SOSYOLOJİDE YAKIN DÖNEM GELİŞMELER - Ünite 8: Post-Kolonyal Teori Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 8: Post-Kolonyal Teori
Giriş: Kolonyalizm ve Post-Kolonyalizm Kavramlarının Tanımlanması
Kolonyalizm en geniş ve basit tanımıyla bir grup insanın başka bir grup insan tarafından çeşitli araçlarla kontrol altına alınması ya da baskı altında tutulması olarak tanımlanabilir.
En genel hâliyle ifade etmek gerekirse, daha çok 15. yüzyılın sonlarından başlayarak 20. yüzyılın başlarına kadar Batı ülkeleri ve özellikle de Portekiz, İspanya, İngiltere ve Fransa tarafından oldukça yoğun olarak gerçekleştirilmiş kolonileştirme politika ve uygulamaları, genellikle askerî olarak güçlü olan insan grubunun (ya da ulusun) güçsüz olan insan grubunun (ya da ulusun) topraklarını zor kullanarak ele geçirmesi ile başlayıp, bu topraklar üzerine kendi idari, siyasal ve kültürel yerleşkelerini tesis etmesi ve devamında da kolonileştirilen insan grubunun sahip olduğu yer üstü ve yer altı zenginliklerini kendi anavatanlarına aktarması şeklinde tecrübe edilmiştir.
Post-kolonyalizm ise kolonileştirme uygulamalarının bir sonraki aşaması değil, fakat kolonileştirme uygulamalarının işlediği süreçleri ve bu süreçlerin sonuçlarını, bir diğer deyişle kolonileştirilmiş insan gruplarının kaynaklarının zorla ele geçirilip zenginliklerinin ve birikimlerinin sömürülmesi sürecinde ve neticesinde ortaya çıkmış sosyal ve kültürel olgular ile bu olguların beraberinde getirdiği çok çeşitli sosyal, ekonomik ve siyasal ilişki biçimlerini araştıran ve tartışan bir sosyal bilim kuramıdır.
Tarihsel ve Olgusal Arka Plan: Modern Kolonyalizm
Post-kolonyal teorinin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde rol oynayan tarihsel ve olgusal arka plan olarak, bugünün gelişmiş Batı ekonomileri olarak gösterilen ulus devletlerinin öncülüğünde, 15. yüzyılın sonlarında başlayıp 20. Yüzyılın başlarına kadar devam etmiş kolonileştirme ve sömürgecilik uygulamaları işaret edilebilir.
Modern Kolonyalizmin Tarihsel Gelişimi
Kolonyalizm, Batı tarihinin geleneksel siyasi ve ekonomik anlatısında Christopher Columbus’un 1492 yılında Doğu’yu keşfetmek amacıyla batıya doğru yelken açmasıyla sembolleştirilir. “Yeni Dünyanın Keşfi” olarak ifade edilen bu başlangıcı, Macionis ve Plummer’ın (2008: 285) sözleriyle ifade edecek olursak, “dünyanın bir bölgesinin başka bir bölgesi tarafından sistematik olarak ele geçirilmesi” olarak işaret etmek daha doğru olacaktır.
Modern kolonyalizmin başlangıcı olarak, 15. yüzyılın sonlarında Christopher Columbus’un İspanya Krallığı adına doğuyu aramak amacıyla batıya doğru yelken açmasıyla başlayan ve “Keşifler Çağı” olarak da nitelendirilen süreç işaret edilmektedir.
Keşifler çağını önceleyen birçok teknolojik araçtan bahsedilebilse de bunlar arasında en çok öne çıkanlar denizcilik, konum belirleme ve yön tayin etme teknolojisindeki gelişmelerdir. İkinci olarak konum belirleme ve yön bulma teknolojisindeki gelişmelere işaret edilebilir. Bir diğer önemli gelişme ise “rota bildiren bot”un denizcilikte kullanılmaya başlanmasıdır.
Bahsedilen bu teknolojileri kullanarak bir dizi keşif gerçekleştiren Avrupa uluslarına keşifler çağında öncülüğü Portekiz ve İspanyol denizciler yapmışlardır.
Avrupalı ulusların Amerika, Afrika ve Avustralya kıtaları ile Uzak Doğu’da uyguladıkları kolonileştirme politikalarına baktığımızda, bu politikaların yerli uluslar için soykırım, yoksulluk, toplu ölümler ve salgın hastalıklar gibi birçok sonucu beraberinde getirdiğini görüyoruz.
Bu sürecin sonunda, Batı dünyası 18. yüzyılda ortaya çıkan aydınlanma ile birlikte, ekonomik açıdan olduğu kadar bilim, ilerleme düşüncesi, sanat, kültür, felsefe ve siyasi açıdan da Batı Avrupa Uygarlığını inşa etmiş ve her yönden üstün konuma gelmiştir. Avrupalı ulusların 17. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın ortalarına kadar süren dönem içerisinde açıktan devam eden kolonileştirme ve sömürgecilik politikalarında Avrupa’ya aktarılan zenginliğin sadece kolonilerdeki yer altı ve üstü zenginlikler olmadığı, ama aynı zamanda kolonileştirmenin en acımasız boyutlarından biri olarak köle ticaretinin de Avrupa’nın zenginleşmesinde çok önemli bir rol oynadığı unutulmamalıdır.
Modern Kolonyalizmde Temel Tanımlar ve İçsel Ayrımlar
Kolonyalizme ilişkin tartışmalarda, kolonileştirici güç, yani kendi siyasi, ekonomik ve idari yapısını bir başka ulusun üzerine sahip oldukları kaynakları sömürmek amacıyla genişleten ülke sıklıkla “ana ülke” ya da “merkez ülke” olarak ifade edilmektedir. Yine sıklıkla, kaynakları ele geçirilen ve sömürülen ülke ise “koloni”, “sömürge” ya da “çevre ülke” olarak ifade edilmektedir. Bu çerçevede, sistematik kolonileştirme uygulamalarını ilk kez başlatan uluslar olarak Avrupalı ulusların kolonyalizm tarihinde merkez ülke olarak ifade edildiği görülmektedir.
İçsel kolonyalizm diye nitelendirilen kolonyalizm türü ile daha çok hâlihazırda kolonileştirici bir gücün hâkim olduğu bölge içindeki gruplar arasındaki eşitsiz bir güç dağılımına bağlı olarak güçlü olanların güçsüz olan grupları sömürmesi ifade edilmektedir.
Vekâlet kolonyalizmi ile ifade edilen ise hâkim kolonyal güç tarafından desteklenen bir grubun başka bir grubun bölgesinde kurduğu yerleşimi ve bu yerleşim vasıtasıyla gerçekleştirdiği sömürü ifade edilmektedir. Yerleşimci olonyalizm ise kolonyal gücün kolonileştirdiği topraklarda siyasal, ekonomik ve dinî birçok sebebe dayalı olarak yeni yerleşim yerleri kurması ve bu vasıtayla kolonileştirilen nüfusu kendi alanlarında azınlık durumuna dönüştürmeyi ifade etmektedir. Bu kolonyal formlar arasında en çok bilinen ve en çok işaret edilen tür ise sömürgeci kolonyalizm olarak ifade edilen kolonyalizm türüdür.
Kolonyalizme İçeriden Eleştiriler
Kolonyalizm tartışmaları 18. ve 19. yüzyılda sosyoloji ve diğer sosyal bilimler tarafından akademik alana da taşınmış ancak bu dönemde özellikle Batı merkezli bir modern toplum imgesi üzerinden gelişen klasik dönem sosyolojide eleştirel yaklaşımların yanı sıra sömürgeciliği savunmada kullanılan çeşitli yaklaşımlar da geliştirilmiştir.
Siyasal ve Kültürel Eleştiriler
Kolonyalizmin meşruiyetini sorgulayan Fransız, Alman, İngiliz ve İskoç düşünürlerin temel hareket noktalarından birisi, kolonyalizmi bir “medenileştirme projesi” olarak sunan yaygın inanışa karşı çıkmak olduğu ifade edilmelidir.
Modernist düşüncelerin yeşerdiği ve geliştiği 17. ve 18. yüzyıl Avrupası’nda, her ne kadar kolonyalizme siyasal kimi tezlere karşı çıkan düşünürler olsa da söz konusu bu düşünürlerin siyasal temellendirmelere dayanan argümanları kolonyal politikaları değiştirmedi. Öte yandan, modernist düşünce akımları arasında, kolonyal politikalara siyasal argümanlardan ziyade kültürel argümanlarla karşı çıkan kimi bakış açıları da ortaya çıktı.
Ekonomik Eleştiriler
klasik liberalizmin kurucuları arasında gösterilen Adam Smith’e göre merkez (kolonyal güç) ve çevre (koloni) ülke arasında kolonyal politikalar neticesinde kurulan sömürü ilişkisi merkez ülkede kendini düzenleyen piyasa mekanizmasına zarar vermekte ve koloni ülkede kurulan askerî ve idari yapılar vergi mükellefleri üzerindeki yükü arttırmaktaydı.
Benzer şekilde, İngiliz aydınlanma düşüncesi içerisinde önemli bir yere sahip olan John Stuart Mill’de kolonilerin, herhangi bir düzenlemeye tabi tutulmadan, kolonyal güçler tarafından yönetilmesinin bu güçlerin oluşturdukları imparatorlukların etkinliğine ve meşruiyetine zarar vereceğini ifade etmekteydi.
Karl Marx ise sömürgeciliği, egemen toplumun dar ekonomik ihtiyaçlarına hizmet eden ve sermayenin “ilkel birikimine” olanak sağlayan ekonomik bir olgu olarak eleştirmiş, ayrıca Engels (1972) ile birlikte sömürgeciliğin dünya çapında kapitalizmin yayılmasını daha da kolaylaştırdığını savunmuştur.
Post-Kolonyal Teori ve Çalışmaları
Akademik literatürde 1970’lerden bu yana önem kazanan ve Türkçeye sömürgecilik sonrası olarak da çevrilen postkolonyalizm, genel olarak sömürgeciliği ve sonuçlarını sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal, sanatsal ve edebiyat metinleri üzerinden eleştirel olarak inceleyen disiplinlerarası bir araştırma yöntemi/yaklaşımı olarak tanımlanmaktadır..
Postkolonyal teori özellikle Batı ile Doğu toplumları arasındaki sömürü ilişkilerini eleştirel olarak ele almakta ve kültür emperyalizmi (popüler kültür çalışmaları) üzerinde önemle durmaktadır.
Postkolonyal teoride Immanuel Wallerstein, Paul Baran, Paul Sweezy ve Samir Amin gibi post-Marksist kuramcıların yanı sıra Michel Foucault gibi postyapısalcı ve J.F. Lyotard gibi postmodern düşünürlerin çalışmalarının etkisi söz konusudur.
Fanon “yerli halkların ve kültürlerinin insani özelliklerini yok etme”nin emperyalizmin özünü oluşturduğunu, sömürgeci ideolojide yerlinin bir vahşi olarak, daha az insansı bir varlık olarak sunulduğunu ve böylece onların toplumsal bir varlığa dönüştürülmeleri talebinin meşrulaştırıldığını vurgular.
Postkolonyal teori sömürgeciliğin nedenleri olarak dış faktörlerin oynadığı roller üzerinde durmakla birlikte bu dışsal faktörlerin nasıl iç meseleler hâline geldiğini/getirildiğini çok yönlü olarak ele alır.
Edward Said ve Oryantalizm-Oksidentalizm Tartışmaları
Edward Said, 1914 yılında dünya üzerindeki toprakların yaklaşık yüzde 85’nin Avrupalı uluslar tarafından kolonileştirilmiş ya da hükümranlık altına alınmış olduğunu belirtmektedir.
Macionis ve Plummer’a göre, tarihçiler yüzyıllar boyunca tarihi ve tarihsel gelişmeleri Avrupalıların gözünden kaydedip anlatırlarken, aynı tarihin diğer kültürler ve uluslar açısından nasıl algılandığı ve değerlendirildiğini görmezden gelmişlerdir. Post-kolonyal kuramın temel çalışma alanlarından biri, kolonyal dönem boyunca görmezden gelinerek yok sayılmış, susturulmuş ve geri plana itilmiş ulusların bakış açılarına ve değerlendirmelerine odaklanarak, Batı’nın kolonyal güçlerinin hâkim anlatılarına karşı alternatif bir anlatı ve değerlendirmeyi ortaya koymaktır.
Sömürgeci söylemin veya bugün anılan adıyla postkolonyal çalışmaların Edward Said dışında bilinen iki büyük temsilcisi Gayatri Spivak ve Homi Bhabha’dır.
Oryantalizm/Şarkiyatçılık
Foucault’cu anlamda kolonyalist söylem, bilgi ve iktidar kavramlarının nasıl iç içe geçtiğinin en önemli göstergesidir. Buna göre kolonyalist söylem güçlü olan Batı’nın mevcut gücünün devamı için sürekli olarak Batı’da ve az gelişmiş ülkelerde yeniden üretilmiştir.
Foucault’un “söylem” ile ilgili bu düşüncelerinden derin şekilde etkilenen Edward Said, Doğu-Batı ilişkisini öncekilerden farklı bir bakış açısıyla yeniden ele alan Oryantalizm veya Şarkiyatçılık (1978) adlı eseriyle postkolonyal teorik tartışmalara oldukça önemli bir katkı sağlamıştır. Said’in Oryantalizm adlı çalışması önceki çalışmalardan farklı olarak Doğu-Batı ilişkisinin gerisinde sömürgecilik, ırkçılık ve emperyalizmde ele alınandan çok daha köklü ve karmaşık bir mekanizmanın işlediğini, Batı’nın, Doğu denen bir “öteki” icat ettiğini ve bunun hayalî bir coğrafya, kurgusal bir tasarım ve güç-merkezli bir algıya yaslandığını açığa çıkarmıştır.
Said, ekonomik ve politik faktörleri göz ardı etmemekle birlikte, çalışmasında özellikle sömürgeci ve emperyalist çıkarlar tarafından şekillenen ve “bilgi öznesi”/Avrupa/Batı/‘biz’ ile “bilgi nesnesi”/Orient/doğu/‘onlar’ arasında ikili bir karşıtlığı teşvik eden Oryantalizmin yapısökümü (ideolojik eleştirisi) üzerine odaklanır. Daha açık olarak Said’in bu çalışmadaki temel amacı “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak da tanımlanan Oryantalizmin, Batı’nın sistematik olarak Doğu’yu politik, ideolojik, bilimsel ve hayalî olarak yaratmasını ve yönetmesini sağlayan bir söylem olduğunu ve bu (oryantalist) söylem ile hakiki Doğu’nun kendisi arasında bir tekabüliyet olmadığını ortaya koymaktır. Said’e göre Oryantalist söylem, Batı dışında kalan öteki dünya imgesinin, özellikle de Doğulu (Orientals) imgesinin inşasında yaygın olarak kullanılan bir kütüphane veya enformasyon “arşiv”i işlevi görmektedir. Buna göre arşiv olarak Oryantalist söylem, temel olarak klasik bilgi, dinî kaynaklar, mitoloji ve gezgin hikâyeleri olmak üzere 4 ana kaynaktan beslenir.
Eleştiriler
Edward Said sıklıkla Oryantalizmin ikili karşıtlıklarını görece durağan kategoriler olarak ele aldığı; Batı’yı homojenleştirdiği ve böylece meydan okumaya çalıştığı düşüncenin içine düştüğü; materyal ve kurumsal etmenlerin pahasına, edebiyatın ve söylemin önemini vurguladığı, “metodolojik açıdan Foucault’u zorlayıcı ve keyfî biçimde kullandığı, ontolojik bir Batı-Doğu ayrımı varmış gibi davranmakla kalmayıp tehlikeli biçimde bunu yeniden ürettiği, Orta Doğu’daki kimi radikal oluşumlara ilham kaynağı olduğu”, “Oryantalizmin doğu dili, kültürü ve tarihi için sağladığı yararlara fazlasıyla umursamaz yaklaştığı, kendine has bir seçicilikle bazı ülkeleri analizine katarken bazılarını- tezini boşa çıkarabileceği için- dışarıda tuttuğu” şeklinde eleştirilere maruz kalmıştır.
Sonuç olarak denilebilir ki, Said’in Oryantalizm çalışması, postyapısalcılığın yapısöküm olarak bilinen eleştirel düşünce yöntemiyle, “merkezî/Batıyı” yapısöküme uğratarak meşruiyetini sarsmış ve düşünme biçimimizi merkezden/Batıdan kıyıya/Doğuya kaydırarak, o zamana değin “çalışmaların nesnesi” olan Doğunun “çalışmaların öznesi” konumuna taşınmasına önemli bir katkı sunmuştur.
Oksidentalizm/Garbiyatçılık
Oksidentalizmi tanımlamada literatürde üç farklı bakış açısından söz edilir. Bunlardan birincisinin Oksidentalizmi, Doğu’nun kendi çıkarları doğrultusunda Batı’yı inceleme ve bir nefsi müdafaa yöntemi olarak tanımlarken, ikincisinin onu Batı düşmanlığı olarak tanımladığı, üçüncüsünün ise “nasıl daha iyi Batılı/modern olunur?” sorusunun cevabını verebilecek bir söylem ve/veya bilim olarak tanımladığı vurgulanır.
Bu bağlamda, Oryantalizmin tersi anlamında Oksidentalizm, görece hem Doğu’nun kendi algısıyla Batı’yı nasıl gördüğü ve inşa ettiği ile ilgili bir tanımlama, hem de Doğunun kendi kavramlarıyla inşa ettiği bir tür Batı karşıtlığı veya anti-Batıcılık olarak gelişmiştir.
Oksidentalist söyleme göre, Doğu kadim topraklardır ve tek tanrılı dinlerin anavatanıdır. Oksidentalist perspektiften Batının metalaşmış ilişkilerinin aksine Doğu, ulvi ahlaki değerleri, adaleti, hakkaniyeti ve doğruluğu temsil etmektedir.
Spivak ve Maduniyet Çalışmaları
Spivak Hintli madun öznelerin seslerinin aracısız duyulabilmesini sağlayacak hiçbir tarihsel belge ve kaynağın olmadığını savunur. Spivak bu nedenle madunların dili, sesi ve konuşma yeteneklerinin olmadığını, onlara ses verilse de duyacağımız sesin artık onlara ait olmayacağını ve bu noktada “aşağıdan tarih yapma” girişimleri ile madunları kendilerine ait olmayan belgelerle temsilin de madunların bakış açısını yakalayamayacağını belirtir.
Spivak’a göre “maduniyet çalışmaları” kendi bakış açılarını ifade edemeyenlerin “sessizin sesi”ni temsil edecek “fakat aynı zamanda böyle bir temsilin analizin yapay bir ürünü olduğunu” da kabul edecektir.