesi, 18. yüzyılda Batı Avrupa’da egemen olan, geleneğe ve dini sistemlere dayalı dünya görüşüne karşı akıl ve bilime dayalı yeni bir düşünce sistemidir.
Aydınlanma düşüncesi, cehalet ve batıl inancın, insanlığın bütün sefaletinin kaynağı olduğunu ifade etmiş ve bu durumun ancak bilgi, akıl ve bilim ile ortadan kaldırılabileceğini ileri sürmüştür. Aydınlanma düşüncesi, cehaletin yerine bilimsel bilginin sınırsız insani ilerlemenin yolunu açacağını savunmuştur. Bu anlamda rasyonel (akılcı) düşünce, toplumsal hayat üzerindeki egemen geleneğin, dinsel sistemlerin otoritesini sorgulamış, bu otoritenin geliştirdiği
kurumlara karşı yeni bir düşünce biçimini ileri sürmüştür. Toplumsal düzen fikrinin, metafizik sisteme göre değil, akla ve gözlem ile üretilen verilere dayanan bir süreç içinde açıklanabileceğini savunmuştur. Rasyonel düşünce, doğanın düzeni, doğa kanunları ve insan doğasını içeren doğa kavramını temel almış ve bireyi, toplumsal hayata
katılmakla birlikte doğanın düzenine ait olarak kabul etmiştir. Bununla birlikte ilerleme kavramı, yol gösteren düşüncelerden biri olarak ele alınmıştır. Akıl kavramı Aydınlanma’nın en önemli ayırt
edici unsuru olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle, Aydınlanma dönemi aynı zamanda Akıl Çağı olarak da bilinmektedir. Doğa, insan ve toplum hakkında yeni bir dünya görüş ortaya koyan Aydınlanma düşünürleri arasında, Baron de Montesquieu, Voltaire, David Hume, Thomas Hobbes, Adam Ferguson ve J.J. Rousseau, önemli isimler olmuşlardır. Aydınlanma düşünürleri akıl ve bilimin değeri, dinin eleştirisi, ifade ve düşünce özgürlüğ , bireyin önemi ve toplumsal ilerleme fikirlerini
geliştirmişler ve Aydınlanma düşüncesinin temel ilkeleri üzerinde uzlaşmışlardır. Bu konular hakkındaki metinleri içeren bir yayın girişimi olarak Ansiklopedi (Encyclopedie) adlı çalışma, Avrupa’da yaygınlık kazanmıştır. Ansiklopedi, genel anlamda halkı aydınlatma amacını taşıyan konulara yer vererek Aydınlanma düşüncesini desteklemiştir.
Devrimler
Büyük dönüşümlerin altyapısını, temelleri 17. yüzyılda başlayan bilimsel çalışmalara dayalı Bilimsel Devrim oluşturmaktadır. Aydınlanma, Bilimsel Devrim’in bir ürünü olarak modern bilimin verilerinden yararlanmış ve kendisini bilgiye ve akla dayalı bir düşünce hareketi olarak temellendirmiştir. Diğerleri ise Endüstri Devrimi ve Fransız Devrimi’dir.
Hobsbawm’a göre 19. yüzyıl ekonomisi, İngiltere’de ortaya çıkan Endüstri Devrimi’nin etkisi altında şekillenmiş, dünyanın geleneksel ekonomik ve toplumsal yapılarında çok büyük bir ekonomik hareket sağlamıştır. Bu ekonominin politikası ve ideolojisi ise Fransızlar tarafından hukuk kurallarının, bilimsel ve teknik örgütlenme modelinin getirilmesiyle biçimlendirilmiştir. Devrimlerle birlikte meydana gelen ve toplumsal dönüşümü sağlayan olaylar, insanların düşünme, yaşama, çalışma ve örgütlenme biçimlerini değiştirmiştir.
Bilimsel Devrim
Bilimsel Devrim’in Newton’un evrensel yerçekimi yasasını keşfetmesiyle başladığı kabul edilmektedir. Doğa anlayışı değişmiş, Tanrı tarafından yönetilen bir doğa anlayışından belli yasalara göre işleyen ve kendini düzenleyen bir mekanizma olarak doğa düşüncesine geçilmiştir. Bilimsel Devrim ile bilginin gözlem, deney ve akıl yoluyla elde edilmesini İfade eden bilimsel yöntem geliştirilmiştir. Aydınlanma düşünürleri, dini otoriteye dayalı geliştirilen ve yerleşen bilgi biçimlerini reddederek bilimsel yöntemlerle elde edilen bilgi biçimini kabul etmişler ve bilimsel yöntemin yaşamın her alanına uygulanabileceğine inanmışlardır. Aynı zamanda, bilim, rasyonel amaçlarla ilişkili olan geleceğin toplumsal değerlerinin temeli olarak görülmüştür. Bu anlamda, doğa bilimlerindeki ilerlemeler ve onların disiplinler olarak kurumsallaşması, sosyal bilimler için bir model sağlamıştır.
Endüstri Devrimi
\18. yüzyıl sonlarında İngiltere’de başlayan ve 19. yüzyılda bütün Batı Avrupa ve Amerika’ya yayılan Endüstri Devrimi, insanlık tarihinde ilk defa toplumların üretim güçlerinin değişimini gerçekleştirmiştir. Buhar ve elektrik gibi güç kaynaklarının kullanılmasıyla birlikte kömür, demir-çelik ve tekstil endüstrileri hızla gelişmiş, üretim teknolojisi makineleşmiş ve seri üretime dayalı fabrika sistemi üretime geçilmiştir.
Bu gelişmeler aynı zamanda ekonomik ve toplumsal yapıda geniş çaplı dönüşümlere yol açmıştır. Bu dönüşümlerden en önemlisi köylerden kentlere kitlesel bir göçün başlamasıyla iş gücünün kırsal alandan, sürekli büyüyen endüstri sektörüne geçmesi olmuştur. Böylece toprağa dayalı üretim yapan insanların büyük bir bölümü, kentlerde fabrikalarda ve madenlerde çalışan işçilere dönüşmüşler ve kentler hızlı bir şekilde büyümeye başlamıştır. Bu süreçte, üretimin örgütlenmesi ve denetlenmesine ilişkin yeni yöntemler de geliştirilmiştir. Yeni çalışma koşulları üretim seviyesini artırırken ağır çalışma koşulları, düşük ücret ve yüksek miktarda üretimin gerektirdiği yoğun fiziksel ve zihinsel çaba,nişçiler açısından ciddi sorunlara neden olmuştur.
Fransız Devrimi
Aydınlanma düşünürlerinin fikirleriyle temelleri oluşturulan Fransız Devrimi, eşitlik, özgürlük, güçlerin ayrılığı, hoşgörü gibi Aydınlanma’nın ilkelerini uygulamaya koymuştur. Fransız Devrimi, daha önceki ve sonraki devrimler içinde kitlesel bir nitelik taşıyan ve aynı zamanda çağdaş devrimler içinde dünyayı kapsama özelliğine sahip tek toplumsal devrim olarak kabul edilmektedir.
Giddens’a göre, 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi, “hem kendine özgü bir olaylar dizisi hem de çağımızda siyasal dönüşümle rin simgesi” olmuştur. Devrim sürecinde tarihsel olarak ilk defa evrensel özgürlük ve eşitlik gibi tamamıyla dünyevi ideallerin rehberliğindeki bir hareketin, toplumsal bir düzeni alt üst ettiği görülmüştür. Siyasal bir devrim olarak nitelenen 1789 Fransız Devrimi, Avrupa’da aristokrasi ve kilisenin otoritesi ile yönetilen geleneksel toplum düzenini yıkarak yerine evrensel özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri, laik
düşünce ve değerler doğrultusunda yeni bir toplumsal düzen kurmayı hedeflemiştir. Bu devrimle birlikte, otoritenin doğası ve iktidarın kaynağı radikal bir değişime uğramış, iktidar ancak halkın onayıyla meşruiyet kazanabilir hale gelmiştir. Fransız Devrimi sürecinde, modern demokrasinin önce İngiltere ve Amerika’da, ardından da Fransa’da görülmesi ile geleneksel yönetim kurallarından kopuş belirgin bir şekilde gerçekleşmiştir.
Modern Toplumların Oluşumu
Aydınlanma düşüncesiyle başlayan ve devrimlerle birlikte gelişen büyük değişim ve dönüşümler, geleneksel dünya görüşünden kopuşu ifade eden modern düşüncenin temellerini oluşturmakla birlikte, geleneksel toplumların yaşam biçimlerinin çözülmesine yol açarak modern toplumun ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştır. Böylece modern öncesi, geleneksel toplumlar ile modern düşünce biçimlerinin oluşturduğu modern toplumlar arasında farklılıklar belirgin bir şekilde tanımlanmaya başlamıştır.
Geleneksel ve Modern Toplum
Geleneksel Avrupa toplumları büyük oranda kırsal alanda yaşayan, tarımsal üretim yapan, otoriter ve dini toplumlar olarak tanımlanır. Fazla nüfusu olmayan, insanların benzer özelliklere sahip olduğu toplumlardır. Modern toplumlar ise kentsel alanların artışı ya da gelişimi, kapitalizmin çeşitli biçimleri, demokrasi, bilim ve teknoloji, nüfus artışı ve yoğunlaşmasıyla oluşan kültürel, politik ve dini yapı özelliklerini taşımaktadır. Bir toplumun ‘modern’ olarak tanımlanması, politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak dört önemli süreç aracılığıyla ortaya çıkan özelliklere dayanmaktadır:
Politik açıdan modern toplumlar, yeni yönetim biçimi olarak, ulus-devlet ile onun egemenlik ve meşruluk anlayışının görüldüğ* toplumlar olmuşlardır. Özellikle bürokratik örgütlenme, halkın yaşamında devletin daha büyük bir rol oynamasını sağlamıştır.
Ekonomi bakımından, endüstrileşmeyle birlikte üretim kapasiteleri hızlı ve sürekli bir şekilde gelişmiş, tarıma dayalı üretimin yerine endüstriyel üretim ön plana çıkmış ve yaygınlaşmıştır. Yeni üretim biçimi olarak kapitalizm, yeni tutumlar ve kurumlar getirmiştir.
Toplumsal açıdan kentleşme ve endüstrileşme süreciyle işbölümü, uzmanlaşma ve artmış, ulaşım ve iletişim teknolojileri hızla gelişmiştir.
Kültürel bakımdan, modern toplumlarda dinsel dünya görüşünün zayıflaması ile dinsel kurumlar ve öğretiler etkisini yitirmiş, sekülerleşme ve rasyonelleşme modern toplumların göstergeleri olmuştur.
Endüstrileşme ve Kapitalizm
Modern toplumların kapitalist mi, yoksa endüstriyelmi olduğu tartışması çerçevesinde bir açıdan endüstrileşme (endüstriyalizm), kapitalizmin bir alt biçimi olarak görülürken, diğer açıdan kapitalizm, endüstrileşmenin bir ürünü olarak görülmektedir. Bu bakış açılarının indirgemeciliğine karşı, kapitalizm ve endüstrileşmenin iki ayrı “örgütsel küme” ya da modernliğin kurumlarıyla ilişkili boyutlar olarak ele alınması gerekmektedir. Kapitalizm, “özel mülkiyete dayalı sermaye ile mülksüz ücretli emek arasındaki ilişki merkezinde yoğunlaşmış bir meta üretimi sistemidir” ve “bu ilişki bir sınıf sisteminin ana eksenini” oluşturmaktadır. Bu sistemde kapitalist girişim ve buna bağlı parasal ilişkilerle rekabetçi pazar ağları, modern toplumlarda büyük ölçüde egemenlik kurmuştur.
- Kapitalizm, merkezinde özel mülkiyete dayalı sermaye ve ücretli emek arasındaki ilişkinin yer aldığı bir meta üretim sistemidir.
Kapitalizm ile karşılaştırıldığında, endüstrileşmenin temel özelliği maddi kaynakların malların üretiminde kullanılmasıdır. Bu üretim sürecinde, kaynakları kullanarak bir dizi işi yerine getiren bir araç olarak makineler önemli bir yer tutmaktadır. Endüstrileşme, insan faaliyetini, makineleri, hammadde ve ürünleri birlikte ele alan üretimin, belirli kurallara göre toplumsal olarak örgütlenmesini gerektirir. Endüstrileşme ile ilk akla gelenler atölye ve fabrikalardaki büyük makineler ile kömür ve buhar gücüdür. Güç kaynağının elektrik olduğu ve elektronik mikro devrelerin kullanıldığı durumlara da uyarlanabilen endüstrileşme kavramının daha önemli bir açılımı ise sadece iş ortamı ile kalmayıp, ulaşım, iletişim ve gündelik ev yaşamını etkilemesidir.
Endüstrileşme ve kapitalizm aynı anlama gelmemektedir. Kapitalizm, endüstrileşmenin “ilk ve başlıca aktörü olmasına rağmen tek aktörü değildir”. Kapitalizm, endüstrileşmeden önce doğmuştur ve temel biçimi zamana ve toplumlara göre değişiklik göstermektedir. Bununla birlikte, kapitalist toplumlar, modern toplumların ayrı alt biçimi olarak kabul edilir. Kapitalist toplumun bir sistem olarak sahip olduğu kurumsal özellikleri aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:
1. Kapitalist girişimciliğin katı rekabetçi ve genişlemeci doğası, teknolojik yenilenmenin sürekliğini ve yaygınlaşma eğilimini ifade eder.
2. Ekonomik alan, diğer toplumsal alanlardan, özellikle politik kurumlardan ayrı tutulur. Bu ekonomik alan içerisindeki yüksek yenilenme oranları, ekonomik ilişkilerin diğer kurumlar üzerinde önemli ölçüde egemenlik kurduğunu gösterir.
3. Siyaset ve ekonominin birçok şekilde birbirlerinden ayrılması, yatırımlar üzerinde yaygın olan özel mülkiyet sahipliğinin üretimaraçları içerisindeki baskın konumu üzerine kurulmuştur. Bu açıdan özel mülkiyete dayalı sermaye sahipliği ile sınıf sisteminde yer alan ‘mülksüzlük’ olgusu, başka bir ifadeyle işgücünün metalaştırılması arasında doğrudan bir ilişki bulunur.
4. Devletin özerkliği, üzerinde denetimin tam anlamıyla kurulmadığı sermaye birikimine tam olarak belirlenmesi mümkün olmasa da koşullanmaktadır.
Sosyolojik Düşüncenin Gelişimi
Toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan yaşanan büyük değişim ve dönüşümler sonucunda eski düzenin çözülmesi, yerine modern bir dünyanın kuruluyor olması, bu yeni toplumu anlama gereğini ortaya çıkarmıştır. Modern toplumu ve kontrol altına alınması gereken yönlerini anlamaya duyulan ihtiyaç, sosyal bilimlerin doğmasını sağlamıştır. Sosyolojinin kurucuları olarak kabul edilen Saint Simon ve Comte’un çalışmalarının temelini, Aydınlanma’nın akılcılığına dayanan pozitivizm
oluşturmakta ve yazıları, toplumsal bir kuram olarak Fransız ve Endüstri devrimleri sonrası Avrupa’da oluşan modern toplum hakkında incelemeleri içermektedir. Bu yeni sosyoloji biliminin içeriğini oluşturan ilgi alanları, sonraki yıllarda, Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber tarafından çalışılmaya ve tartışılmaya devam etmiştir.
İlk Dönem Sosyolojisi: Saint Simon ve Auguste Comte
Saint Simon (1760-1825), Fransız Devrimi’nin geleceğin toplumunun oluşması için bir zemin hazırladığını belirtmiştir. Yeni toplumsal düzeni öngörebilmek amacıyla yaptığı kuramsal çalışmalarında, gelecekteki topluma “sanayi devleti” adını vererek ilk kez sanayi toplumu kavramını Saint Simon kullanmıştır. Sanayi toplumunun temelini işbirliği ve uzlaşmanın oluşturacağını ileri sürer. Toplum bilimini nitelemek amacıyla ‘sosyal psikoloji’ ve ‘sosyal fizik’ terimlerini bulan Saint Simon, toplumu bir bütün olarak ele almış ve sağlıklı bir toplumun, birbiriyle işlevsel bir uyum içinde
işleyen ekonomik ve politik sistemlerle, bilimsel ve pozitif ilkeler üzerinde örgütlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Saint Simon’a göre toplumsal olgular, doğa bilimlerinde kullanılan bilimsel tekniklerle incelenmelidir. Bu anlamda insan toplumunu yönlendiren yasaların ortaya çıkarılması da kendi kaderimizi biçimlendirme ve insanlığın refahını arttırma imkânı sağlayacaktır.
Comte, toplumların tarihsel ilerleme sürecinde insanın, dünyayı anlamaya yönelik çabasının “üç hâl yasası” olarak tanımlanan 3 aşamadan geçtiğini ileri sürer:
Teolojik aşama: Dinsel ve doğaüstü güçlerin, toplumsal olayların nedeni olarak görüldüğ* bir dönemdir.
Metafizik aşama: Bu aşamada, insan düşüncesine soyut kavramların ve ideal biçimlerin egemen olduğu görülür.
Pozitivist (bilimsel) aşama: İnsanlar, olaylar ve bu olaylar arasındaki ilişkiler hakkında bilgi edinmek ve onları açıklamak için toplumsal ve doğal dünyayı yöneten yasaları bulmayı amaçlamaktadır
Klasik Sosyoloji Kuramları
Sosyolojinin klasik kurucuları Durkheim, Marx ve Weber, modern toplumları oluşturan değişimin, geleceği nasıl şekillendireceğini anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır.
Weber, modern çağın ağırlıklı olarak etkin bir biçimde rasyonelleşme ve bürokrasi tarafından şekilleneceğine ve geleneksel eylemlerin daha az önemli olacağına inanmıştır. Marx ve Durkheim ise bilimsel ve rasyonalist düşünceye daha az vurgu yapmışlar, fakat her ikisi de toplumun ilerlemeci olarak gelişiyor olması üzerine güçlü bir inanca sahip olmuşlardır.
Emile Durkheimraşt
Sosyolojinin bağımsız bir disiplin olarak kurulmasında son derece önemli bir yeri bulunan Fransız sosyolog Emile Durkheim (1858-1917), toplumu dönüştüren değişimlerle ilgilenmiş, geleneksel ve modern toplum arasındaki farklılıklar üzerinde durmuş ve modern toplumları, endüstrinin etkisini temel alarak incelemiştir. Tarihsel birsüreç kuramı geliştirmiştir. Toplumda İşbölümü (1893) adlı çalışmasında, işbölümünün kökeninin toplumsal dayanışmayla ilişkisini vurgulamakta ve işbölümünün sürekli büyüyerek gelişmesi nedeniyle, toplumsal dayanışmanın bir dönüşüme uğradığını belirtmektedir.
Durkheim’a göre toplumu bir arada tutan en önemli unsur dayanışmadır. Dayanışma, bireylerin, kendilerini ait hissettikleri toplumsal gruplar tarafından kabul edilmesi ve ortak değer ve geleneklerin paylaşılmasıyla sağlanmaktadır. Toplumsal değişmeyi, toplumların dayanışma biçimleri aracılığıyla çözümleyen Durkheim, iki tip dayanışmabiçimi olduğunu ileri sürer. Bunlardan biri mekanik dayanışma, diğer ise organik dayanışmadır. Bu dayanışma biçimlerini, işbölümü ve farklı meslekler arasındaki ayrımların büyümesiyle ilişkili olarak ele almıştır.
Mekanik dayanışma, düşük bir işbölümü düzeyine sahip olan geleneksel kültürleri nitelemektedir. Geleneksel toplumlarda insanların çoğu, benzer mesleklerde çalışmakta, ortak yaşam ve inançları paylaşarak birbirlerine bağlılıklarını sürdürmektedir. Geleneksel toplumlarda güçlü bir kolektif bilinç hâkimiyeti görülür. Kolektif bilinç, toplum üyelerinin paylaştıkları ortak değer ve inançlarla oluşmaktadır.
Organik dayanışma, modern toplumların gelişmesiyle işlerin uzmanlaşma ve farklılaşmasından kaynaklanan bir dayanışma biçimidir. İşbölümünün artması, insanları birbirlerine bağımlı hale getirmiştir.
Anomi, toplumda kolektif bilincin, ortak değer ve inançların zayıflamakta olduğu ve bireylerin genel olarak kabul edilen davranış normlarından bağımsız biçimde davrandıkları durumu ifade eder,
Karl Marx
Endüstri Devrimi’yle birlikte toplumda meydana gelen değişimleri açıklamaya çalışan Alman filozof, iktisatçı ve sosyolog Karl Marx’ın (1818-1883) çalışmaları, endüstriyel üretimin yol açtığı toplumsal eşitsizlikler üzerinde yoğunlaşmaktadır. En önemli çalışmalarından biri olan Kapital (1867– 1894) adlı eserinde, kapitalist sistemin işleyiş biçimini kapsamlı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Marx’a göre en önemli değişimler, kapitalizmin gelişmesiyle ilişkili olarak meydana gelmiştir. Kapitalizm, “tarihteki öteki geçmiş ekonomik sistemlerden kökten biçimde ayrılan, geniş bir tüketici kitlesine satılan mal ve hizmetlerin üretiminin söz konusu olduğu” sınıfsal bir düzendir.
Marx, bireylerin yaşamlarını sürdürebilmek ve refaha kavuşmak için gereksinim duyulan ürünlerin üretiminin toplumdaki örgütlenme şekillerini üretim biçimi kavramıyla ifade eder.
Kapitalist toplumlarda üretim araçlarına sahip olanlar kapitalist sınıfı (burjuvazi), üretim araçlarına sahip olmayanlar ise işçi sınıfını (proleterya) oluşturur.
Marx’ın geliştirdiği bir diğer önemli kavram, kapitalist üretim sürecinin yarattığı yabancılaşmadır. İşçilerin, yüksek miktarda üretim yapabilmesi, yoğun fiziksel ve zihinsel bir çaba ve enerji gerektirmektedir. Bu çalışma süreci, işçinin kendi emeğiyle ürettiği ürünle ve iş ile olan ilişkisinin kopmasına yol açmaktadır.
Max Weber
Alman sosyolog ve iktisatçı Max Weber (1864-1920), çalışmalarının büyük bir bölümünde, kapitalizmin gelişme sürecinde modern toplumun daha önceki toplumlardan hangi bakımlardan farklılaştığıyla ilgilenmiş, modern endüstri toplumlarının temel özelliklerini ortaya koymaya çalışmıştır.Toplumsal eylem öznelere, toplumsal bağlama anlamlar yükleyen bireye yöneliktir. Weber’in toplum tanımlamasının temelini oluşturan toplumsal ilişkiler, toplumsallaşma sürecinde ortaya çıkar ve aktörlerin her birinin eylemiyle ve anlamlı içeriğiyle, başkalarının eylemini dikkate alan ve buna göre yönlendiren davranışlarını yansıtır.
Weber sosyolojiyi, “yönüne ve sonuçlarına dair nedensel bir açıklamaya ulaşabilmek için toplumsal eylemi yorumcu biçimde anlamaya girişen” bir bilim şeklinde tanımlar. Bu nedenle sosyolojinin çalışma alanının toplumsal yapılar değil, toplumsal eylemler olması gerektiğini ve toplumsal yaşamın önemli alanlarındaki nedensel ilişkileri anlaması ve araştırması gerektiğini belirtir. Diğer bir deyişle Weber’e göre sosyolojinin görevi, toplumsal yapıları oluşturan eylemlerin gerisindeki anlamları anlamak olmalıdır.
Weber, geliştirdiği ideal tip biçimleriyle, toplumsal olguların ayırt edici özelliklerini vurgulamıştır. Sosyal Bilimler Metodolojisi (1909) adlı kitabında ideal tipleri, somut kültürel olguların, karşılıklı bağımlılıkları, nedensel koşulları ve anlamları bakımından ortaya çıkarılma biçimleri olarak tanımlar.
Weber’in ideal tipleri, toplumsal olguların anlaşılması ve açıklanması amacıyla karşılaştırmalar yapılmasını sağlayan analitik kurgulardır.
Weber ideal tip kavramıyla, kusursuz ya da erişilmek istenen bir hedefi kastetmemektedir. Bu kavramla, belirli bir görüngünün“saf ” bir biçimini ifade eder.
Rasyonelleşme, bilimin, modern teknolojinin ve bürokrasinin gelişmesiyle, toplumsal ve ekonomik yaşamın teknik bilgiye dayanarak düzenlenmesidir.
Weber analizinde, üç tip otorite tanımlamakta, bürokrasiyi ise modern dünyanın başlıca otorite kaynağı olarak görmektedir:
Geleneksel otorite, amire sadakat ve emirlere uyma gibi ilkelerin belirlediği idari yapıyı ifade eder. Geleneksel otoritede, yönetim örgütünün üst kademelerini başkan, akrabaları ve yakınları oluşturur. Daha alt kademeler ise aile kökenine ve yakınlık derecesine göre belirlenmektedir.
Karizmatik otorite, bir kişinin, takipçilerinin bağlılığını kazanan kutsallık, kahramanlık gibi niteliklere dayanır.
Yasal-akılcı (rasyonel) otorite, akılcı hukuk kurallarının meşrulaştırdığı otorite tipidir. Bu otorite tipi, gelenekler ya da karizmatik bireyler üzerine değil, akılcı bir şekilde oluşturulmuş ve resmileştirilmiş kurallar üzerine kurulmuştur. Yönetmelikler ve yazılı kurallar, otoritenin meşruluğunu sağlar. Amire değil, göreve sadakatin kabul edilmesi, denetleme, yetki ve sorumluluk zincirinin bulunması, bu otorite tipinin özellikleridir.
Modern Sosyoloji Kuramları
Durkheim, Marx ve Weber’in toplum çözümleme yaklaşımlarındaki farklılıklar, sosyolojinin tarihsel gelişimi süresince varlığını devam ettirmiş ve böylece sosyologlar, toplum çözümlemelerini, farklı kuramsal bakış açılarından yola çıkarak geliştirmişler. Modern kuramsal bakış açıları arasında fonksiyonalizm, çatışma kuramı ve sembolik etkileşimcilik yer almaktadır. Bu bakış açılarına feminist kuram da eklenmiştir.
Fonksiyonalist (İşlevselci) Kuram
Fonksiyonalist bakış açısı, toplumun çeşitli parçalardan oluştuğunu ve bu parçaların birbirleriyle ilişki içinde bulunduğunu belirtir. Toplumun parçalarının hepsi birlikte, bütün bir toplumsal sistemi meydana getirmekte ve bu sistemde parçaların bütünle olan işlevsel ilişkisi büyük önem taşımaktadır.
Fonksiyonalistler, toplumun temel parçalarının, diğer bir deyişle toplumun aile, ekonomi, eğitim ve siyaset gibi kurumlarının oluşturduğu toplumsal yapının nasıl işlediğini analiz ederler. Bu analiz sürecinde, aile, eğitim ya da din gibi toplumun herhangi bir parçasını anlamak için bu parçanın bir bütün olarak toplumla ilişkisine bakılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Başka bir ifadeyle, toplumsal sistemi oluşturan bir parçayı, onun sistemin sürekliliğine ve korunmasına yönelik yaptığı katkı aracılığıyla incelemektedirler.
- Fonsiyonalist kuram, 19. Yüzyılda Avrupa’da gelişmeye başlamıştır. Bu dönem fonksiyonalistler arasında Fransız sosyolog Emile Durkheim en etkili isim olarak kabul edilmektedir. Daha sonra 20. yüzyılda Amerikan sosyologlar tarafından benimsenen fonksiyonalist bakış açısı, 1940’lı ve 1950’li yıllarda özellikle Amerikan sosyolojisine egemen olmuştur.
Fonksiyonalist kuramın bazı temel özellikleri kısaca şu şekilde sıralanabilir:
Toplumlar birer bütün olarak birbirleriyle ilişkili parçalardan meydana gelen sistemlerdir. Her parçanın anlamı, sistem içindeki işlevi ve bütünle olan ilişkisi bakımından ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle toplum, birbirine bağımlı ve sistemin bütünleşmesine katkıda bulunan parçalardan oluşan bir sistemdir.
Sistem kavramı, fonksiyonalist bakış açısının merkezinde yer almaktadır. Sistemi oluşturan parçaların bütünle olan işlevsel ilişkisi, fonksiyonalizmi diğer yaklaşımlardan ayıran bir özellik olarak kabul edilir.
Toplumsal sistemi oluşturan parçaların her biri, sistemin ihtiyaçlarını karşılayan özel işlevleri yerine getirdikleri için vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
Toplumsal sistemin tüm parçalarının bütünleşmesi, ‘kusursuz’ bir şekilde gerçekleşemez. Toplumsal sistemler, çeşitli kurumlararasında uyumlu bir denge kurma eğilimi göstermektedir. Ancak “kötü bütünleşme” unsurlarına her zaman rastlanabileceği için toplumsal denetim mekanizmaları bu anlamda önem taşır.
Çatışma Kuramı
Çatışma kuramcılarına göre, toplumsal sistemde geçici karışıklığın sonucunda çatışma ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, toplumda bulunan gruplar arasındaki temel çıkar farklılıkları, çatışmayla sonuçlanır. Bu anlamda çatışma, toplumun ortak ve kalıcı bir özelliği olarak kabul edilir.
Çatışmacı kuramın temel varsayımları şu şekilde sıralanmaktadır:
Bütün toplumsal sistemlerde, kıt ve değerli kaynaklar eşitsiz olarak dağıtılmaktadır.
Eşitsizlikler ve haksızlıklar sonucunda toplumda sınıflar ve çeşitli tabakalar arasında çıkar çatışması ortaya çıkmaktadır.
Çıkar çatışmaları, değerli kaynakları kontrol edenler ile edemeyenler arasında gerçekleşir.
Bu çatışmalar uzun vadede toplumsal sistemin yeniden örgütlenmesi ile sonuçlanır.
Sembolik Etkileşimcilik
Fonksiyonalizm ve Marksizm gibi yaklaşımlar toplumu, toplumsal yapılar açısından çözümlemeye çalışmış ve bireylerin, içinde yaşadıkları toplumun yapısı tarafından şekillendiğini ileri sürmüştür. Sembolik etkileşimcilik ise, toplumu bütünsel olarak ele alan yaklaşımların sosyolojik çözümlemede ihmal ettiği insan davranışının, öznel ve yorumlayıcı yönlerine önem vererek,onları ön plana çıkarmaya çalışmıştır.
Sembolik etkileşimci yaklaşıma göre, insanlar birbirleriyle etkileşim hâlindedirler ve toplum, etkileşim hâlindeki insanlardan meydana gelmektedir. Etkileşimin en önemli ögeleri olan semboller ve anlamlar, toplumsal yaşamın temellerini oluştururlar.
Semboller ve anlamlar, bireylerin farklı bir biçimde eylem ve etkileşimde bulunmalarına olanak sağlamaktadır. Toplumsal olarak yaratılan ve paylaşılan anlamlar, bireylerin davranışlarını belirlemede büyük önem taşır. İnsanların nesnelere, olaylara ve diğer insanlara verdiği bu anlamlar, insan davranışını etkilemesi açısından önemlidir. İnsanların birbirleriyle etkileşimde dil ve jestler en önemli semboller olarak tanımlanmaktadır. Etkileşim, dilin kullanımı ve jestler aracılığıyla gerçekleşir.
Sembolik etkileşimciler, bu kuramın temel varsayımlarını şu şekilde sıralamaktadır:
İnsanlar, öğrenilmiş anlamların sembolik bir dünyasında yaşarlar.
Semboller, toplumsal süreçlerde ortaya çıkar ve paylaşılır.
Semboller, insan davranışını etkilemesi bakımından önemlidirler.
Zihin işlevsel, irade sahibi ve bireyin çıkarlarına hizmet eden teleolojik bir varlıktır.
Benlik, toplumsal bir kurgudur.
Toplum, toplumsal süreçler sonucunda ortaya çıkan dilsel ya da sembolik bir kurgudur.
Feminist Kuram
\19. yüzyılla birlikte sosyolojik düşüncenin gelişiminde, toplumların yaşadığı büyük değişim ve dönüşümü açıklamaya çalışan ilk dönem sosyolojisi ve klasik sosyoloji kuramlarının toplumsal cinsiyet ve cinsiyet eşitsizliklerine yer vermediği görülmektedir.
Durkheim, Marx ve Weber, toplumsal değişim sürecinin cinsiyetçi boyutunu tam olarak ele almamış, “kadınlarla ilgili daha geleneksel düşüncelere -kadınları değişmez doğa, içgüdü ve tutucu ya da geleneksel ailevi değerlerle ilişkilendiren düşüncelere- yaklaşma eğiliminde olmuşlardır”
Feminist kuramın 18. yüzyıl Aydınlanma döneminde ortaya çıkan ilk aşamasında feministler, klasik liberalizmin eşitliği belirleyen temel ilkesi olarak ‘bireysel özgürlük’ öğretisi ile ilgilenmişlerdir.
\20. yüzyılın ilk yarısına kadar görülen kadınların bu taleplerine yönelik mücadeleleri, feminizmin kökenlerini ve feminist kuramın ilk aşamasını oluşturmaktadır. Bu nedenle 1960’ların sonlarına doğru ortaya çıkan hareket, ikinci dalga feminizm olarak tanımlanmaktadır.
İkinci dalga feminist kuramcılar, biyolojik cinsiyet ile toplumsal ve kültürel olarak inşa edilen toplumsal cinsiyet (gender) arasında bir ayrımı vurgulamışlar ve “bireyin değer ve davranışlarını şekillendirmede toplumun gücüne işaret ederek cinsiyet eşitsizliğinin doğal, dolayısıyla yaşamın değiştirilemez bir olgusu olduğu görüşünü” çürütmüşlerdir.
Toplumsal cinsiyet, kültürel ve toplumsal olarak inşa edilen kadınlık ve erkeklik durumunu, cinsiyet rol ve ilişkilerini ifade eder.
Feminizm, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini anlamayı, açıklamayı, bilinç oluşturmayı ve mücadele biçimleri belirleyerek bu ilişkileri değiştirmeyi amaçlar.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin varlığını sürdürmesini açıklayan en önemli kuramlardan biri Sylvia Walby’nin ataerkillik kuramıdır. Walby’e göre ataerkillik, erkeklerin kadınları sömürdüğ* , baskı uygulayıp egemen olduğu toplumsal yapılar ve uygulamalar sistemidir. Bu bağlamda ev içi işler, ücretli emek, devlet, din, kültür, erkek şiddeti ve cinsellik, ataerkilliğin temel alanlarıdır.
Ataerkillik, genel anlamda erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu egemenlik, baskı ve kontrol sistemidir.
Feminizm, hem bir düşünce akımı, kuramsal bir yaklaşım hem de toplumsal ve politik bir harekettir, ayrıca feminist araştırma yöntemi geliştirmiştir.
Feminist kuramlar, her ne kadar farklı bakış açılarına sahip olsa da temel olarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini anlamayı, açıklamayı, bilinç oluşturmayı ve mücadele biçimleri belirleyerek bu ilişkileri değiştirmeyi amaçlar.