SOSYOLOJİ I - Ünite 7: Suç ve Toplum Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Suç ve Toplum

Suç Sosyolojisinin Temel Kavramları

Sapkın davranış, bir topluluk veya toplumda, önemli sayıda insan tarafından kabul edilen belirli kurallar kümesine uyum göstermeme olarak tanımlanabilir. Sapkın diye tanımlanan davranış, dönemden döneme ve yerden yere değişiklik gösterir; Örneğin bir kültürde "olağan" karşılanan bir davranış, başka bir kültürde "sapkın" davranış olarak değerlendirilebilir. toplumsal sapma, olumlu ve olumsuz olarak gerçekleşebilir. Olumlu sapma, "ideal davranış örüntüleri yönünde bir sapmadır." Toplumun önderleri sayılabilecek bazı erdemli insanlar, dışlanmak ve bedel ödemek pahasına, toplumda egemen olan normlara ters düşmektedir. Diğer yandan olumsuz sapma ise "toplumda onaylanmayan, aşağı ve yetersiz davranış örüntüleri yönündeki sapmadır". Bu durumda kişiler, var olan mevcut toplumsal değerleri ve standartları bilerek veya bilmeyerek ihlal etmektedirler.

Resmi olarak ceza yasalarında yer alan ve toplumsal normlar tarafından tanımlanan özel sapma davranışı suç olarak açıklanmaktadır. Suç , genel olarak bir sapma davranışı olmakla birlikte, yazılı hukuk tarafından da yasaklanmış ve karşılığında yaptırım öngörülen eylemlerdir. Sosyolojik bakış açısına göre ise, suç, bir toplumda toplumsal normları ihlal eden çoğunlukçu değerlere aykırı biçimde tezahür eden ve yasal olarak yaptırımı olan davranış biçimidir.

Suç ve Sapkın Davranışa Yönelik Yaklaşımlar

Suçu ve sapkın davranışı açıklamaya çalışan ilk çalışmalar büyük ölçüde biyolojik kuramların etkisindedir. Buna göre suç, organizma şartlarının bir ürünüdür. Bu yaklaşımın iddiasına göre, nasıl ki bazı hayvanlar vahşi, yırtıcı, bazı bitkiler parazit olarak doğmuşsa, bazı insanlar da suçlu olarak doğarlar. Biyolojik yaklaşımcılar, belirli anatomik özellikler ile suçlu tipler arasında çeşitli ilişkilerin olduğunu öne sürmüşlerdir. Biyolojik kalıtımın suç eğilimleri üzerindeki etkisini ortaya koymaya çalışan diğer bir gözde yöntem ise bireyin soyağacının çıkarılmasıdır. Açıkçası, suçun kalıtımla ilişkisini kurmaya çalışan biyoloji temelli yaklaşımlar, bilimsel açıdan doğruluğu ispatlanamamış tezler ortaya atmıştır. Biyolojik açıklamalar beden tipiyle suç arasında ilişki kurmaktadır. Ancak, fiziksel görünümle suç arasında kurulmaya çalışan bu ilişki, bize kalıtımın etkisi konusunda yeterince fikir veremez. Kişiliğin herhangi bir özelliğinin kalıtsal olarak edinildiğine yönelik elimizde bir veri yoktur.

Psikolojik yaklaşımlar ise bireyi suça iten nedenlerin sapma ve anormalliklerin, bedenle veya fizyolojiyle değil, zihin ve kişilikle ilgisi olduğu görüşünü savunmaktadır. Psikolojik yaklaşımlar, suçluluğu belli kişilik tipleri ve yapılarıyla ilişkilendirmektedir. Bazı psikologlar kişilik yapılarının doğuştan kalıtsal olarak kazanıldığını öne sürerken diğer bazı psikologlar ise bireyleri suça iten kişilik yapılarının çocukluk döneminde yaşanan sosyalleşme süreçlerinin olumsuz etkileri üzerinde durmaktadır. Psikanalistler, suçla akıl hastalıkları arasında doğrudan ilişki kurarak; psikoz, nevroz, organik beyin hastalığı, sara, alkolizm ve uyuşturucu kullanımının suça etki eden faktörler olduğunu öne sürmüşlerdir. Psikolojik yaklaşımlar tek başına suçu açıklamada bazı katkılar sağlamasına rağmen, suçluluğun karmaşık ve sosyal koşullarını açıklamada yetersiz kalmaktadır. suçluluk hakkındaki biyolojik ve psikolojik yaklaşımların her ikisine göre de suç ve sapkınlığın arkasında toplumdaki düzensizlikler veya yanlışlar değil, bireylerdeki eksiklik veya yanlışlıklardan kaynaklanmaktadır. Başka bir deyiş- le; hasta olan toplum değil bizzat bireyin kendisi olmaktadır. Örneğin, psikolojik yaklaşımlar suça etki eden kişiliğin dışındaki birçok yapısal ve sosyal faktörleri göz ardı etmektedir. Biyolojik ve psikolojik yaklaşımlar, suçun bireyin kontrolü dışındaki ya bedeninde ya da zihnindeki faktörler tarafından oluştuğunu savunmaktadır.

Sosyolojik suç kuramları ise daha çok toplumsal kurumların ve yapıların suç üzerindeki etkilerini ele almaktadır. Genel anlamda suç, sosyolojik bakış açısına göre sosyal ortamın bir ürünüdür, başka bir deyişle hasta olan toplumdur. Quetelet, "toplum suçu hazırlar, suçlu ise ancak bir araçtır" diyerek aslında suçun arkasındaki sosyolojik dinamiklerin daha önemli olduğunu vurgulamıştır. Örneğin, yoksul bir ailenin çocuğu hasta olan annesini yaşatmak için parasızlıktan dolayı ilaç çalması yönünde üzerinde bir baskı hissedebilir. Bu durumda suçu ortaya çıkaran unsurun bireysel bir tercih değil, yoksulluk gibi toplumsal bir sorundan kaynaklandığı düşünülebilir. Sonuç olarak sosyologlar, suç ve sapkın davranış ile toplumsal ve kültürel yapı, ekonomik süreçler, toplumdaki güç ve iktidar ilişkileri vb. toplumsal süreçler arasındaki ilişkileri ele alarak suç ve sapma hakkında sistematik açıklamalar ortaya koymaktadır

Suç ve Sapkın Davranışa İlişkin Kuramlar

İşlevselci yaklaşıma göre sapma ve suç, bireyden çok sosyal yapı ile ilgili bir durumdur ve her toplum suç üretmektedir. İşlevselci yaklaşım, bu anlamda sadece bireysel güdülerin değil toplumsal yapının sapmayı nasıl ürettiğine odaklanmaktadır. Buna göre, toplumda ortaya çıkan anomi veya sosyal koşullar, birey üzerinde baskı oluşturarak bireyi sapma davranışına veya suça iter. İşlevselci kuramcılar belli düzeyde sapmanın olumlu işlevleri olacağını öne sürmüşlerdir. Örneğin, kırmızı ışıkta geçen bir sürücüye verilen para cezası veya uyuşturucu ticareti yapan birisine hapis cezası verilmesi, toplumdaki normal davranışın sınırlarını çizmekte kılavuz olacaktır. Durkheim'a göre suç olgusu toplum için işlevsel, sağlıklı ve yararlıdır ve toplumsal değişim için şarttır.

Robert K. Merton (1910-2003) yapısal gerilim yaklaşımını ortaya koyarak işlevselci yaklaşımı daha gelişkin bir hâle getirmiştir. Merton da tıpkı Durkheim gibi suçluluğun olağanlığını vurgulamaktadır. Durkheim'e göre anomi, toplumda bir normsuzluk durumunu ifade etmektedir. Merton'a göre de anomi, toplumsal düzende bir ayrışma ya da bozulmayı, daha belirgin olarak toplumun kültürü ile toplumsal yapının unsurları arasında bir denge eksikliğini içinde barındırmaktadır. Merton, toplumda mevcut olan hedeflere ulaşmada kullanılacak olan imkânların ve yolların eşit dağıtılmaması nedeniyle sosyal koşulların suçu yarattığını öne sürmektedir. Merton'a göre sapma patolojik kişiliklerin değil, toplumun yapısı ve kültürünün sonucudur. Toplum üyeleri farklı pozisyonlarda ve statülerde yer aldıkları için ortak toplumsal değerleri paylaşmaları aynı düzeyde gerçekleşmez. Yani, toplumun kültürel olarak egemen değerleri ve belirlediği hedeflere, toplumun farklı kesimlerindeki (alt sınıf) insanlar eşit bir şekilde ulaşamaz. Merton sapkınlığı, bireylerin kendilerinin içinde bulundukları durumlara gösterdikleri doğal bir tepki olarak görüyordu. Merton'a göre toplumsal bakımdan öne çıkarılan değerler ile bunlara erişmek için kullanılacak araçların sınırlı olması arasındaki gerilimlere bireyler beş olası tepki vermektedirler:

  • Uyum gösterenler
  • Yenilikçiler
  • Törenciler
  • Geri çekilenler
  • Başkaldıranlar

Merton'a göre problem, "farklı sosyal yapılarda sapmış davranış frekansının ne-den değiştiği ve farklı sosyal yapılarda sapmaların nasıl değişik şekillerde ortaya çıktığını cevaplamaktır. Merton'un tezi, sosyal yapıların bazı bireyler üzerinde uyum yerine uyumsuz davranışa yol açan baskı uyguladığıdır". Yani, Merton'un temel sorunu, sapma düzeylerindeki değişmeleri ve sapma biçimlerindeki çeşitliliği açıklamaktır.

1960'lı yılların sonunda ABD'de Albert Cohen, Richard Cloward ve Lloyd Ohlin çalışmalarında suçlu altkültürü üzerine çalışmalar yapmıştır. Tanım olarak altkültür, belirli bir grup içinde geleneksel hâle gelmiş değerler, normlar ve davranış kalıplarıdır. Altkültür yaklaşımı, ge- nel olarak alt sınıfta bulunan genç erkekler arasında suçluluğun özellikle de buluğ çağı çetelerine yönelik açıklamalar getirebilmek amacıyla ortaya konan bir yakla- şımdır. Cohen, bireysel davranışlardaki değişimi veya niçin suçlu altkültürün belli bir dönem içinde korunduğunu açıklamamış, bunun yerine altkültürlerin niçin var olduğunu açıklamıştır. Altkültür kuramlarının önde gelen temsilcilerinden biri olan Albert Cohen, suç altkültürünün, alt ve orta sınıf kültürü arasındaki bir çatışmadan kaynaklandığını belirtmektedir. Alt sınıfın çocukları, bir statü arayışı olarak orta sınıf çocukların amaçlarını, yaşam biçimlerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Ancak yasal yollardan bunu elde etme imkânına sahip olmadıklarından; kendilerine olan güvenlerini kaybederler ve karşıt bir tepki geliştirirler, bunun sonucu olarak suçluluk altkültürü ortaya çıkar. Cloward ve Ohlin, suçlu çetelerinin tıpkı durumu kötü olan azınlık grupları gibi başarıya ulaşma şansları düşük olan altkültür topluluklarında ortaya çıktıklarını savunmaktadır. İşlevselci kuram ve altkültür kuramlarının, orta sınıf değerlerinin tüm toplumun bütününde benimsenmiş olduğunu varsaymaları eleştirilebilir. Hedefler ve fırsatlar arasındaki uyumsuzluğun yalnızca alt gruplarda geçerli olduğunu varsaymak da hatalıdır. Örneğin, beyaz yakalı suçlar, suçlu altkültürü yaklaşımıyla açıklanamaz.

Sembolik etkileşimci kuramlar, sapma konusunda işlevselcilerden tamamen farklı sorulara cevap aramışlardır. Sembolik etkileşimciliğin kurucusu Herbert Mead benliğin; aile, okul vb. kurumlar içinde öğrenilmiş roller içerisinde şekillendiğini savunmuştur. Bu anlamda, sembolik etkileşimci yaklaşımlar, sapma/suç olgusu ile onu öyle tanımlayanlar arasındaki etkileşim üzerine odaklanmaktadır. Özellikle, davranışların illegal ve legal sınırlarını belirleyen kuralları ve hukuk sistemini sorgulayan bu anlayış, suç işleyen birey üzerinde değil, kuralları koyanlar ve sosyal etkileşim üzerinde odaklanmaktadır. Etiketleme kuramı sapma ve suç dav- ranışlarının tanımlanmasının basit bir süreç olmadığını göstererek sapmanın patolojik bireylerin anormal davranışlarıyla ilişkili olduğu tezine meydan okumuştur. Ayrıca, sapma ve suç davranışını kimin tanımladığı konusunu gündeme getirerek suçlu ve sapkın eylemi yapanı etiketlenmesinin güç ve iktidar yapısıyla da ilişkisi- ni kurmuştur.

Etiketleme, yaftalama ya da damgalama denilen süreç, sosyal davranış veya bir özelliğin diğerlerinin gözünde bozulmuş bir kimlik ve normal sosyal etkileşimlerden dışlamayla sonuçlanan sosyal hoşnutsuzluk konusu hâline geldiği ve olumsuzlandığı süreçtir. Etiketleme kuramının yanıtını aradığı iki temel soru vardır:

  1. Toplumsal olarak sapma nası oluşmaktadır veya kuralları kim koymaktadır?
  2. Bireyin etiketlenmesi, onun davranışları üzerinde nası bir sonuca yol açmaktadır?

Sapma, kişinin katıldığı davranışın niteliği değil, kuralların başkaları tarafından bu şekilde uygulanmasının bir sonucudur. Sapmış kişi etiketin başarılı bir şekilde uygulandığı kişidir. Örneğin, bazı silahlı gruplar konumlarına ve duruma göre kimin tanımladığına bağlı olarak kimi zaman direnişçi kimi zamanda terörist olarak görülebilir. Etiketleme yaklaşımına göre, sapkınlığın gerçek yapısını anlayabilmek için, kimi insanlara neden "sapkın" yaftası yapıştı r dığını anlamak ve açıklamak gerekir. Etiketlemelerin büyük bölümünü yasa ile düzen güçlerini temsil eden ya da başkalarının geleneksel ahlakı üzerine tanımlamalar getirebilen iktidar ve güç sahibi insanlar gerçekleştirmektedir. Sapkınlık kategorilerini tanımlayan yaftalar böylece, toplumdaki güç yapısını ortaya koymaktadır.

Çatışma yaklaşımlarına göre, suç kavramının sınırları ve içeriği, ekonomik ve siyasal açıdan güçlüler tarafından tanımlanmaktadır; bu anlamda yasalar görelidir ve doğru ile yanlışın kesin bir standardı ile belirlenmemişlerdir. 1970'lerde Frank Pearce, William Chambliss ve Richard Quinney 'in çalışmaları Marksist kriminolojinin temellerini atmıştır. Bu yaklaşım suç ve kapitalizm arasında bağlantı olduğunu öne sürmektedir. Marksist yada Çatışma kuramı diyebileceğimiz yaklaşımın temelinde bireylerin etkin bir biçimde kapitalizmin eşitsizliklerine bir tepki olarak sapkın veya suç davranışlarına yöneldikleri iddiası bulunmaktadır. Kapitalizm içinde ürettiği bireysellik, rekabet, bencillik ve egoizm ekonomik bencilliğe yol açmakta ve bireylerdeki sapma ve suçun kaynağını oluşturmaktadır. Kapitalist toplum belli sınıflar çok az kaynağa ulaşabildikleri için, yaşamlarını devam ettirtebilmek için suç ve sapma davranışlarına yönelebilmektedir. Toplumsal kaynakları kontrol eden egemen bir sınıf, kendi gücünü ve iktidarını korumak için hukuksal kurallar ve inanç sistemleri geliştirmektedir. Yani, bir nevi hukuk, ekonomik gücü elinde bulunduran egemen sınıfa hizmet etmektedir. Çatışma kuramları ve Marksist kuram suç olgusunu toplumsal yapıya, ekonomik eşitsizliklere ve toplumda gücün eşitsiz dağılımına bağlamaktadırlar. Bu anlayışlara göre suç ve sapkın davranış eşitsiz sistemin ürettiği bir olgudur ve hukuk kurallarını da toplumda güçlü olan hâkim sınıf belirlemektedir.

1980'lerin ortalarında Marksist yaklaşıma ve sağ gerçekçilik'e yönelik tepkilerden doğan ve kendilerine Yeni sol gerçekçilik adını veren bir kuram ortaya çıkmıştır. Yeni sol gerçekçiler, Marksist kriminolojinin önemli bir gerçeği ihmal ettiğini ileri sürmektedir: Suç, alt, orta ve üst sınıfın hepsinde de görülmektedir. Yani suç, sadece eşitsiz kapitalist sisteme tepki olarak işlenmemektedir. Sol gerçekçilik, kriminologların suçun gerçek nedenleri olan yapısal eşitsizlikler ve toplumsal politika, polisliğin demokratikleştirilmesi sorunlarıyla ilgilenmesi gerektiğini savunurlar. Bireylerin kendilerini maddi ve manevi her türlü durum açısından başkalarıyla kıyasladıklarında, sahip olamadıkları şeylerden dolayı hissettikleri yoksunluk duygusuna göreli yoksunluk demişlerdir. Göreli yoksunluk sadece maddi eşyaların yoksunluğuyla ilgili değildir, birey bazı durumlarda başkalarıyla kıyasladığında hak ve adaletin kendisine yeterince sağlanmadığını düşündüğünde de göreli yoksunluk duygusunu yaşamaktadır. Yeni sol gerçekçilik, suç olgusunu büyük ölçüde görece yoksunluk ve marjinalleşme ile açıklarken bu durumun sebebinin eşitsiz toplumsal yapı sonucu olduğu görüşündedirler.

Sosyal Kontrol kuramının modern anlamdaki öncüleri ise Hirschi ve Gottfredson'dur. Sosyal kontrol kuramları, insanlara aksi öğretilmediği müddetçe anti sosyal davranış sergileyeceklerini öne süren suç kuramlarıdır. Hirschi'ye göre ise bütün bireyler potansiyel olarak hukuk normlarını ihlal etme eğilimindedirler ancak kontrol altında tutulduklarını düşündükleri için bu eğilimleri açığa çıkmamaktadır. Kontrol mekanizması, bireylerin aileleri, arkadaşları, komşuları ve işverenlerinden korkarak yasal olmayan davranışlara girmemeleri şeklinde ortaya çıkmaktadır. Toplumda bu tür bağların olmaması, bireylerin suç işleme konusunda kendilerini özgür hissetmelerine neden olur. Hirschi'nin yaklaşımı, suçluların genellikle, kendi kendilerini kontrol düzeyi düşük olan, bunun da ev ya da okuldaki toplumsallaşmanın yetersizliğinden kaynaklandığı bireyler olduğunu düşündürmektedir. Sosyal kontrol kuramının varsayımlarına bakıldığında, kuramın insan davranışının denetimi ve bu denetimle ilintili olan kurumsal süreç ve unsurlar üzerinde odaklandığı görülmektedir. Bu yaklaşıma göre, suç ve suçlu davranışını ortaya çıkaran tüm fırsatlar kontrol ve de netim altında tutulduğunda, suç olgusu azalacaktır.

Sağ gerçekçilik ilk olarak 1970 ve 1980'lerde James Wilson ve Ernst van den Haag tarafından Yeni sol gerçekçiliğin iddialarına karşıt olarak ortaya atılmıştır. Sağ gerçekçi yaklaşım, geleneksel sosyolojik açıklamalara karşı çıkarak, suçun toplumsal sorunların bir parçası olmadığını, seçme hakkı olan bireylerin özgür iradesiyle gerçekleştiğini iddia etmektedir. Bu yaklaşım, nerdeyse tamamen sadece suçun kontrolüne odaklanmıştır. Bu anlamda, bireyin doğuştan "kötü" bir doğaya sahip olduğunu ve suçun önlenmesi için denetleme ve kontrole ağırlık verilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Yeni sağ kurama göre, kültürün ve aile değerlerinin yozlaşmasının, otoriteye saygının azalmasının ve adalet sisteminde cezaların yumuşatılmasının disiplinsizliğe ve suça yol açmaktadır. Charles Murray altsınıfların, toplumun geleneksel norm ve değerleriyle yeterince yetiştirilmediği ve topluma entegre edilemediğini savunmaktadır.

Birçok açıdan sol gerçekçilik ve sağ gerçekçilik kuram birbirinin karşıtı kuramlardır. Bu iki kuramı şöyle karşılaştırabiliriz: Sol gerçekçilik suçun kaynağının top- lumsal yapıda var olan göreli yoksunluk ve marjinalleşme olarak toplumsal olduğunu iddia ederken sağ gerçekçilik suçun bireyin doğuştan sahip olduğu özelliklerde aranması gerektiğini ileri sürer. Buna göre her insanın potansiyel bir suçlu olduğunu savunarak suçun kaynağının birey olduğunu vurgulamaktadır.