SOSYOLOJİ II - Ünite 5: Göç ve Toplum Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 5: Göç ve Toplum
Giriş
Bu ünitede, ilk olarak uluslararası göçü ortaya çıkaran toplumsal, kültürel ve ekonomik dinamiklerin neler olduğu tartışıldıktan sonra, uluslararası kitlesel göçlerin ortaya çıkardığı toplumsal sonuçlar analiz edilecektir. Daha sonra, göçün nedenlerini açıklamaya yönelik anaakım göç kuramlarının her birinin varsayımları ele alınarak, bu kuramlara yöneltilebilecek eleştiriler irdelenecektir. Son bölümde, göç veren ve göç alan bir ülke olarak Türkiye’nin göç hareketleri deneyimleri üç alt bölüm altında incelenmiştir.
Uluslararası Göçü Ortaya Çıkaran Dinamikler
Göç, toplumsal değişimin neden olduğu kolektif bir eylemdir ve hem göç alan hem de veren yerdeki bütün bir toplumu etkiler. Göç, toplumsal varoluşun her boyutunu etkileyen ve kendi karmaşık dinamiklerini geliştiren bir süreçtir. Göçler demografik, ekonomik, toplumsal yapıları değiştirebilir ve ulusal kimliğin türdeşliğinin sorgulanmasına yol açan yeni bir çok-kültürlü ortam ve kültürel farkındalık yaratabilir. Dünya Göç Örgütü (International Organization for Migration-IMO) tarafından yayınlanan “2015 Dünya Göç Raporu”na göre, bugün dünya genelinde göçmen sayısı 232 milyonun üzerindedir (IOM, 2015, s. 2). Üstelik göçmen sayısındaki artış şimdiki hızıyla devam ederse, IOM’un 2010 yılı raporundaki tahminler esas alınarak söylenirse, bu sayının 2050 yılına kadar 405 milyonu bulması beklenmektedir.
Göç hareketleri her ne kadar özgül, tarihi örüntüler içinde cereyan etseler de, Akdeniz Bölgesi’nden Batı Avrupa’ya ve eski sömürgelerden sömürgeci ülkelere yaşanan göçler dört aşamadan geçmektedir: Birinci aşamada; genç işçilerin geçici emek göçü, kazançların ana vatana havalesi ve ana vatana yönelim söz konusudur. Kalışın uzamasıyla ortaya çıkan ikinci aşamada yeni çevrede karşılıklı yardımlaşmaya duyulan ihtiyaçla akrabalık veya hemşeriliğe dayalı sosyal ağlar kurulmaktadır. Üçüncü aşama aile birleşmesinin ön plana çıktığı, uzun dönemli kalışın bilincine varıldığı, göç alan ülkeye yönelimin arttığı, kendi kurumlarıyla (dernekler, dükkânlar, kafeler, ajanslar, meslekler) birlikte yeni etnik toplulukların oluştuğu aşamadır. Dördüncü aşamada ise sürekli yerleşim söz konusu olup, göç alan ülkenin hükûmetlerinin veya halklarının tutumlarına bağlı olarak göçmenler açısından ya güvenli yasal statü ve zamanla vatandaşlığı kazanma imkânı ya da politik dışlanma, sosyoekonomik marjinalleşme ve kalıcı etnik azınlıklar ortaya çıkmaktadır.
Bugün yerel veya uluslararası düzeyde göçü hızlandıran ve kolaylaştıran birçok faktör karşımıza çıkmaktadır: İlk olarak, iletişim ve ulaşım olanaklarının teknolojik olarak gelişmesi göç etmeyi günden güne daha kolay ve ucuz hâle getirmektedir. İkincisi ve daha önemlisi, göçleri uluslararası düzeyde hızlandıran ve kalıcı hâle getiren ekonomik nedenlerden de söz edilebilir. Üçüncüsü, ekonomik eşitsizliklerin yanı sıra, iç/etnik savaşların, açlık, kıtlık ve otoriter yönetimler altında yaşama tehlikesinin de günümüzde güneyden kuzeye doğru yaşanan uluslararası kitlesel göçlerin arkasındaki temel dinamikler olmaya devam ettiğini görüyoruz. Dördüncü olarak, gelişmiş ülkelerin demografik (nüfus) açıdan ciddi oranlarda düşük doğurganlık düzeyinde bulunması uzun vadede bu ülkelerin nüfus açıklarını daha fazla sayıda göçmenleri kabul ederek giderme yoluna yönelmelerine zemin hazırlamaktadır. Bu nüfus eğilimleri, bugün ve ilerde yaşanabilecek göçlerin demografik saiklerle de sürebileceğinin işaretleridir. Beşincisi, gelişmiş ülkelerdeki kapitalizmin ve piyasanın yarattığı iş gücü talebinin yoksul ülkelerden zengin ülkelere doğru kitlesel bir göç eğiliminin temel motivasyonu olduğunu tespit edebiliriz.
Göç Kuramlarına Kısa Bir Bakış
Göçü bütün boyutlarıyla açıklayabilecek tek bir büyük kuram yoktur. Göçü çok farklı kuramsal varsayımlardan hareketle açıklayan birçok makro ve mikro yaklaşımdan söz edilebilir. Bu birbirinden farklı kuramların her birinde göçü başlatan faktör olarak birey, aile, uluslarası ilişkiler ya da ekonomik unsurlar vb. öne çıkarılmaktadır. Genel olarak göç yaklaşımlarına yöntemsel açıdan bakıldığında temelde iki farklı yönelimden söz edilebilir:
- Göç olgusunun sonuçlarını ve etkilerini araştırarak, göçün makro düzeyde dinamiklerini (devlet, ekonomik ilişkiler vb.) ortaya koymayı hedefleyen çalışmalar;
- Göçü yaşayanların, göç deneyimine, bu deneyimin bireyin dünyasındaki anlamına ve algısına odaklanan daha çok mikro düzeyde ayrıntıları ortaya çıkarmayı hedefleyen çalışmalar.
1960’lı yıllarda Ranis, Fei ve Todaro’nun öncülüğünde geliştirilen ve neoklasik iktisat teorisinden esinlenen Neoklasik Makro Göç Yaklaşımı teorisinin göçün yapısal belirleyicileri üzerinde odaklanan yaklaşımına göre göç, sermaye ve emeğin eşitsiz coğrafi dağılımından kaynaklanır. Bu kurama göre, düşük ücretli işçiler, yüksek ücretli ülkelere göç etmektedir. Bu demografik hareketin sonucu olarak, emek zengini ülkelerde emek piyasası daralmakta, dolayısıyla ücretler yükselmekte, buna karşılık sermaye zengini ülkelerde ücretler düşmektedir ve böylece bir denge oluşmaktadır.
Neoklasik Teorinin Mikro Yaklaşımda bireyin davranışının incelendiği yaklaşım söz konusudur. Mikro düzeyde Todaro ve Borjas tarafından 1960 ve 1970’lerde geliştirilen Neoklasik mikro göç teorisi bireylerin ülkeler arasındaki farklılıklara göç ederek tepki göstermesinin nedenlerini inceler. Bireyler, rasyonel düşünce sistemlerini kullanarak maliyet/ kâr analizi yapmak suretiyle daha yüksek bir kazanç elde edecekleri varsayımına ulaşarak göç etme kararını vermektedirler.
1970’li yıllarda Piore tarafından öne sürülen İkili İş Gücü Piyasası Yaklaşımına göre, uluslararası göç, modern sanayi toplumlarının içsel iş gücü gereksinimi nedeniyle gerçekleşmektedir. Bu yaklaşıma göre, işgücü piyasası iki sektörden oluşmaktadır: Birinci sektördeki işler ağırlıklı olarak yerli işçiler tarafından işgal edilmektedir, göçmenler ise ikinci sektörde yoğunlaşmaktadır. Gelişmiş ülkelerde yerli işçilerin yapmak istemediği düşük statülü ve düşük ücretli tehlikeli, pis ve ağır işler, göçmen iş gücü tarafından doldurulur.
Entelektüel köklerini Marksist politik ekonomiden alan ve 1970’lerde Immanuel Wallerstein’ın geliştirmiş olduğu kavramlara dayanan Dünya Sistemleri Yaklaşımı , dünya ekonomisinde ekonomik ve siyasi gücün eşitsiz dağılımına vurgu yapmaktadır. Dünya sistemi yaklaşımı dünya ekonomisindeki eşitsiz ekonomik ve siyasal güç dağılımına dikkat çeker. Göç, sermaye için bir çeşit ucuz emek hareketidir.
1990’larda Stark tarafından geliştirilmiş olan, neoklasik geleneğe dayanmakta ve göçe yol açan süreçte göçmenin ailesinin veya hanesinin rolüne dikkat çeken Profesyonel Göçmenlerin Yeni Ekonomisi Teorisine göre göç etme kararı tek tek bireyler tarafından değil, bir hane halkının tüm fertleri hatta bazen bir topluluğun tümü gibi birbiri ile ilintili çok sayıda kişi tarafından alınmaktadır. Hane halkının aldığı göç kararları, sadece beklenen gelirin en üst düzeye çıkarılmasında rol oynamamakta, aynı zamanda gelirle ilgili risklerin azaltılması ve yerel piyasaların başarısızlıkları aşmasında da etkin olmaktadır. Bu kurama göre, rasyonel bir seçim olan göç kararı bireyin değil, aile stratejisinin önemli bir ögesidir.
Göçün makro etkilerine odaklanan göç sistemi kuramına alternatif olarak Göç Ağları Kuramı mikro ilişkilere odaklanır. Göçmen ilişkiler ağları, göç hareketini özendirmek suretiyle göç etme isteğini sürekli canlı tutmaktadır. Çünkü göçmen ilişkiler ağları göçün yol açtığı masrafları ve içerdiği riskleri azaltmaktadır. Göç ağları, göçün devamını sağlamak için gerekli zemini oluşturmaktadır ve bu nedenle “zincirleme göç” olarak da adlandırılmaktadır.
Ulus-Ötesi (Trans-National) Göç Kuramı “Günümüzde ulus-ötesi göçleri farklı kılan özellikler nelerdir?” sorusunu cevaplamakla işe başlar. Ulus-ötecilik, göçmenlerin veya göçmen örgütlerinin göç edilen yeni ülke ile ana vatan arasında sistematik olarak sürdürdüğü çok yönlü sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ilişkileri ve bağları anlatmaktadır. Ulus-ötesi göçmenler, yaşadıkları ülke ile ana vatanları arasında veya başka ülkeler arasında ekonomik, politik ve sosyo-kültürel bağlar kuran, geliştiren ve sistematik olarak devam ettiren göçmenlerdir.
Türkiye’de Göç Hareketleri
Bu bölümde öncelikle Türkiye’nin yoğun olarak 1960’larda deneyimlediği Avrupa’ya göç meselesini ele alınacaktır. Daha sonra bir transit ülke konumunda, Asya ve Afrika’dan Avrupa’ya geçiş güzergâhında yer alan Türkiye’nin maruz kaldığı sığınmacı veya göçmen akışları ile ilgili bilgilere yer verilecektir. Bu bağlamda, Orta Doğu’daki savaşlar nedeniyle ülkemize sığınma talebinde bulunan göçmen gruplara da değinilecektir. Son olarak, Türkiye’nin 1950’lerden bu yana, tüm dünyadaki eğilimlerde olduğu gibi yaşadığı kırdan kente göç şeklinde cereyan eden iç göçleri ve sonuçlarını ele alınacaktır.
Türkiye’den Avrupa’ya Göç ve Sorunlar: Türkiye’de Avrupa’ya göçlerin tarihi 1950’li yıllara dayanmaktadır. İlk defa, Federal Almanya ve Türkiye arasında 30 Ekim 1961 tarihinde iş gücü gönderme anlaşması yapıldı ve bu anlaşmaya dayalı olarak yüz binlerce işçi Almanya’ya göç etti. Almanya’ya 1961 yılında devlet kurumlarının denetiminde varılan mutabakat çerçevesinde Türk işçilerinin gönderilmesi ile başlayan süreçte daha sonra Avusturya, Hollanda, Belçika, Fransa ve İsveç gibi iş gücü açığı olan ülkelerle de yapılan sözleşmelerle Batı Avrupa’da sayısı zaman içinde hızla artan bir Türk toplumu ortaya çıkmıştır. Başlangıçta Türk işçilerinin gittikleri ülkelerde sürekli kalmayacakları noktasından hareket edilmiş ve onlara hukuken konuk işçi tanımlaması ve muamelesi yapılmıştır. Ancak bu işçilerimizin büyük bir kısmı zaman içerisinde yurda dönmüş olsalar da, aile birleşmeleri ve doğumlar nedeniyle başta Almanya’da olmak üzere, yaşadıkları ülkelerde nüfusları artmaya devam etmiştir. İlk giden işçiler ağırlıklı olarak erkekti ve rotasyon ilkesine tabi olarak gittiler. Buna göre, iş alanlar bir yıl süre ile yurt dışında istihdam edildikten sonra yurda döneceklerdi ancak bu şart hiç bir zaman uygulanmadı. Türkiye’den yurt dışına yönelen iş gücü göçü başlangıçta öngörülen geçici veya misafir işçilik özelliğinden bağımsız olarak, sonraki dönemlerde kendi iç mekanizmalarını oluşturup farklı biçimlerde devam etmiştir. Bunun en belirgin yansıması, geçici işçi göçü olarak başlayan göçün, birçok Avrupa ülkesinde Türkiye kökenli yerleşik göçmen topluluklarının oluşmasına yol açmasıdır. Batı Avrupa’ya yönelen göç dalgaları her ne kadar 1970’li yıllarda azalmışsa da, ileriki yıllarda aile birleşimi, sığınmacı ve mülteci göçü ve düzensiz göç gibi yeni biçimlerde Türklerin Avrupa’ya göçü devam etmiştir. Türkiye’den giden göçmenlerin ailelerini Almanya’ya götürebilmeleri için aile birleşmesi izni verildikten sonra, 1980’lerden itibaren göçmenlerin sayısında ve kamuoyunda görünürlülüklerinde ciddi bir artış meydana gelmiştir. Aile birleşmeleri, 1970’li yılların sonundan itibaren Türkiye’den epeyce bir göçmen ailesinin Avrupa’ya gitmesine neden olmuş ve Avrupa’daki Türk nüfusu artmıştır. Ancak, eğitim ve istihdam alanında yaşadıkları sorunlar Türk göçmenlerin ve çocuklarının uyum sorunlarını da olumsuz yönde pekiştirmiştir. Almanya’da Türk göçmenlerin 1980’li yıllardan itibaren karşılaştıkları sorunların başında eğitimdeki başarısızlıklar, istihdam alanında yaşanan zorluklar ve toplumsal kabul eksikliği gelmektedir.
Avrupa’da Göçmenlerin Tepkisel Kimlik Oluşum Süreçleri: Avrupa’ya üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçmenler, eğitim ve istihdam alanındaki sorunlara ek olarak bir de toplumsal kabul sorunu yaşamaktadır. Göçmenlerde kendi grup aidiyetlerine, dinsel ve etnik kimliklerine güçlü bir bağlılığın gelişmesine tepkisel kimlik oluşumu adı verilmektedir. Göçmenlerin etnik veya dinî kimliklerine sıkıca bağlanıp, tepkisel kimlik edinmelerini ve radikalleşmelerini sağlayan nedenleri şu şekilde sıralanabilir:
- Göçmenlerin ev sahibi toplum tarafından bu toplumun bir parçası olarak görülmemesi ve göçmenlerin ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda ciddi bir sosyal dışlanma ile karşılaşmaları,
- Göçmen çocuklarının eğitimdeki başarısızlık kısır döngüsü ve buna bağlı olarak gelişen işsizlik sorunları,
- İş yerinde ve emek piyasasındaki karşılaştıkları ayrımcılıklar,
- Sosyal ve kültürel yaşamda kabul görmemeleri ve yabancı düşmanlığına maruz kalmaları
Kurumsal Irkçılık: Kurumsal ırkçılık, sadece yasal değil, tüm toplumsal yapıya işlemiş sistematik ırkçılık olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, yasalarda ayrımcı ifadeler olmasa da gerçek yaşanan ilişkilerde kurumsal ırkçılıkla karşılaşılabilmektedir. Avrupa’da üçüncü dünya ülke göçmenlerine ve çocuklarına karşı ciddi kurumsal ayrımcılık uygulamalarından bahsedilebilir.
Türkiye’ye Yönelen Göçmenler, Sığınmacılar (Mülteciler) ve Toplumla Bütünleşme Perspektifleri: Asya ve Afrika’dan zengin kuzey ülkelerine gitmek isteyen yoksul göçmenler açısından Avrupa’ya sınır olan Türkiye, bir geçiş bölgesi (transit bölge) niteliğindedir. Türkiye’nin geçiş bölgesi olma karakterini göz önüne aldığımızda, ülkemizde ve Avrupa Birliği ülkelerinde “göç endüstrisinin” yarattığı insanlık dramları, mülteciler problemi, yapısal önlemlerin yetersizliği ön plana çıkıyor. Transit göçmenler, başka bir ülkeye, genellikle daha gelişmiş bir ülkeye ve çoğunlukla Avrupa’ya seyahatleri sırasında Türkiye topraklarını kullanan kişilerdir. Türkiye’ye gelen göçü de kendi içinde tarihsel olarak 5 kategoriye ayırmak mümkündür:
- 1910’lardan itibaren Türk ve/veya Müslüman nüfusların eski Osmanlı ülkelerinden Türkiye’ye zorunlu göçü,
- 1970’lerden itibaren özellikle yakın bölge ülkelerinde yaşanan şiddetli çatışmalardan kaynaklı zorunlu göçler,
- 1960’lardan itibaren Bulgaristan ve Kıbrıs gibi yakın komşu ülkelerden Türklerin zorunlu göçü,
- 1980’lerden itibaren geri dönüş göçleri dâhil yurt dışındaki Türkiyelilerin ve onların ailelerinin Türkiye’ye göçü,
- 1990’lar itibariyle transit göç dâhil Türkiye’ye yabancı doğumluların ve yabancı ülke vatandaşlarının göçü.
Türkiye’de çalışma izni bulunmaksızın da vasıflı bir işte çalışmak mümkün olmakla beraber, iş gücü piyasasının vasıfsız ve az paralı sektörlerinde çalışan iki tip göçmen vardır: 1. “Kayıtsız (belgesiz) işçiler,” yani turist vizesiyle giriş yapmış kişiler 2. Transit göçmenler
Son yıllarda ulaşım ve iletişim teknolojilerinin gelişimiyle artan küreselleşme sayesinde ivme kazanan göçler ve savaşlar nedeniyle yerinden edilen insanların başka ülkelere sığınma taleplerinin artmasıyla birlikte devletler sınırlarını daha fazla koruma eğilimine girmektedir. Göç endüstrisi; seyahat acentaları, göç kanunları uzmanları olan avukatlar, işçi simsarları, aracılar, tercümanlar, otel sahipleri gibi yaşamlarını göç hareketlerini organize ederek kazanan birçok kişiyi kapsamaktadır. Ayrıca, göçmenlerin sınırdan yasadışı geçişlerini organize eden insan kaçakçıları da bu kategoriye dâhil edilebilir.
Suriye’de yaşanan iç savaşla birlikte 2011 yılından itibaren Türkiye’ye sığınmacı olarak yerleşen insanların sayısı 3 milyona yaklaşmaktadır. Suriye’den Türkiye’ye yönelen ve savaştan kaynaklanan bu zorunlu göç, kitlesel sığınma olarak adlandırılmaktadır.
Suriyeli Mülteciler Meselesi: Genel olarak göçmenlerin özel olarak da Suriyeli göçmenlerin toplumsal kabulü ve toplumsal bütünleşmelerini sağlamaya dönük politikalar çok önemlidir. Bugüne kadar Suriyeli vatandaşların Türkiye’ye göçlerine yönelik insani amaçlarla ve büyük fedakârlıklarla yapılan iyi niyetli çabaları göz ardı etmeden, ülke kaynaklarının ve kapasitesinin de farkında olarak kısa, orta ve uzun vadede güvenli ve huzurlu bir birlikte yaşamın esaslarını ortaya koymak gerekiyor. Bir toplum göçmenlerine eğitim ve istihdam olanaklarını ve ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan toplumla bütünleşme fırsatlarını yaratmadığı sürece, göçmenlerden toplumsal bütünleşme talep etmesinin bir karşılığı olmayacaktır. Yasa dışı (düzensiz) göçmenlerin yoğunluklu olarak istihdam edildikleri enformel sektör üzerinde denetimlerin arttırılması ve sosyal güvenliği olmayan düşük ücretli işlerde çalıştırılan yasal veya yasal olmayan göçmenlerin kayıtsız çalıştırmayı benimseyen işverenlerin ve aracıların etki alanından kurtarılması gerekmektedir. Enformel sektör, işçiler ve işveren arasında herhangi bir sözleşmenin olmadığı, işçilerin sağlık hakları, sosyal haklar ve güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırıldığı istihdam biçimidir.
Türkiye’de İç Göç ve Sonuçları: Türkiye’nin gerek göç veren gerekse göç alan hedef ülke olarak uluslararası göç trafiğindeki yeri ve son zamanlarda yaşanan kitlesel mülteci akınları şüphesiz çok önemlidir. Bununla birlikte, 1950’lerden bu yana hız kesmeden devam eden Türkiye’nin kırsal bölgelerinden kentlere doğru göç hareketleri, ülkede önemli toplumsal değişim ve dönüşümler yaratmaktadır. Türkiye’deki iç göç hareketlerini 1950-1980 arası ve 1980 sonrası şeklinde iki döneme ayırarak ele almak mümkün görünmektedir. Gerek sanayileşme yönündeki çabalar ve tarımda mekanizasyon gerek kent yaşamının sağlık, eğitim gibi olanaklarının nicelik ve nitelik olarak üstünlüğü gibi birçok neden iç göçlerin 1950- 1980 arasında Türkiye’deki temel faktörleri olmuştur. 1950’li yıllardan itibaren yoğunlaşan iç göç hareketleri, iten ve çeken ekonomik faktörlerin etkisi ile gerçekleşmiş ve zaman içinde bireysel ve ailevi faktörler de kentlere göçte etkili olmuştur.
1950-1980 dönemi iç göçünün yarattığı temel sorunlar ise şöyle özetlenebilir: Göçü karşılayabilmek için planlanamayan konut sorunları, çarpık kentleşme, altyapı ve çevre sorunları.
1950’lerde giderek artan gecekondu mahalleleri, 1990’lı yıllardan itibaren kentlerin sermayenin yatırım alanına dönüşmesiyle birlikte yerini kentsel dönüşüm projeleri yoluyla apartmanlara bırakmaya başlamıştır. Gecekondu, başkasının veya devletin arazisinin üzerinde hukuk, imar ve mülkiyet düzeninin konut ihtiyacını karşılayamadığı durumda halkın söz konusu ihtiyaç için imarsız ve plansız bir şekilde kısa bir zaman içinde müstakil ev yaparak ürettiği çözümü ifade etmektedir.
1980 sonrasında ise, Türkiye’de temel olarak ailevi, bireysel ya da ekonomik nedenlerle ortaya çıkan göç olgusuna yeni bir faktörün daha eklendiği görülmektedir. Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 1980’li yılların ortalarından itibaren yaşanan terör ortamının neden olduğu güvenlik sorunlarından kaynaklanan yeni bir iten faktör ortaya çıkarak, oldukça büyük bir nüfus grubunun yaşadıkları yerleşim yerlerini terk etmesine neden olmuştur.
1990’lı yıllarda iyiden iyiye artış gösteren bu zorunlu göç dalgası, Türkiye’nin kentlerindeki demografik yapıyı değiştirmekle kalmamış; kentlerin yapısında kültürel, sosyal, ekonomik ve mekânsal birçok dönüşümü de beraberinde getirmiştir. Doğu ve Güneydoğu’dan göç edenler, istisnalar olmakla birlikte, büyük ölçüde sahip oldukları kıt imkânlar ve “zincirleme göç” etkisi nedeniyle büyükşehirlerin çeperinde çöküntü alanları olarak tanımlanan mahallelere yerleşmişlerdir. Zincirleme göç, bireylerin daha önce göç etmiş akrabaları, hemşerileri, arkadaşları veya aile üyelerinin sayesinde karşılaşacakları risklerin ve göç etme maliyetlerinin azalması için bu kişilerin yanına göç etme eğilimine girmesi sürecidir. Zincirleme göçle, yani tanıdıklar, hemşeriler ve akrabaların etrafında şekillenen göç hareketleri ile İstanbul, Adana, İzmir, Mersin, Antalya gibi illerde zaman zaman belli mekânlara sıkışmış ve bunun sonucunda mekânsal açıdan yalıtılmış gettolar ortaya çıkmıştır. Doğu ve Güneydoğu’dan gelen bu göçmenlerin ekonomik, siyasal, sosyal ve psikolojik bakımlardan kendi özgünlüklerini yansıtacak tarzda belli mekânlara hapsolmaları, geldikleri kentlerin toplumsal ve ekonomik dokusunu yeniden şekillenmiştir.
Çöküntü alanları, ekonomik ve sosyal yetersizliklerin yanısıra altyapı ve konut gibi fiziksel anlamda yetersizliklerin söz konusu olduğu ya da yoğun sanayileşme nedeniyle işlevini yitirmiş ve terk edilmiş yoksul mahallelerdir. Kentin karanlık, plansız, imarsız ve düzensiz alanlarıdır.
Bu zeminde ortaya çıkan göç hareketlerinin belli başlı özelliklerine baktığımızda 1950-1980 arasındakinden nitelikçe farklı olduğu görülebilir: Öncelikle özellikle 1990 sonrasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden gelenlerin toplam göçmen nüfusu içindeki ağırlığı artmıştır. Her ne kadar Türkiye’nin diğer bölgelerinden göçün hız keserek de devam etmesi söz konusu olsa bile Kürt illerindeki göçü harekete geçiren nedenler ülkenin diğer bölgelerinden ayrışarak farklı bir nitelik kazanmıştır. Bu koşullar altında 1960-1980 arasından farklı olarak bu dönemde ülkenin bütününü kuşatan ve her yerde hemen hemen aynı koşullardan beslenen bir göç hareketinden bahsedilemez. Kısacası, Türkiye’deki göç hareketi bu dönemde Kürt sorunundan kaynaklı bölgesel dinamiklere daha bağımlı bir hat izlemiştir. İkinci olarak bu durum 1980 sonrasındaki Batı metropollerine göç eden kitlenin yapısına da yansımıştır. 1980 öncesinde göçmenler, demografik olarak heterojen bir görüntü sergiliyordu ve göç sürecini harekete geçiren dinamikler ve göç sonrasındaki hayat koşulları açısından göçmenler nereden gelirlerse gelsinler aynı olmasa da benzer koşulları paylaşıyorlardı.
“Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırmasının” sunduğu verilere göre, göç sonrasında, erkekler ve kadınlar arasında çalışanların yüzdesinde önemli bir azalma görülmektedir. Çalışma ve sosyal güvenlik sahibi olma durumu göçmenlerin geldiği yeni yerleşim yerine göre önemli bir farklılık göstermemektedir. Sigortalı çalışanların payı kentsel ve kırsal alanlarda düşük düzeydedir. 1980 sonrasında benimsenen neoliberal ekonomi politikaları kentlerde enformel sektörün genişlemesini sağlamış ve hem yoksulların hem de göçmenlerin iş yaşamındaki temel güvencelerini ortadan kaldırmıştır. Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinden göçün, çocukların eğitimine olumlu yönde etkide bulunduğu görülmektedir.
Sonuç olarak, göç hikâyelerinde olumsuz deneyimlerin yanı sıra sınırlı da olsa bazı fırsat ve olumluluklar bu hikâyeye eşlik edebiliyor. Gidilen yerin imkânları ölçüsünde karşılaşılan fırsatlar da tüm olumsuzluklara rağmen, zaman içinde göçmenlerin yaşamlarında belli değişiklikler sağlayabiliyor.