SOSYOLOJİ II - Ünite 1: İktidar Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: İktidar

Sosyal Düzen

İktidar denince akla genellikle siyaset kurumu ya da devlet gelir. Öncelikle buyruklarına itaat edilmesi gereken ve karsısında kendimizi son derece güçsüz ve korunmasız hissettiğimiz muazzam güç birikimini hatırlarız. Polisin, askerin ya da herhangi bir devlet memurunun gazabından ürkeriz. Cezai bir müeyyide ile karşılaşmamak için elimizden ne geliyorsa yaparız. Basitçe söylenirse, kurallara riayet ederiz. Örneğin, trafikte yol alırken düzen tesis etmek üzere görevini ifa etmeye çalışan bir polisin eli ve düdüğü yardımıyla ilettiği komutlara harfiyen uyarız. Bir kamu dairesinde islerimizin kolaylıkla yürüyebilmesinin en kestirme yolu ilgili memurun emirlerine itiraz etmeden uymaktır, itaat etmektir. Şüphesiz bu örnekler iktidara ilişkin bize bir fikir verir. Fakat iktidarın sıralananlardan çok daha fazlasını bünyesinde barındırdığına dikkat etmek gerekir. Öyle ki, herhangi iki kişi arasındaki ilişkide dahi, örneğin yakın arkadaşlar, karı-koca ya da abi kardeş arasında, bir iktidar ilişkisi söz konusudur. Dolayısıyla en alt sosyal birimlerden en üst birimlere kadar hayatımızın tümünde, her an ve her yerdeki ilişkilerimizde bir iktidar unsuru tespit etmek mümkündür. Düzenin ancak zor kullanmakla mümkün olabileceğini benimseyen anlayışa göre, sosyal yaşamda düzenin ve itaatin çimentosu zor kullanmadır. Machiavelli, Hobbes gibi filozofların düşüncelerinde ve Freud’un psikanalizinde temellenen yaklaşıma göre insan, doğası gereği bencil, hedonist ve iktidar arayışındadır. Her birey saldırganlık ve cinsellik güdüleriyle doğar. İnsana ait bu özellikler ve güdüler, toplumsal istikrar için bir risktir. Böylesi bir varlığı zapt etmenin tek yolu zor kullanmaktır. Bu güdüler insanın doğasında vardır ve insan doğası toplumsal yasamla değişmez. Kısaca, bu anlayışa göre sosyal düzen in nihai üreticisi zor kullanmadır ve düzen, itaat emredenlerin zor kullanma tehditleri olduğu sürece var olur. Marksist, radikal ve iktidar eliti ekollerini de barındıran çatışmacı yaklaşım, her türden uzlaşıyı bir yanılsama olarak görür. Bu yaklaşım için tüm uzlaşılar, manipüle edilmiş sahte uzlaşılardır. Zira bir yanılsamadan ibaret olan uzlaşmalar, gerçekte farklı gruplar arasındaki iktidar mücadelelerini ya da çıkarları maksimum düzeye tasıma arzusundan kaynaklanan mücadeleleri maskelemektedir. Çatışmacı yaklaşımların bazıları, düzenin istikrarını temin eden mekanizmalardan çok, sistemin değişme potansiyeli üzerinde dururlar. Bireylerin davranışlarında değer ve normlardan ziyade sosyal yapının belirleyici olduğunu iddia ederler. Bireysel çıkarların ya da grup çıkarlarının uzlaştırılması zorunluluğu, insanlar arasında asgari bir uyumu getirir. Sosyal düzeni uzlaşının ürünü gören yaklaşım, ‘ insan kendi kendine yeten, rasyonel bir varlıktır’ iddiasındaki bireyselci görüşe dayanır. Her birey, sahip olduğu özel amaçlar doğrultusunda hareket eder. Bu amaçlar gurur, güven arayışı, haz, elemden sakınma, kar arayışı, itibar, tanınma, kamusal saygı görme örneklerinde olduğu gibi birbirinden farklılaşabilir. İnsanlar, rasyonel çıkarlarının pesinde koşarken, doğal engellerle ve tehlikelerle yüz yüze gelirler. Bu engelleri bertaraf etmek için ise rasyonel bir tercihte bulunarak başkaları ile işbirliği içine girerler. İşte bu işbirliği beraber inde sosyal düzeni getirecektir. Yani çıkarlar, kendi basına, uzlaşma mekanizmasının dolayısıyla da toplumsal düzenin temelini oluştururlar. Liberalizm ve anarşizm gibi ideolojilerin desteklediği bu anlayışa göre düzen, akıl sahibi insanlar arasındaki etkileşimin ortaya çıkardığı, kendiliğinden, niyetlenilmemiş bir sonuçtur. Çatışma ve uzlaşı yaklaşımlarının dışında, düzeni sosyal yapılar çerçevesinde ele alan yaklaşım da vardır. Örneğin sosyal düzeni örf, adet ve alışkanlıkların ürünü olarak gören Durkheim’a göre, sosyal düzenin kurulması ve sürdürülmesinde devletin önemi göreceli olarak azdır. Özellikle modern toplumlarda bireyciliğin ön plana çıkmasıyla asıl olan sosyal dayanışmadır. Bir başka biçimde söylenirse, is bölümünün sonucu olarak ortaya çıkan devletin, sosyal düzenin işleyişinde hayati bir rolü yoktur. Düzenin sigortası, bireylerin davranışlarına yön veren semboller, inançlar ve değerlerdir. Tıpkı sosyal inşa kuramcıları gibi sosyal düzenin ortak değerlerin ürünü olduğunu iddia eden bu yaklaşım için, toplumdan bağımsız birey kavrayışı anlamsızdır. Toplum normları aracılığıyla kurar. Toplumun norm ve değerleri, kendine has bir kültür oluşturur ve tüm bu normlar toplum üyeleri tarafından içselleştirilir ve ortak değere dönüştürülür. İnsanlar uğruna mücadele edecekleri sosyal olarak inşa edilmiş bu ortak değerlere sahip olduklarında artık sosyal kimlikleri inşa edilmiştir. En nihayetinde düzen, bu birlikteliğin ürünü olarak kurulur. Değişik toplum biçimleri, siyasal sistem örnekleri söz konusu olsa da mevcut tüm sosyal düzenlerin isleyişinin yönetilenlerin itaat ve sadakatine bağlı olduğu açıktır. Yani iktidar ilişkileri şebekesi, toplumun her katmanı ve düzleminde karsımıza çıkan bir olgudur. Söyle ki, insanın sosyal davranışlarının çoğu alışkanlık olarak, üzerine fazla düşünülmeksizin, kendiliğindenmiş gibi ortaya çıkar. Ancak bazı sosyal davranışlarımız, birtakım hesaplamalarımızın veya emirlerin ürünüdür. Sosyal yasamda bazı insanların emrettiği, bazılarının da bu emre itaat ettiği gözlenir. Bu itaati tesis etme yeteneği iktidarı, bu iktidarın yer aldığı ve islediği mekanizmalar da toplumdaki iktidar yapılarını oluşturur. Bu iktidar yapılarına tabi olan bireyler üzerinde sosyal bir denetim uygulanır. Düzenin devamı adına uygulanan bu denetim, bazen bireyler tarafından içselleştirilir. Bazen ise dışarıdan dayatılır, yaptırım seklinde gerçekleştirilir. Sosyal denetimin, yani siyasal sistemin isleyişinin farklı biçimleri olsa da evrensel olarak değişmeyen tek gerçek, tüm bu ilişkiler yumağının temelde iktidar ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Siyasal sistem dendiğinde her şeyden önce bir ülkede iktidarla toplum arasındaki ilişkilerin niteliği akla gelir. Bir ülkedeki siyasal sistemin niteliğini belirleyebilmek için, toplumu kimin yöneteceği, siyasi iktidarın yönetme hakkını nereden ve kimden aldığı sorularına cevap bulmak gerekir. Dahası iktidar sahipleri ile yönetilenler arasındaki karşılıklı hak ve ödevlerin neler olduğunu ve iktidarın sınırının nereden başlayıp nerede bittiğini belirlemek gerekir. Bu sorulara verilen cevaplar doğrultusunda iki ana siyasi sistem tespit edebiliriz. Bunlardan ilkini çoğulcu sistemler olarak adlandırıyoruz. İkincisine ise tekilci sistemler diyoruz. Çoğulcu sistemlerde iktidarın kaynağı halktır. İktidar halkın oyları ile tayin edilir. Bir süre sonra da yine halkın oyları ile değiştirilir. Çoğulcu sistemlerde toplumdaki farklı çıkar ve görüşler serbestçe örgütlenebilirler. Aynı şekilde özgürce iktidara talip olurlar. Çünkü bu sistemlerde temel hak ve özgürlükler güvence altına alınmıştır. Sistem içinde devletin mutlak gücünü sınırlayacak pek çok mekanizma vardır. Örneğin anayasa, güçler ayrılığı ilkesi, hukuk devleti, açık toplum, muhalif görüşlerin serbestçe ifade imkânı bulabilmesi, kamuoyunun özgürce teşekkül etmesi bu mekanizmaların en önde gelenleridir. Son olarak çoğulcu sistemlerde iktidar açık bir yarışma ortamında belirlenir. Düzenli aralıklarla yapılan seçimlerde siyasi iktidarın halka hesap vermesi ve denetlenmesi sağlanır. Tekilci sistemlerde ise siyasi iktidarın belirlenmesinde halkın her hangi bir etkisi yoktur. Ya da oldukça sınırlıdır. Her türlü muhalefetin lanetlendiği bu sistemlerde düşüncelerin serbestçe ifadesine ve örgütlenmesine izin verilmez. Ayrıca sistem içinde iktidar sahiplerini dizginleyecek mekanizmalara yer verilmemiştir. Bu bakımdan keyfiliğe ve zorbalığa açık rejimlerdir. Tam da bu açıdan barışçı yollarla iktidarın el değiştirmesi oldukça zordur.

İktidar

Toplumsal düzlemde isleyen iktidarın farklı kaynaklara bağlı olarak ortaya çıkabileceğini söyledikten sonra, söz konusu kaynakların neler olduğu sorusuna bir cevap vermek gerekir. Bu kapsamda üç temel kaynaktan bahsetmek mümkündür: fiziksel, ekonomik ve sembolik. Fiziksel kaynağa dayalı iktidar ilişkilerinde sıkça başvurulan teknik, zor kullanmadır. Zor kullanma, iktidar ilişkilerinin en görünür özelliklerinden biridir. Hatta Weber’e göre, modern toplumlarda devletin kullandığı en üstün iktidar olan siyasal iktidarın en önemli ayırt edici özelliği, meşru zor kullanma tekelini elinde tutmasıdır. En kibar isleyen modern demokratik toplumlarda bile nihai ikna aracı, şiddettir. Zira şiddet araçları üzerindeki denetim ve bu denetimi işletecek polis, asker teşkilatları oluşturmak siyasal iktidarın temel niteliklerindendir. Bu nitelik var olmadan hiç bir devlet ayakta kalamaz. Her türden toplumun sosyal düzeni devam ettirecek yaptırımlardan oluşan bir cezalandırma mekanizmasına (dışlama, kapatma vb.) sahip olması, bu kaynağın kullanımına bağlıdır. İktidar tesis etmeyi mümkün kılan diğer bir araç ekonomik kaynaktır. Ekonomik kaynaklara sahip olanların iktidar elde etmeleri ve elde ettikleri iktidarlarını muhafaza etmeleri her zaman daha kolaydır. Bu kişiler, iktidarı elde etmelerini mümkün kılan ekonomik kaynakları dağıtma ve belli birey ya da grupları yararlandırma yoluna gidebilirler. Ekonomik kaynağa dayalı olarak iktidar ilişkilerinde başvurulan diğer bir yöntem de rütbe, makam, ödül gibi avantajların dağıtılmasıdır. Örneğin, işveren ile isçi, babasından harçlık alan çocuk ile baba arasındaki iktidar ilişkisinin kaynağı, önemli ölçüde ekonomiktir. Bu iktidar ilişkisinde zor kullanma yoktur; ama ekonomik yaptırımlar vardır. Para cezası, rütbe yükseltme ya da isten kovma gibi ödül ya da ceza mekanizmaları, bu kaynağa dayalı iktidar ilişkilerinde sıkça başvurulan tekniklerdir. Sembolik kaynak, her şeyden önce itibar kazandırır ve iktidar ilişkisini meşrulukla bezer. Bir kez meşrulukla bezenen iktidar ilişkisi ise artık otoriteye dönüşmüştür. Sembolik kaynaklar kapsamındaki teknikler arasında propaganda, endoktrinasyon (fikir asılama) ve yönlendirme (manipülasyon) yer alır. Yönlendirme, özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla sıkça karşılaşılan bir teknik olmuştur. İktidarı elde etme ya da iktidarı sürdürme aşamasında iktidar sahipleri, denetimlerindeki ileti-sim araçlarını (yazılı-görsel basın), eğitim kurumlarını propaganda ya da manipülasyon amaçlı kullanarak gerçekleri saptırabilir ya da iktidar sahiplerinin üstün varlıklar olarak algılanmasını sağlayabilirler. Eğitim ve yönlendirmeyle beraber gelenekler, örf ve adetler vesilesiyle alışkanlığa dönüşmüş boyun eğme, itaat davranışlarından bahsedilebilir. Yine ebeveyn-çocuk, öğretmen-öğrenci ya da doktor-hasta ilişkisi açısından düşünüldüğünde, çocuğun ebeveynine, öğrencinin öğretmene, hastanın doktora itaatini sağlayan öge, geleneklerin beslediği statülerle ilgili sembollerdir. Her türden toplum, maddi ve maddi olmayan sembolik birikimini sonraki kuşaklara aktarmak, sembolik yeniden üretimi gerçekleştirmek adına bir eğitim kurumu geliştirmiştir. Çünkü sembolik kaynak, iktidar tesis etmenin en ekonomik ve en verimli kaynağıdır. Bu türden bir iktidar ilişkisinde itaat, olumlu bir karşılamayla gönüllülük ve sempatinin sonucunda âdeta kendiliğinden ortaya çıkar.

İktidar ve Otorite

İktidarı genel olarak, bir kişi ya da grubun diğer kişi ya da grupları kendi arzusu ve düşüncesi doğrultusunda etkileyip yönlendirebilmesi olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımdan yola çıkarak sosyal hayat içindeki her ilişkide bir iktidar unsuruna rastlanabileceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Devamla bir iktidar ilişkisinde emir verenlerin emir vermesini bir hak, diğerlerinin de bu emre itaati bir ödev olarak görmesi otorite ilişkisidir. Yani otorite bir zorlama ya da manipülasyondan ziyade kabul görmüş itaat yükümlülüğüne dayanmaktadır. Bir bakıma itaat kendiliğindendir. Meşruiyet ise, yönetenlerin sahip oldukları araç ve kaynakların kullanılmasının onlara ait bir hak olduğuna ilişkin emir alan veya yönetilenlerin inancıdır. Kavramlarla ilgili bu kısa tanımlardan yola çıktığımızda aslında, iktidar, otorite ve meşruiyet arasındaki bağın mahiyetini fark etmek de kolaylaşacaktır. Söyle ki, iktidar bir kişinin diğerlerinin davranışlarını kendi arzu ve istekleri doğrultusunda etki altına alması ve belirlemesi anlamında kullanıldığında; bu etkileme ve belirleme iki biçimde gerçekleşebilir. Ya zor yolu ile ya da ikna ile. İlki şiddete dayalı bir belirleme ya da etkilemedir. İkincisi ise rızaya dayalıdır. İste iktidar rızaya dayalı olduğunda bir otorite hâline gelir. Yani meşru bir iktidardan bahsetmek artık mümkün hâle gelmiştir. Demek ki, son olarak meşruiyet ile otorite arasında sıkı bir bağ var. Otorite meşruiyete dayanıyor.

Max Weber, herhangi bir iktidar ilişkisinin otorite, kendi ifadesiyle meşru tahakküm niteliği edinmesinin sayısız nedeni olabileceğini belirtir. Toplum üyelerinin bir buyruğa rıza göstermelerindeki temel etkenler arasında psikolojik, sosyo-ekonomik yapı yer alabilir. Toplumsal kuralların otorite devşirdiği başlıca kaynaklar arasında gelenekler, ilahi irade, ideoloji, halk iradesi hatta bilimsel öğretiler bile yer alabilir. Bireysel rızalar, toplumsal bünye içinde biçimlenir. Weber de devletin resmî isleyişi dışındaki otorite ilişkilerinin sayısız nedeni (korku, çıkar, ödül, ceza…) olabileceğini belirterek, farklı toplumlardaki siyasal sistemleri incelemiş ve özelde devletin kullandığı siyasal iktidarın meşrulaştırılarak otoriteye, meşru tahakküme, egemenliğe dönüştürüldüğü üç tip otorite ilişkisi tanımlamıştır. Weber’in otorite tipolojisindeki üç kategoriden ilki geleneksel otoritedir. Buna “ezeli geçmişin otoritesi de denebilir. Hatırlanamayacak kadar eski uyma ve kabul etme alışkanlıklarının kutsallaştırıldığı görenekler, geleneksel otoriteyi temsil ederler. Burada otoriteyi icra eden kişi ya da kişilerin belirlenmesinde geleneksel kurallar etkilidir. Bir kişinin otoritesine itaat edilmesinin gerekliliği de o kişinin geleneksel konumundan kaynaklanır. Kralların, kraliçelerin ya da dini erkânın otoritesini, geleneksel otorite örnekleri olarak sıralamak mümkündür. Weber’in otorite tipolojisindeki ikinci kategori “karizmatik otoritedir. Karizmatik otorite, olağanüstü ve Tanrı vergisi kişiliğin otoritesidir. Yani, bir kişiye duyulan mutlak bağlılık ve güvene, söz konusu kişinin kahramanlığına ya da başka niteliklerine inanmaya dayalı otoritedir. Peygamberlerin otoritesi, siyaset alanında seçimle is basına gelen komutanın otoritesi, büyük demagogların ve siyasi liderlerin otoritesi bu tür otorite için verilebilecek en belirgin örneklerdir. Weber, son olarak yasalara dayanan otoriteden ya da “yasal-ussal otorite”den bahseder. Bu otorite yasalar ve rasyonel kurallardan devşirilen “yetki”ye inanmaya dayanır. Modern bürokrasilerde istihdam edilmiş memurların ve benzeri siyasal güç sahiplerinin otoritesi bu tür bir otorite örneğidir. Weber tipolojisinde ihmal edilmiş son önemli bir nokta da, bazen otoritenin dayatma yoluyla tesis edilebileceği gerçeğidir. Bazen otorite, hem Weber’in belirttiği gerekçeler hem de iktidar aracılığıyla dayatılabilir. Hegemonya, meşrulaştırma, ideoloji, ön yargının harekete geçirilmesi, sahte uzlaşı gibi kavramlar bu tür otoriteyi işaret eden süreçlerdir. Eleştirel ve radikal yaklaşımlara göre çağdaş toplumlarda otorite, ya dolaysız denetimler kurarak (zor kullanma) ya da dolaylı bağımlılık ilişkileri (hegemonya, manipülasyon) yoluyla iktidarca dayatılır.

Sosyal İktidar

Emir ve itaat ilişkisiyle birlikte, bir etki veya kapasiteyi de çağrıştıran iktidar, toplumsal yasamın tüm düzeylerinde görülür. Bir şeyleri yapma iktidarından çok, bir şeyler üzerindeki iktidara odaklanıldığında, belli birey veya grupların kendi iradelerini diğerlerine dayatmasının bir sonucu olarak sosyal iktidar ortaya çıkar. Bu açıdan toplumsal ilişkiler içinde isleyen “sosyal iktidar” kavramı, daha kapsamlı bir çerçeve içinde farklı iktidar biçimlerini de kapsar. Sosyal iktidarın üç biçimi vardır. Bunlar:

  • Ekonomik iktidar: Nadir olan mal ve kaynakları elde tutup diğerlerinin emek gücüne sahip olmak,
  • İdeolojik iktidar: Bir otorite tarafından desteklenen belirlenmiş bir yapıya ait fikirleri ve inançları elde tutmak,
  • Siyasal iktidar: Fiziksel zor kullanmayı mümkün kılan birtakım donanımlara sahip olma ile temellenmiş yetki.

Siyasal iktidar da dâhil olmak üzere tüm iktidar uygulamaları sosyal olarak inşa edilir. Soysal inşa sürecinde iktidar bir şebeke olarak toplumsal yasamın her boyutuna (bilim, din, siyaset, eğitim vb.) nüfuz eder ve kaçınılmaz olarak toplumun tüm bireyleri bu şebekenin bir parçası olur. Bu açılardan düşünüldüğünde iktidarın islediği iki ana düzlemden bahsedilebilir: Siyasal iktidarın da yer aldığı kurumsal olarak isleyen yapısal iktidar (örneğin, devlet-yurttaş ilişkisi) ve kişilerarası ilişkiler üzerinden isleyen mikro iktidar (örneğin, öğretmenöğrenci ilişkisi). Sosyal iktidarın kapsayıcılığı çerçevesinde, her iktidarın kaçınılmaz olarak aynı zamanda bir mikro iktidar ilişkisi olduğu belirtilmelidir. Sosyal çatışma kuramını benimseyen Marksizm, ekonomi merkezli yaklaşımında iktidarın toplumda eşitsiz dağılarak üretim araçlarına sahip olan yönetici sınıfın elinde yoğunlaştığını öne sürer. İktidar farklı kurumlara dağılmış gibi görünse de egemen sınıf bu iktidarı, kendi çıkarları doğrultusunda alt sınıf üyelerinin toplumu dönüştürme çabalarını engellemek için kullanır. Marx’a göre, herhangi bir toplumdaki ekonomik sistem, ‘üretim tarzı’, alt yapı kurumu olarak, siyasal sistem de dâhil olmak üzere diğer tüm üst yapı kurumlarını belirler. Bu açıdan siyasal iktidarı kullanan devlet de toplumun ekonomik yapısından bağımsız düşünülemez. Marx’a göre siyaset alanının ana aktörü tarihsel olarak sosyal sınıflardır. Diyalektik bir süreçte isleyen tüm insanlık tarihi, ezen ve ezilen sınıfların mücadelesinin tarihidir. Bundan dolayı sınıflar, ana siyasal aktörler olarak, sosyal ve siyasal değişimi, dönüşümü anlamanın, kavramanın anahtarıdır. Tüm toplumlar, benzer sosyal ve ekonomik konuma sahip kişilerden oluşan, rekabet hâlindeki, zaman zaman da çatışan sınıflara bölünmüştür. Marksizm’e göre, modern sanayi toplumlarında bu bölünme, ezilen sanayi isçisi sınıfı (proletarya) ve üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazi arasındaki ayrımda açığa çıkar. Üretim araçları üzerindeki denetim, iktidarın dağılımı da dâhil olmak üzere her şeyi belirlediğinden iktidarın, özellikle de iktisadi gücün toplumdaki dağılımı, güçlülerin lehine olacak şekilde eşitsizdir. Marx’ın iktisadi güce dayalı bu iki sınıf modeline göre eşitsizlikler, burjuvazi ile proletarya arasında giderilemez bir çatışmaya yol açmaktadır. En nihayetinde bu çatışma kaçınılmaz olarak, kapitalizmin sonunu getirecek bir sürecin motoru olacaktır. Kısaca, klasik Marksist yaklaşımda tüm siyasal süreç devlet merkezli bir anlayışa dayanmaktadır. İktisadi ilişkilerin tüm sosyal ve siyasal yasamı belirlediği varsayımıyla beraber, ekonomik iktidarın bir yansıması olan siyasal iktidarın modern devlette yoğunlaştığı anlayışı hâkimdi. Aslında Marx’ın yazılarında çok net bir devlet anlayışı yoktur; bazen araçsalcı, bazen işlevselci bazen de hakem devlet anlayışının izleri görülür. Ancak, Marx sonrası Marksist çözümlemelere kalan miras, ekonomist bir bakış açısıyla kapitalist yeniden üretim modelidir. Marksizmin odaklandığı ekonomist bakışa göre iktidar, sınıf tahakkümüne ve ekonominin buyruklarına tabi kılınmakla ilgilidir. Elitist (seçkinci) modelin kuramsal kökleri Platon veya Ibni Haldun’a kadar götürülebilse de modern dönemdeki en önemli temsilcileri Weberci gelenek içinde sayılan Mosca, Pareto, Michels ve Mills’dir. Sosyolojide sosyal çatışmacı anlayışa dayalı iktidar eliti modeline göre iktidar, toplumda eşitsiz paylaşılmış ve belli gruplar elinde yoğunlaşmıştır. Bu durum, evrensel bir gerçekliktir yani her türden toplumda her zaman iyi örgütlenmiş ve iktidarın avantajlarını paylaşmak konusunda az çok uzlaşmış azınlıklar, her zaman örgütsüz yığınlara hükmeder ve onları tahakküm altında tutar. Bu seçkin (elit) grubu, iyi örgütlenmenin yanında dışa kapalı ve süreklilik arz eden, ortak çıkarları olan bir gruptur. İktidar sahibi seçkin gruplar her zaman aynı sektörden oluşmayabilir. Bu grup militarist rejimlerde olduğu gibi sadece askerlerden oluşabilirken, bazı örneklerde is dünyası, basın, ordu, siyaset gibi farklı kesimlerden kişilerin bir araya gelmesiyle oluşabilir. Weberci elitist teorinin kurumsal uyarlaması, C.W. Mills tarafından yapılmıştır. Mills’e göre, ABD’deki seçkin yapılar demokrasi önündeki en büyük engeldir ve ABD toplumunda iktidar, ordu, is dünyası ve siyasal elitlerin elinde yoğunlaşmıştır. Mills, savaş ekonomisi, kitle iletişim araçlarının kullanımı marifetiyle sıradan insanları cahil bırakan bir süreç işlediğini ve bu durumun, elit grupları arasındaki bağlantıları, ilişkileri daha da güçlendirdiğini belirtir. Sosyal iktidar çerçevesinde yaptığı araştırmalarda Mills, iktidar eliti terimini olduğunu iddia etmiştir. Mills’in yaptığı araştırmaya göre, iktidar eliti üyeleri ABD toplumunun ekonomi, hükümet ve ordudan (Wall Street, Capitol ve Pentagon) oluşan üç büyük sektörünün basıdır. İktidar eliti süper zenginler, üst düzey kamu görevlileri ve üst rütbeli subaylardan, az sayıda kişiden oluşur. Yani tüm yönetimler kaçınılmaz olarak oligarşi (azınlığın iktidarı) niteliktedir. Bu durum elitistler tarafından ‘oligarşinin tunç kanunu’ (Michels) biçiminde ifade edilir. Elit grup ister tek bir sektörden oluşsun isterse farklı sektörlerden kişiler barındırsın, değişmeyen gerçek her zaman iyi örgütlenmiş azınlıkların, örgütsüz yığınlara hükmettiğidir. Marksizm, siyaseti bütünüyle ekonomiye bağımlı bir olgu olarak görür. Ona ekonomi karsısında hiçbir biçimde özerklik tanımaz. Sadece siyaset kurumu değil, din, aile, kültür, sanat ve ideoloji de Marx’ta ekonomiye bağımlıdır. Bir başka biçimde söylenirse üretim ilişkileri yani alt yapı, üst yapıyı (siyaset, din, aile, kültür gibi unsurları) belirlemektedir. Marx’ın bu görüsü hem neo-Marksistler hem de Weber’in takipçisi olan elitist teorisyenler için kabul edilebilir değildir. Aslında ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkiye dair, elitist teori siyenlerin doğrudan bir değerlendirme yaptıklarını söylemek zordur. Bir başka biçimde söylenirse, siyasetin özerk bir olgu mu olduğu, yoksa bağımlı mı olduğuna dair herhangi bir tespitte bulunmamışlardır. Elitistlerin esas derdi her yer ve zamanda nasıl oluyor da küçük bir azınlık büyük kitleleri yönetebilmekte ve siyasi karar alma yetisini elinde tutabilmektedir sorusuna cevap bulmaktır. Bu soruya verdikleri cevaplar dikkatle incelendiğinde, ekonomi ve siyaset ilişkisine dair dolaylı da olsa bir kanaatlerinin ortaya çıktığı açıktır. Bu kanaati genel olarak söyle ifade edebiliriz: Siyaset özerk bir olgudur. Bu durumda Marksistler ile elitist teorisyenlerin ekonomi ve siyaset ilişkisinde farklı bir konumlanma içinde oldukları söylenebilir. Genel olarak yapısalcı varsayımlar üzerine inşa edilmiş Marksist ve devlet merkezli açıklama modellerine yönelik en önemli eleştiri Michel Foucault tarafından geliştirilmiştir. Hayatta kalma-yasama ile iktidar iradesi, istenci arasında zorunlu bir ilişki olduğunu iddia ederek, tüm yasamın aslında iktidar arayışıyla bağlantılı bir çaba olduğunu belirten Nietzsche’den esinlenen Foucault’ya göre iktidar, toplumsal bünyenin her düzleminde baskın bir iradenin, bireyler ve gruplar üzerine dayatılmasıdır. Bu hâkimiyeti dayatmanın çok çeşitli yolları olabilir. Foucault’nun (1993, s. 92) ifadesiyle iktidar, ‘şebeke, ağ benzeri bir tertibat aracılığıyla’ isler. İktidar tüm toplumsal düzlemlerde birtakım stratejiler geliştirir (bu stratejiler sadece yöneticilerin iktidarından ibaret değildir) ve iktidar tüm topluma yayılmıştır. İktidar tek merkezli bir kapasite, kaynak değildir. Bu şebekenin, ağın bir tarafında bilgi, diğer tarafında bilim, cinsellik, ekonomi, din vs. olabilir. Yani sosyal ilişkiler ağında tek bir iktidar değil, bu şebekenin farklı kollarında isleyen ‘iktidarlar’ vardır. Foucault iktidarı, kullanımı ve sonuçları açısından ele alır. Klasik iktidar çözümlemelerinin iktidarı, ‘adli, hukuki’ bir yaklaşımla, topluma düzen dayatan devlet merkezli bir kapasite olarak ele aldığını, oysa iktidarın ilişkisel boyutuyla sosyal bünyenin tüm düzlemlerinde beklenmedik yerlerde beklenmedik biçimlerde ortaya çıktığını belirtir. Kısaca belirtmek gerekirse modern dönemde söylem, mikro iktidar alanlarına inmiş ve denetleme taktiklerini değiştirmiştir. Müdahale artık mülkiyet düzenlemelerinden ziyade, ahlak, eğitim aracılığıyla kişilik hatta vicdanlara yönelik olmaya başlamıştır. Böyle bir yapıda meşruluk, yönetilenlerin inancına değil, inandırılmasına bağlı olarak düşünülmeli idi. Hakikat rejimi kendi normlarını, doğrularını, iyisini oluşan söylem çerçevesinde inşa edeceğinden canlı tutup yönetmek için uygulanacak normalleştirme ve yumruklaştırma ile zaten mevcut iktidar ilişkilerindeki hâkimiyet kendiliğinden tesis edilecektir.