SOSYOLOJİYE GİRİŞ - Ünite 2 : Sosyolojide Temel Yaklaşımlar Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2 : Sosyolojide Temel Yaklaşımlar

Ünite 2 : Sosyolojide Temel Yaklaşımlar

Giriş

Tarihsel süreç içerisinde hemen her çağda toplum ve toplumsal yaşam ile ilgili sosyolojik nitelikte çeşitli düşünceler geliştirilmiştir. Ancak toplumsal yaşamın sosyoloji adı altında bağımsız bir akademik disiplin çerçevesinde ele alınması on dokuzuncu yüzyıla dayanmaktadır.

Sosyolojinin Gelişimi

On dokuzuncu yüzyıldan günümüze sosyoloji biliminin gelişimine katkıda bulunan pek çok yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar arasında en etkili olanları Marx, Durkheim ve Weber’in yaklaşımları ile büyük ölçüde bu yaklaşımlar üzerinde şekillenen işlevselcilik, Marksizm ve çatışma teorisi ile sembolik etkileşimcilik gibi yaklaşımlar bulunmaktadır. Comte pozitivist yaklaşımı ile sosyoloji bilimini kurdu. Modern sosyolojideki yaklaşımların da her biri klasik dönemdeki sosyoloji yaklaşımlarını modern toplumları analiz edecek şekilde yeniden ele alarak onların yeni kavramlar ve düşüncelerle geliştirilmelerine katkıda bulunmuşlardır.

Saint-Simon (1760-1825): Fransa’da devrim öncesinde ve sonrasında yani son derece istikrarsız bir dönemde yaşamış olan Saint-Simon’un düşüncelerine, bu dönemin etkileri damgasını vurmuştur. Bu açıdan Saint-Simon Fransız Devrimi sonrasındaki endüstri toplumu aşamasında ortaya çıkan sorunları analiz etmeye yönelik pozitif bir bilimin gerekliliğini savunur ve çalışmalarına bu yönde ağırlık verir. Genel olarak modernliği endüstrileşme üzerinden okuyan Saint-Simon’un sosyolojik teorinin gelişimi üzerinde yaptığı en dikkat çekici katkının ise hem sosyalist hem de muhafazakâr bakış açılarını taşıyan endüstri toplumu kavramı olduğu vurgulanır. Saint-Simon toplumu evrimci ve pozitivist bir kavramsal çerçevede ele alır. Buna göre insan toplumları evrimsel gelişme yasasına bağlı olarak feodal veya askeri toplumlardan sanayi toplumlarına doğru bir gelişme sürecine tabidirler. Saint-Simon için “pozitif” aşama olarak tanımladığı sanayi toplum aşaması çok önemli bir aşama olup üretim, teknoloji, bilgi, bilim, iş bölümü, sınıf yapısı ve de siyasal yapısı açısından diğer aşamalardan ayrılmaktadır. Saint-Simon için bu pozitif aşama tüm toplumsal sınıfların iş birliği ve uyum halinde tek bir kolektif üretici sınıf temelinde örgütlenerek üretime katıldıkları sosyalist nitelikte bir toplum aşamasını temsil eder. Sanayi toplumunun geleceğine ve ilerlemeye inanan Saint-Simon feodal toplumdan sanayi toplumuna geçiş aşamasında ortaya çıkan sosyal problemlerin de sosyal fizik olarak adlandırdığı pozitif bir bilimin gelişimi ile aşılacağını ve bu yeni bilimle toplumun yeni bir yapıya kavuşturulacağını düşünüyordu. Bu nedenle Saint-Simon bazı çevrelerce “ilk sosyolog, ilk sosyalist” olarak nitelendirilmektedir. Bu katkılarına rağmen Saint-Simon’un “özgün bir sosyoloji” geliştiremediği ve ayrıca çalışmalarında hem sosyalist hem de muhafazakâr bir bakış açısı sergilemesi nedeniyle sosyoloji tarihinde daima muğlâk bir konuma sahip olduğu öne sürülmektedir.

Auguste Comte (1798-1857):Auguste Comte tıpkı Saint-Simon gibi toplumu evrimci ve pozitivist bir çerçevede ele alır. Saint-Simon çalışmaları ile sosyoloji biliminin gelişimine katkıda bulunmuş Comte ise “sosyoloji” kavramını icat etmiş ve sosyolojide pozitivist sosyoloji olarak bilinen geleneği kurmuştur. En genel tanımı ile pozitivizm, sosyal ve fiziksel dünyanın gözlem ve deneyle test edilerek inceleneceğini öne süren bir yaklaşımdır. Comte’un çalışmaları kısmen Aydınlanma düşünürlerinin çalışmalarına dayanan kısmen de onlara eleştirel olan çalışmalar olarak bilinmektedir. Comte aydınlanma felsefesine eleştirel yaklaşmış ve sosyolojiyi, bilimsel analiz aracılığıyla toplumsal düzeni yeniden inşa etmeye çalışan “pozitif bir felsefe” ve hatta bunun da ötesinde “laik bir din” (Goodwin ve Scimecca, 2006: 59) olarak kurmaya çalışmıştır. İnsan aklındaki aşamalı düşünsel ve entelektüel gelişmenin toplumsal düzen ve ilerleme üzerinde önemli bir rol oynadığını düşünen Comte, bu noktada yeni toplumsal düzen için gerekli olan ahlaki uzlaşının, insanlık dini olarak kurmaya çalıştığı pozitivizmin düşünce sistemi aracılığıyla sağlanacağını düşünüyordu. Sosyolojide Comte tarafından geliştirilen pozitivist yaklaşım toplumsal yaşamın doğal yaşama benzer bir nesnel gerçekliği olduğu yönünde temel bir varsayıma dayanır. Bu açıdan pozitivizm doğa bilimlerinde kullanılan niceliksel bilgiye dayalı bilimsel yöntemin sosyal bilimlerde de kullanılabileceğini savunur. Bu yönteme göre yalnızca gözlenebilen, ölçülebilen ve sınıflanabilen olguların bilimsel bir gerçekliği vardır ve toplum hakkındaki doğru gerçekler ancak bilimsel yöntemlerle keşfedilip analiz edilebilir. Comte fiziksel dünyada olduğu gibi toplumsal dünyada da olayları temellendiren belirli toplumsal yasalar olduğuna inanıyordu. Bu nedenle doğa bilimsel yöntemlerle bu yasaların keşfedilebileceğine ve topluma daha iyi yön verilebileceğini savunuyordu. Comte toplumu biyolojik bir organizmadaki sisteme benzetir. Bu bakımdan biyolojideki anatomi ve fizyoloji ayırımına benzer şekilde sosyolojide de istikrarlı ilişkileri ve sosyal yapıyı inceleyen toplumsal statik ile toplumsal değişmeyi inceleyen toplumsal dinamik adı altında iki farklı çalışma alanı belirler. Comte toplumsal statiği toplumsal düzen ile toplumsal dinamiği de toplumsal değişme ve ilerleme ile özdeşleştirir. Comte da Saint-Simon gibi toplumu evrimci bir bakış açısından kavramaya çalışır. Comte bununla ilgili görüşlerini Saint-Simon’un yazılarından faydalanarak geliştirdiği ünlü üç hâl yasası olarak bilinen evrim teorisinde özetler. Bu üç temel aşamayı Comte teolojik aşama metafizik aşama ve pozitif aşama olarak belirtmiştir. Comte pozitivizmin hem doğa bilimlerinde hem sosyal bilimlerde insanlara büyük faydalar sağlayacağına inanıyordu. Pozitivizmin nihayetinde bir din hâline gelerek geleneksel dinlerin yerini alması gerektiğini de savunuyordu. Comte özellikle pozitif (bilimsel) bilgi sayesinde doğal ve toplumsal süreçlerin öngörülerek kontrol edebilmesinin ve toplumsal yaşamın akılcı bir şekilde örgütlenmesinin mümkün hale geleceğine inanıyordu.

Herbert Spencer:Sosyolojinin ilk dönem gelişiminde İngiltere’den Herbert Spencer da evrimci toplumsal gelişme kuramıyla katkıda bulunmuştur. Önemli ölçüde Comte’un çalışmalarından beslenen ve ilk dönem İngiliz sosyolojisinde önemli bir ağırlığa sahip olan Spencer, güçlü olanın hayatta kalması olarak bilinen “doğal seleksiyon” ilkesini toplumsal evrime de uyarlamış ve toplumsal yaşamda devletin dezavantajlı konumdaki bireyleri destekleyici nitelikteki her türlü devlet müdahaleciliğine ve sosyal reformlara karşı çıkmıştır. Spencer Darwin’in evrim teorisindeki biyolojik organizmanın evrimsel gelişimine benzeyen bir toplumsal değişme teorisi geliştirir. Buna göre toplumsal değişme basit homojen toplumlardan karmaşık heterojen toplumlara doğru giden genel bir evrimsel yol izler. Bu evrim sürecinde Spencer doğal seleksiyon sonucunda çevresine farklılaşarak bütünleşme yoluyla uyum sağlayan toplumların hayatta kaldığını bunu başaramayanların ise yok olduğunu savunuyordu. “Uyum sağlayanlar (güçlüler) yaşar” ifadesini Spencer, Darwin’den önce insan toplumları için kullanmıştır. Bu nedenle Spencer’in genel yaklaşımı “sosyal Darwinizm” olarak da adlandırılır. Spencer’in toplumu sistem yaklaşımı çerçevesinde ele alan sosyolojik analizi kuşkusuz sonradan gelen sosyoloji teorilerinin gelişimine katkılar sağlamıştır.

Klasik Sosyoloji

Karl Marx (1818-1883):Klasik dönemde sosyolojide pozitivizm ve evrimcilik dışında on dokuzuncu yüzyılda Karl Marx tarafından geliştirilen ve tarihsel materyalizm olarak bilinen teorinin önemli bir etkisi olmuştur. Toplumsal değişmede düşünce ve değerlerden çok ekonomik faktörlerin önemini vurgulayan ve bu açıdan kısaca tarihin materyalist açıdan kavranışı olarak tanımlanan tarihsel materyalizm yaklaşımında Marx özellikle üretim üzerinde yoğunlaşır. Marx tarihsel süreç içerisinde toplumsal yaşamlarını üretmek amacıyla üretim sürecine katılan insanlar arasında adına üretim ilişkileri denilen bazı toplumsal ilişkiler gelişir. Marx’ın toplumsal değişmede ekonomik faktörlere yaptığı bu vurguyu toplum analizinde alt yapı ile üst yapı arasında yaptığı ayrımda daha net görmek mümkündür. Bu ayırımda alt yapı ekonomik yapıdan (üretim araçlarından ve üretim ilişkilerinden) oluşur. Üst yapı ise hukuk, siyaset, din, aile ve ideolojilerden oluşur. Ona göre bir toplumu oluşturan ekonomik alt yapı ile üst yapı arasında karşılıklı etkileşime dayalı ilişkiler vardır. Bununla birlikte ekonomik alt yapının üst yapı üzerinde belirleyici bir etkisi söz konusudur. Sınıf ilişkileri açısından bakıldığında alt yapıda üretim araçlarına sahip olan egemen sınıf üst yapı içerisinde yer alan siyasal, ideolojik, dinsel ve benzeri nitelikteki yapıları ve düşünceleri de kontrol eder. Egemen sınıf üst yapıları kendi gücünü meşrulaştırmak ve hükmettiği sınıfı bu konuda ikna etmek için kullanır. Tarihsel süreçteki çeşitli üretim biçimleriyle ilgilenmiş olmakla birlikte, Marx en çok, diğer üretim biçimlerinden farklı olarak yüksek düzeyde mal ve hizmet üretiminin gerçekleştiği ve her şeyin alınıp satıldığı bir sistem olan kapitalizmin eleştirel çözümlemesi ile ilgilenmiştir. Marx çalışmalarıyla, sosyolojide çatışmacı (conflict) olarak adlandırılan gelenekte yer alan en önemli yaklaşımlardan biri olan ve birbirinden farklı ekollerden oluşan Marksizmin gelişiminin temelini oluşturmuştur. Ancak bazı çevrelerde Marx tarihin materyalist açıdan kavranışında ekonomik faktörlere aşırı derecede önem atfettiği gerekçesi ile yoğun eleştirilere maruz kalmıştır.

Emile Durkheim (1858-1917):Fransa’da, Comte’un pozitivist sosyolojisinden ve organizmacı yaklaşımından etkilenen Emile Durkheim klasik dönem sosyolojide öne çıkan en önemli isimlerden biri olmuştur. Durkheim çalışmalarında sosyolojinin bir bilim dalı olarak sınırlarının neler olduğu ve kapsamına giren olguların hangi yöntemle incelemesi gerektiği konusuna, kendisinden önce gelen sosyologlardan çok daha fazla ağırlık vermiştir ve bu nedenle de sosyolojinin kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Durkheim toplumu bir bütün oluşturmak amacıyla farklı işlevler üstlenmiş parçalardan oluşan biyolojik bir organizmaya benzetir. Bu açıdan da toplumun onu oluşturan bireylere indirgenemeyecek nitelikte bağımsız bir gerçekliği olduğunu düşünür. Durkheim, işlevselci bir bakış açısıyla ele alınan ve toplumsal düzen ve dayanışmaya vurgu yapan çalışmalarıyla, sosyolojik teoride uzlaşımcı (consensus) olarak adlandırılan gelenekte yer alan en önemli yaklaşımlardan biri olarak kabul edilen yapısal-işlevselciliğin gelişimine de ön ayak olmuştur. Yöntemsel açıdan Durkheim toplumsal olguların bireylerden bağımsız ve onları üzerinde sınırlandırıcı bir güce sahip olmaları bakımından fiziksel nesneler gibi bir gerçeklikleri olduğunu ve bu nedenle nesneler veya şeyler gibi ele almaları gerektiğini savunur. Durkheim toplumsal olguları araştırmanın ve de açıklamanın nedensel ve işlevsel olmak üzere iki farklı yönteminden söz eder. Durkheim Toplumsal İş bölümü adlı eserinde de toplumsal iş bölümü ve uzmanlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkan mekanik dayanışma ile organik dayanışma tiplerinden söz eder.

Max Weber (1864-1920):Weber pozitivistlerin aksine sosyolojide doğa bilimlerinde kullanılan yöntem ve kavramlara benzer kavramların kullanılmasına da karşı çıkmaktaydı. Kültürel varlıklar olarak insanlar toplumsal yaşamda genellikle belirli değerlere yönelik olarak hareket ederler. Comte, Durkheim ve benzeri pozitivist sosyologlar tarafından kullanılan açıklamaya dayalı niceliksel yöntemin yanı sıra anlama yönteminin de kullanılması gerektiğini savunur. Weber’e göre sosyoloji toplumsal eylemi yorumlayarak açıklamaya çalışırken de doğa bilimlerinde kullanılan yasa benzeri kavramlar yerine ideal tip olarak bilinen bir kavramı veya yöntemsel aracı kullanmalıdır. Weber sosyolojik analizinin temeli olarak gördüğü ideal tipleri bütün çalışmalarında kullanır. Toplum analizinde toplumsal eylemleri ve buna paralel olarak toplumsal ilişkileri ve toplumsal oluşumları da tipleştirir. Toplumsal eylemi analiz etmek üzere geliştirdiği eylem tipolojisinde Weber geleneksel, duygusal, değerle ilişkili akılcı ve amaçsal akılcı olmak üzere dört toplumsal eylem tipinden söz eder. Weber toplumsal tabakalaşma ve kapitalizm konusunda da Marx’tan farklı bir yaklaşım benimser. Marx gibi o da endüstriyel kapitalist toplumların farklı çıkarlara sahip gruplara ve sınıflara bölündüğünü savunuyordu. Ancak bu noktada da Weber Marx’tan farklı olarak, kapitalizmde ekonomik temelli sınıfsal bölünmelerden ve sınıf çatışmasından ziyade rasyonel olarak örgütlenmiş yapısına daha büyük bir önem atfeder.

Modern Sosyolojinin Gelişimi

20 . yüzyılda toplumları dönüştüren çok önemli yeni gelişmeler meydana gelmiş ve bu durum ister istemez sosyolojide de yeni yönelimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Literatürde sıklıkla modern sosyoloji adı altında ele alınan bu dönemde sosyoloji teorilerinde önemli yeni yönelimler ve açılımlar meydana gelmiştir. Modern sosyolojideki teoriler teknoloji, üretim ve örgüt biçimi açısından daha gelişmiş, karmaşık ve dinamik bir yapıya sahip olan yirminci yüzyıl toplumları ile ilgili olduklarından klasik sosyolojideki teorilere nazaran daha karmaşık toplum analizleri sunarlar. Modern sosyolojideki teoriler çok çeşitli ve birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmakla birlikte bazı ortak veya benzer özellikleri açısından belirli genel yaklaşımlar altında toplanarak ele alınabilmektedir. Bu bakımdan modern sosyolojiyi temellendiren teorilerin önemli bir bölümü

a)İşlevselcilik,

b)Marksizm ve Çatışma Teorisi

c)Sembolik Etkileşimcilik

genel yaklaşımları altında incelenebilmektedir.

İşlevselcilik:İşlevselcilik sosyolojide ilk olarak 19 yüzyılda Durkheim’ın çalışmalarında şekillenmiştir. Bu açıdan işlevselcilik toplumsal yaşamın incelenmesinde pozitivist sosyal bilim anlayışına dayalı bir yöntem benimsemiştir. Yirminci yüzyılda önce sosyal antropolojide A. R. Radcliffe-Brown (1881-1955) ile Bronislaw Malinowski (1884-1942) tarafından geliştirilen işlevselcilik, daha sonra Amerikan sosyolojisinde, özellikle Talcott Parsons ve Robert K. Merton tarafından geliştirilmiştir. İşlevselciler biyolojik sistem gibi toplumsal sistemin de hayata kalabilmesi için karşılanması gereken bazı temel gereksinimleri olduğunu düşünürler. Bu gereksinimler modern sosyolojide işlevselciliğe sistem yaklaşımı çerçevesinde önemli katkılar sağlayan ve bir bakıma işlevselciliğin yapısal-işlevselcilik olarak da anılmasına yol açan Talcott Parsons (1902-1979) tarafından sınıflandırılarak tanımlanır. Parsons (1952), sistem teorisinin bir versiyonu olarak geliştirdiği ve temel olarak toplumsal sistemlerin nasıl kurulduğunu, bir arada tutulduğunu ve sürdürüldüğünü, eş değişle “toplumsal düzen problemi”ni sosyolojinin merkezine yerleştirdiği yapısal-işlevselci yaklaşımında faydacı yaklaşımın aksine toplumsal düzenin zorunluluktan değil, değer uzlaşımından doğduğunu savunmuştur. Parsons, toplumun dağılmasını engelleyen şeyin de düzen, yani sistemin işleyişi olduğunu ve her sistemin işleyebilmesi için karşılanması gereken belirli işlevsel zorunlulukları ile bu işlevleri yerine getiren alt-sistemleri olduğunu savunmuştur. Genellikle işlevsel ön-gereklilikler olarak adlandırılan bu gereksinimler toplumsal sistem içindeki parçalar tarafından karşılanır. İşlevselciliğe göre toplumsal sistem hayatta kalabilmek için değişen çevre koşullarına uyum (adaptasyon) sağlamak zorundadır. Bu süreç içinde toplumsal sistem adaptasyonun sağlanabilmesi için kendi içinde çok defa bölünerek çoğalma yoluyla farklılaşarak yeni ögeler ve işlevler geliştirir. Parsons’un toplumsal düzen problemine aşırı derecede ilgi gösteren ve sınanabilirliği de güç olan büyük boy soyut sistem teorisine getirilen eleştirilerden sonra Robert K. Merton (1910-2003) çok daha esnek bir perspektiften ampirik sınanabilirliğe uygun olarak geliştirdiği orta-boy kuramla yapısal işlevselciliğe önemli bir açılım sağlamıştır. Merton’a göre işlevselci analizin en önemli açmazlarından biri toplumu işlevsel birlik hâlinde bütünleşmiş bir sistem olarak ele alması ve dolayısıyla sistemde bozuk işlevsel olan öge yokmuş gibi hem olumlu işlevler üzerinde yoğunlaşmasıdır. “1960’ların sonu ile 1970’lerde, Avrupa ve Kuzey Amerika genelinde ortaya çıkan anti-nükleer barış yanlısı hareketler, Vietnam’da Amerikan savaş karşıtı protestolar ve radikal öğrenci hareketleri ile birlikte içsel ve dışsal çatışmaların yükselmeye başlamasıyla” birlikte yapısal-işlevselcilik ciddi eleştiriler almaya ve önemini yitirmeye başlamıştır.

Marksizm ve Çatışma Teorisi:İşlevselcilik gibi çatışmacı yaklaşımlar da toplum içinde yapıların önemini vurgular, ancak işlevselciliğin aksine konsensüsün önemini değil, kendi çıkarları peşinde koşan farklı gruplar arasındaki toplumsal bölünmelerin önemini vurgulayarak güç, eşitsizlik ve mücadele üzerinde yoğunlaşırlar. Adını K. Marx’tan alan Marksizm çatışmacı yaklaşımlar içinde yer alan en etkili yaklaşım olarak bilinmektedir. Marx’ın çalışmalarından ve eleştirel bilim anlayışından etkilenen sosyal bilimciler tarafından geliştirilen Marksizm modern sosyolojide önemli bir yere sahiptir. Ancak Marksizm de kendi içinde farklı düşünce ekollerinden oluşmaktadır. Literatürde Marksist teoriler farklı ölçütlere göre çok çeşitli şekillerde sınıflandırılabilmektedir. Ancak en yaygın ve en basit sınıflamalardan birisi geleneksel Marksist teoriler ile yeni Marksist teoriler şeklindeki sınıflamadır. Geleneksel Marksist teoriler Marx’ın orijinal yazılarına ve düşüncelerine büyük ölçüde sadık kalan teoriler olarak tanımlanabilir. Yeni Marksist teoriler ise Marx’ın çalışmalarından oldukça etkilenmiş olmakla birlikte bazı önemli noktalarda ondan ayrılmaktadırlar. Yeni Marksistler arasında adı geçen en önemli Marksist teorisyenler arasında değerlendirilen Georg Lukács (1885–1971) ve Antonio Gramsci’nin (1891-1937) düşünceleri önem taşımaktadır. Batı Marksizminin ilk ve en önemli temsilcileri arasında yer alan ve Hegelci Marksistler olarak da isimlendirilen George Lukács ve Antonio Gramsci çalışmalarıyla Marksizme sınıf bilinci, metalaşma, şeyleşme, ideoloji, hegemonya ve sivil toplum gibi siyasal ve kültürel kavramlar üzerinden yeni ve güçlü bir teorik açılım sağlamışlardır. Bunun yanı sıra yapısalcı Marksizm olarak bilinen teorinin geliştiricisi kabul edilen Louis Althusser’in düşünceleri de (1918-1990) sosyoloji literatüründe oldukça etkili olmuştur. Althusser analizinde bir toplumda belirli ilişkilerden oluşan üç temel toplumsal yapıdan söz eder. Bunlar ekonomik, siyasal ve ideolojik toplumsal yapılardır. Frankfurt Okulu’na bağlı olarak ortaya çıkan Eleştirel Teori olarak bilinen yaklaşım da Marx’tan sonra gelişen Marksizm içerisinde oldukça önemli bir ağırlığa sahiptir. İlk olarak 1923’te ortaya çıkan eleştirel teorinin 1970’lere kadar süren gelişiminde Max Horkheimer (1895-1973), Erich Fromm (1900-1980), Herbert Marcuse (1898-1979) ve T.W. Adorno (1903-1969) gibi toplum teorisyenlerinin önemli katkıları olduğu bilinmektedir. 1980’lerde ise Jürgen Habermas’ın (1929-) katkıları ile eleştirel teori yeni bir varlık alanı bulmuştur.

Sembolik Etkileşimcilik, Fenomenoloji ve Etnometodoloji:20. yüzyılda, sosyolojik teori içinde, özellikle ana-akım yapısal-işlevselcilikte baş gösteren gerilemeye karşın, toplumsal yapılar yerine bireyler arasındaki etkileşimi inceleyen ve toplumsal yaşamda eylem ve failin yaratıcı rolüne ağırlık vererek öne çıkaran çeşitli teoriler geliştirilmiştir. Sosyolojide temeli George Herbert Mead tarafından atıldığı kabul edilen ve etkileşimcilik adı verilen genel perspektifle bağlantılı olarak ortaya çıkan sembolik etkileşimcilik, fenomenoloji ve etnometodoloji bu dönem sosyolojik teoride önemli bir ağırlığa sahip olmuştur. Sembolik etkileşimcilik Amerikan sosyolojisi içerisinde sosyal psikolojiye oldukça yakın duran bir sosyolojik yaklaşım olarak bilinmektedir. Sembolik etkileşimcilik toplumu bireylerin gündelik yaşamdaki sembolik etkileşimlerinin bir ürünü olarak ele alır. Sembolik etkileşimciliğin sosyolojideki gelişiminde C.H Cooley ve W.I. Thomas’ın önemli katkıları olmakla birlikte George Herbert Mead (1863-1931) bu yaklaşımın kurucusu olarak kabul edilir. Mead’in görüşleri ölümünden sonra çalışma arkadaşları ve öğrencileri tarafından geliştirilmiştir. Bu noktada sembolik etkileşimciliğin gelişimine katkıda bulunanlar arasında özellikle Herbert Blumer’in (1900-1986) çalışmaları önem taşır. Bu açıdan Blumer’da Mead gibi bu yaklaşımın kurucularından birisi olarak kabul edilir. Modern sosyoloji teorilerinde sembolik etkileşimcilikten etkilenerek doğan veya sembolik etkileşimcilikle ortak pek çok özelliği paylaşan önemli yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu yaklaşımların başında toplumsal yaşamı bir tiyatroya benzeten Erving Goffman’ın dramaturji teorisi, gündelik yaşamın gerçekliğini inceleyen Alfred Schutz’un Sosyolojik fenomenoloji yaklaşımı ve günlük etkileşim esnasında oluşturulan gerçekliğin ampirik incelenmesi ile ilgilenen etnometodoloji yaklaşımı ile Harold Garfinkel yer almaktadır. Alman filozof Edmund Husserl’in fenomenoloji olarak adlandırılan felsefesine dayanan, sosyolojide ise öncülüğünü Alfred Schutz’un üstlendiği fenomenolojik sosyoloji bu dönem önemli bir ilgiye mazhar olmuştur. Schutz fenomenolojik sosyolojiyi kurmakla kalmamış etkileşimci ve yorumcu sosyoloji geleneğinin en önemli yaklaşımlarından biri olarak kabul edilen etnometodolojinin gelişimine de önayak olmuştur. Genel olarak fenomenolojik düşüncelerin araştırmalara uygulanması olarak kabul edilen ve Harold Garfinkel tarafından geliştirilen etnometodoloji temel olarak toplum üyelerinin kendi toplumsal dünyalarını inşa ederken kullandıkları yöntemlerle ilgilenir.

Feminizm ve Postmodernizm

Feminist ve postmodern yaklaşımlar klasik ve modern sosyolojide yer alan bütün sosyolojik yaklaşımlara eleştirel bakmaktadırlar. Feminizm, cinsiyetleri nedeniyle dışlanan ve baskı altına alınan kadınların maruz kaldıkları eşitsizliklere ve haksızlıklara karşı verdikleri örgütlü mücadeleyi destekleyen feminist yazarların erkek egemen bilgi sistemine karşı eleştirel olarak geliştirdikleri feminist bilgi birikimi olarak tanımlanabilir. Feminizme göre, feminist teori sosyolojiyle aynı zaman diliminde gelişmeye başlamış olsa da 1970’lere kadar erkek-egemen olarak gelişen sosyolojinin kıyısında kalmış sosyolojide yer alan bütün yaklaşımlar erkekler tarafından ve/ya erkek bakış açısıyla geliştirilmiş; kadın ve toplumsal cinsiyet sorunu, sosyolojik teorinin bu döneme kadar olan gelişiminde, özellikle de sosyolojinin “kurucu babaları” olarak da adlandırılan klasik dönem kurucularının yazılarında büyük ölçüde ihmal edilmiştir. Feminist teoriler kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsizlikleri toplumsal cinsiyet ve patriarki gibi kavramları kullanarak analiz etmeye çalışırlar.

Postmodern yaklaşım da feminizm gibi diğer yaklaşımlara eleştirel bakar. Postmodernizm yalnızca sosyolojide değil sanat, müzik, edebiyat, kültür ve sosyal bilimlerde etkili olan bir yaklaşımdır. Postmodernizm 18. yüzyılda aydınlanma döneminde ortaya çıkan ve teknolojiye, bilime, ilerlemeye inanan, geleceğe de güven duyan düşünceleri, değerleri ve varsayımları içeren modernizme karşıt olarak gelişmiştir. Postmodern teoriler toplumsal gerçekliğin modern çağda ortaya çıkan sosyolojik yaklaşımlar tarafından gerçekte analiz edilemediğine, toplumsal yaşamın da akılcı düşünme biçimleri aracılığı ile iyileştirilemeyeceğini savunurlar. Postmodern teoriler toplumsal dünyaya eleştirel yaklaşıma benzer bir tutumla yaklaşırlar. Toplumsal dünyanın bir görünen yüzeyi bir de görünmeyen gizli yapıları olduğunu düşünürler ve araştırmalarında temel olarak toplumsal gerçekliğin yüzeysel görünüşünü parçalayıp içerideki gizli yapıyı açığa çıkarmaya çalışırlar. Postmodern sosyal teori sosyolojide ve bir bütün olarak Batı düşünce geleneğinde düşünsel bir dönüşüme yol açmış olmakla birlikte, son kertede eleştirdiği meta-anlatılar gibi kendisinin de bir meta-anlatı olduğu ve nihayetinde nihilizme varan kötümserci bir yaklaşım olduğu yönünde ciddi eleştiriler almıştır.