STRATEJİK PERFORMANS YÖNETİMİ - Ünite 8: Stratejik Yönetimin Örgüt Kuramları Çerçevesinde Tartışılması Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Stratejik Yönetimin Örgüt Kuramları Çerçevesinde Tartışılması

Giriş

Stratejik yönetim, temel anlayış olarak, “Neden bazı işletmeler, diğerlerinden daha yüksek performans sergiler?” sorusuna cevap bulmayı amaçlamaktadır. Genel anlamda örgüt kuramları ise performanstan ziyade, işletmelerde benimsenen strateji ve yapının kaynağını ve endüstrilerin neden bu şekilde yapılandığını belirlemeyi amaçlamaktadır. Performanstan genel olarak uzak durulmasının önemli bir nedeni, performansı araştırmanın doğasındaki zorluktur.

İşletmenin performansı çekici endüstride bulunma, doğru stratejiyi ve uygun örgüt yapısını belirleme yanında; işletmenin büyüklüğüne, yaşına, kullandığı üretim teknolojisine, içerisinde bulunduğu yakın ve uzak çevrenin istikrarına, toplumun ona bakış açısına, diğer işletmelerle ilişkilerine, endüstri değer zincirinde kapsadığı aşamalara ve hatta şansa göre de değişebilmektedir. Stratejik yönetim alanında, özellikle son on yılda yapılan araştırmalarda, bu eksiklerin önemli ölçüde üzerine gidilip, çok daha detaylı ve kapsayıcı araştırma tasarımları kullanılmaya başlanmış olsa da örgüt kuramcılarının performans konusuna mesafeleri sürmektedir.

Koşul Bağımlılık Kuramı

Temel hedefi; tüm örgütlere, her zaman ve her yerde uygulanabilecek bazı genel ilkeler geliştirmek olan klasik ve neoklasik yönetim yaklaşımlarına ilk bilimsel itiraz Koşul Bağımlılık Kuramından gelmiştir. Koşul Bağımlılık Kuramı’nın temel sorusu, “Örgütsel yapı nasıl şekillenir?” sorusudur. Koşul Bağımlılık Kuramı, örgütleri uygun girdileri sağlama, girdiler üzerinde gerçekleşen işlemleri verimli bir şekilde eşgüdümleme ve çıktıları etkili bir şekilde pazarlamaya girişilen açık sistemler olarak görmektedir.

Örgütteki bireyler arası ilişkilerin düzenlenmiş taraflarına örgütsel yapı denilmektedir. Koşul Bağımlılık Kuramında, örgütsel yapının aşağıdaki boyutları üzerinde daha fazla durulmuştur:

  • Biçimselleşme: Sosyal konumların ve sosyal konumlar arasındaki ilişkilerin, bu konumları işgal eden bireylerin kişisel özellik ve ilişkilerinden bağımsız olarak açıkça belirlenme ve tanımlanma derecesi olarak ifade edilmektedir.
  • Standartlaşma: Örgütteki işlerin, kural ve yöntemlere bağlılığı olarak kısaca tanımlanmaktadır.
  • Hiyerarşi: Örgütteki çalışanların farklı derecelere göre sıralanması ve işletme içi faaliyetlerin yürütülmesinde genellikle bu ilişkilerin gözetilmesini ifade etmektedir.
  • Merkezileşme: Karar alma yetkisinin, hiyerarşinin üst basamaklarında toplanması durumunu açıklamaktadır.
  • Uzmanlaşma ya da Bölümlendirme: Örgütteki hangi rollerin hangi görevler, hangi görevlerin hangi iş birimleri ve hangi iş birimlerinin hangi bölümler altında yer alacağı ile ilgili olarak ortaya çıkan yapılanma biçimini ifade etmektedir.

Koşul Bağımlılık Kuramı altında çalışan akademisyenler örgüt yapılarını, mekanik ve organik olarak sınıflandırırlarken; uygulama dünyasında basit, işlevsel, çok bölümlü ve matris yapı şeklinde bir sınıflandırma da ortaya çıkmıştır. Basit yapı, genelde düşük karmaşıklığa sahip küçük işletmeler tarafından kullanılmaktadır. Bu işletmelerdeki kurucular, tüm stratejileri kendileri belirleyip uygulamaya geçirmekte ve günlük faaliyetlerle de ilgilenmektedirler. Satışlar arttıkça, işletmeler genelde, çalışanların uzmanlık temelinde farklı alanlarda gruplandığı işlevsel yapıya geçmeye başlamaktadır. Bu işlevsel alanlar işletme değer zincirindeki ar-ge, pazarlama, üretim, insan kaynakları yönetimi, muhasebe ve finans gibi halkalara karşılık gelmektedir. İşlevsel yapı, basit yapıya göre yüksek düzeyde uzmanlaşmaya yol açmaktadır. Yüksek uzmanlaşma ise daha yüksek verimliliği sağlayan bir unsur olarak belirginleşmektedir.

İktisadi Örgüt Kuramları

Örgütlere iktisadi yaklaşımın kökenleri, 1991 Nobel İktisat Ödülü sahibi Ronald Coase’nin “Neden firmalar var?” sorusuna dayanmaktadır. Bu soru, geleneksel neoklasik iktisatçıların, işletmeleri ve işletmeler arasında olup bitenleri yok saymalarına tepki olarak sorulmuştur. Geleneksel iktisadi anlayışta piyasaların verimliliği veri kabul edilmektedir. O halde, neden tüm iktisadi işlemler piyasalarda gerçekleşmez ve iktisadi işlemlerin bazıları işletmeler tarafından yönetilir? Coase ve benzer görüşü paylaşan akademisyenlerin çalışmalarıyla şekillenen yeni iktisadi anlayış, işletmelerin nasıl tasarlandığının, analiz ve tahmin için önemli olduğunu savunmuştur.

İşlem Maliyetleri Kuramı, Coase’nin sorusunu temel olarak gelişmiş bir kuramdır. Her ne kadar soru, akademik dünyada popülerlik kazansa ve piyasalar ile işletmeler arasındaki tercihin öncelikle işlem maliyetleri tarafından belirlendiği iktisat alanında kabul görse de kuramın araştırmaya konu olacak hale gelmesi için yaklaşık kırk yıl geçmesi gerekmiştir.

İşlem Maliyetleri Kuramı’nın temel sorusu, herhangi bir iktisadi işlemin (alışverişin) işletmenin içinde mi (dikey bütünleşme) yoksa işletmenin dışındaki bağımsız yükleniciler tarafından mı (piyasa) daha verimli bir şekilde hayata geçeceğidir. İşlem Maliyetleri Kuramı açısından bireyler ancak “sınırlı rasyonellik” çerçevesinde kararlar verebilmektedirler. Ayrıca bireyler (en azından bir kısmı) “fırsatçı”dırlar. Kuramın temel varsayımı, pazarın, rekabetin getirdiği üstünlükler nedeniyle dikey bütünleşmeden daha verimli olduğudur. Bütünleşik işletmelerin içerisindeki işlemler, rekabet güçlerinden korunabilmektedir ve bürokrasinin olumsuz etkileriyle karşılaşabilmektedir.

İşleme özgü varlıklar, belirli bir işlem için uygun hale getirilen ve işlem için bir araya gelen tarafların ilişkisi dışında kolayca yeniden düzenlenemeyecek varlıklardır. Örneğin, belirli bir ürünün üretimi için sipariş alan bir fabrika, bu ürünü üretme işlemine özgü bir üretim kalıbı geliştirecektir. Bu kalıbı başka bir ürün veya müşteri için kullanamayacaktır.

Belirsizlik, taraflar arasındaki sözleşmeden önceki belirsizlikleri kapsayan çevresel belirsizlik ve sözleşmeden sonraki belirsizlikleri kapsayan davranışsal belirsizlikten oluşur. Çevresel belirsizliğin alt boyutları ise hacim belirsizliği ve teknolojik belirsizliktir. Hacim belirsizliği, ticari bir ilişkiye konulan ürünün miktarının tahmin edilememesiyle ilgilidir. Hacim belirsizliği arttıkça, tedarikçinin masrafları da tahmin edilemez olacağından dikey bütünleşmenin piyasaya göre tercih edilme olasılığı artacaktır. Teknolojik belirsizlik, herhangi bir ticari ilişkideki teknik gerekliliklerin geleceğini tahmin edilememesiyle ilgilidir. Hacim belirsizliğinin aksine, teknolojik belirsizlik arttıkça, piyasa, dikey bütünleşmeye göre daha üstün bir seçenek haline gelecektir çünkü işletmeler sık değişen teknolojilere yatırım yapmaktan kurtulacaklardır. Davranışsal belirsizlik, tarafların yükümlüklerini yerine getirip getiremeyeceklerine dair performans belirsizliğidir. Dikey bütünleşmedeki daha fazla denetim olanağı (daha fazla denetimin sağladığı avantajlar) nedeniyle davranışsal belirsizlik arttıkça dikey bütünleşme, piyasaya göre üstün konuma gelmektedir.

İşlem sıklığı, İşlemin belirli bir zaman diliminde ne ölçüde tekrarlandığıdır. İşlem sıklığı adeta dikey bütünleşmenin yolunu açmaktadır. Çünkü dikey bütünleşmenin maliyetleri, tekrarlayan işlemlerin maliyetlerini karşılamaktadır.

Vekâlet Kuramı, örgütlerin içindeki izleme sorunlarıyla ve dış paydaşlarla ilişkilerdeki sorunları odağına almıştır. Vekâlet Kuramı’nın ana sorunsalı, bir faaliyeti üstlenen “vekil” (örneğin işletmenin yöneticileri) ile bu faaliyeti aktaran “asil” (işletmenin sahipleri) arasındaki ilişkiden ya da “sözleşme”den kaynaklanmaktadır. Kuramın kökleri 1930’lara dayanmaktadır. Adolf A. Berle ve Gardiner C. Means (1932), ABD’deki büyük işletmelerin geçirdiği değişimi yasal ve iktisadi açıdan incelemişler ve modern dünyada işletmelerin yasal sahipliği ile işletmenin kontrolünün birbirinden ayrıldığını iddia etmişleridir. Daha sonra, Michael C. Jensen ve William H. Meckling (1976), “vekâlet sorunu”ndan söz etmişler ve bu sorunun yol açtığı vekâlet maliyetlerini düşürmenin yollarını tartışmışlardır.

Vekâlet Kuramı, tıpkı İşlem Maliyetleri Kuramı gibi, kişileri sınırlı rasyonel ve en azından bazılarını fırsatçı görürken; bu özelliklere “riskten kaçınma”yı da eklemiştir. Kişilerin bu özelliklere sahip olmaları, vekâlet ilişkilerinde iki yönlü bir soruna yol açmaktadır:

  • Birinci yön, asil ile vekilin hedef ya da çıkarlarının birbirlerinden uzaklaşma olasılığıdır.
  • İkinci yön ise asil ile vekilin risk tercihlerindeki farklılıklardır (Eisenhardt, 1989)

Sorun; vekilin, asilin performansıyla ilgili sınırlı bilgiye sahip olmasıyla daha da derinleşmektedir. Bu duruma bilgi asimetrisi adı verilmektedir.

Kaynak Bağımlılığı Kuramı

Kaynak Bağımlılığı Kuramı’nın temel sorusu, “İşletmeler neden örgütler arası düzenlemelere girişirler?” sorusudur. Burada örgütler arası düzenlemeden kastedilen; ortak yönetim kurulu üyeliği, stratejik ittifaklar ve birleşme ve satın almalar gibi uygulamalardır. Kuram, bu soruya cevap verirken iki temel kavrama dayanmaktadır:

  • Güç ve
  • Bağımlılık.

Güç , bir tarafın diğerini etkileme yeteneği demektir. Bu potansiyel, etkileyen tarafın, etkilenen taraf için önemli olan ödül ve ceza düzeneklerini kullanma isteği ve yeteneğine dayanmaktadır. Gücün kökeninde, bağımlılık yatmaktadır.

Bağımlılık , bir tarafın, diğer tarafın kontrolündeki kaynaklara verdiği önem, duyduğu gereksinimin şiddeti ve kaynakları temini konusunda seçenekleri olup olmaması gibi faktörler tarafından belirlenmektedir.

Kaynak Bağımlılığı Kuramı’nın temel iddiası, Koşul Bağımlılık Kuramı’nın örgütsel tasarımla ilgili iddiasına benzemektedir: İşletmeler, diğer örgütlerle ilişkilerini koordine etmek ve yine diğer örgütlerle giriştikleri alışverişlerin yarattığı bağımlılığı azaltmak için kendilerini en az kısıtlayacak yaklaşımı seçmelidir.

Örgütün karar alma ve danışma yapılarına dışsal gruplardan temsilcileri katmasına kooptasyon denilmektedir. Kooptasyonun, destek için, egemenliği pazarlık konusu yapma gibi önemli bir maliyeti bulunmaktadır. Bu maliyeti göze alan örgütlerin en fazla giriştikleri uygulama, başka örgütlerdeki yönetim kurulu üyelerinden bazı kişileri kendi yönetim kurullarına da üye yapmadır.

Dikey bütünleşme kavramı ile birleşme ve satın alma kavramı, Kaynak Bağımlılığı Kuramı üzerinde çalışan bilim insanlarının en çok araştırdıkları konular olmuştur. Yine üçüncü ünitede ayrıntılı biçimde ele alınan bu örgütler arası düzenlemeler; Kaynak Bağımlılığı Kuramı açısından, odaktaki işletmenin diğer örgütlerle karşılıklı bağımlıklarını yeniden yapılandırma ve istikrarı sağlama aracıdır. Özellikle, birleşme ve satın almalar üzerinde yapılan araştırmalar, bu iddianın doğru olduğunu göstermektedir.

Kurumsal Kuram

Özellikle geride bıraktığımız yirmi yılda, üzerinde en fazla çalışma yapılan örgütsel yaklaşım, Kurumsal Kuram olmuştur. Siyaset biliminde, iktisatta ve sosyolojide çok eski bir geçmişe sahip olan Kurumsal Kuram, 1977’de John W. Meyer ve Brain Rowan tarafından bir örgüt kuramı olarak tartışılmaya başlanmıştır. Kurumsal Kurama göre kurum, sosyal istikrar ve anlam veren yapı ve uygulamalardır (örneğin KOBİ’erin çoğunda gözlemlenen işlevsel örgüt yapısı). Kurumsal Kurama göre işletmeler yalnızca kaynakların ve müşterilerin peşinde koşan örgütler değildir. İşletmeler için en az bu hedefler kadar önemli sosyal hedefler de söz konusudur. Kurumsal Kurama göre işletmenin sosyal hedeflerinden en önemlisi meşruiyeti kazanma ve korumadır. Meşruiyet, bir varlığın eylemlerinin arzu edilebilir, kabul edilebilir ve uygun olduğuna dair genel bir algı ya da varsayımdır. Maddi bir kaynak olmayan meşruiyetin çokluğu ya da azlığı değil, varlığı ya da yokluğu önemlidir.

Aynı örgütsel alanda bulunan işletmeler, benzer uygulamaları ve yapıları benimseyip birbirlerine benzeşerek meşru hale gelirler. İşletmelerin bu benzeşme durumuna eşbiçimlilik adı verilmektedir. Aynı örgütsel alandaki işletmelerin “personel” bölümü yerine “insan kaynakları” bölümüne sahip olmaları; çalışanların performanslarını aynı performans değerleme yöntemiyle değerlendirmeleri ve çalışanlarına benzer eğitim programlarını sunmaları eşbiçimliliğe örnek olarak verilebilir.

Paul DiMaggio ve Walter W. Powell (1983) üç çeşit eşbiçimlilikten söz etmiştir. Bunlar:

  1. İşletmelerin, devlete ve başka örgütlere bağımlılığından kaynaklanan zorlayıcı eşbiçimlilik (örneğin tedarikçi işletmelerin, ana işletmelerin talebi sonucu ISO 9000 kalite belgesi edinmeleri),
  2. İşletme birlikleri, meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları gibi örgütlerin beklentilerinin sonucu olan normatif eşbiçimlilik (örneğin sanayi ve ticaret odaları gibi çeşitli örgütlerin yürüttüğü çalışmalar nedeniyle pek çok işletmenin yalın yönetim ilkelerini benimsemesi),
  3. İşletmenin kendisine benzeyen işletmelerin yapı ve/veya uygulamalarını taklit etmeleri sonucunda ortaya çıkan taklitçi eşbiçimlilik (örneğin herhangi bir performans değerleme sistemi kullanmayan işletmenin, konu üzerinde fazla araştırma yapmadan kendisine benzer büyüklükte ve başarılı bir işletmenin performans değerlendirme sistemini kendi bünyesinde kurması).

Örgütler eşbiçimliliğe uğrarken iki sorunla karşılaşabilmektedirler:

  • Örgütsel alanda meşru kabul edilen yapı ve/veya uygulamaların bazıları birbiriyle çatışma hâlinde olabilir ve
  • İşletmelerin benimsedikleri yapı ve/veya uygulamalar, verimliliklerini olumsuz olarak etkileyebilir.

Kimi işletmeler, kurumsal baskılardan kaynaklanan bu sorunları çözmek için stratejilerini, uygulamalarından ayrı tutma (örneğin işletme, personel bölümünün adını insan kaynakları bölümü olarak değiştirmiştir ancak bölüm; çalışanların eğitim ve gelişimi, kariyer yönetimi ve performanslarının değerlendirilmesi gibi insan kaynakları anlayışının ayırt edici faaliyetlerini hayata geçirmemiştir ya da toplam kalite yönetimi, risk yönetimi gibi itibar ve meşruiyet sağlayan uygulamalara geçtiğini ilan etmesine rağmen bunu sadece kâğıt üzerinde yapmış fakat hayata geçirmemiştir) yolunu seçebilmektedir.

Kurumsal Kuram’a göre işletmenin çevresindeki sosyal, siyasal, yasal ve kültürel unsurlar en az tedarikçiler, müşteriler ve rakipler kadar önemlidir. Bu noktada kaynak, gelir ve kâr peşindeki rekabet; etik davranış ve sosyal sorumluluk gözeterek hayata geçirilmelidir. Düzenleyici kamu örgütleri, işletme birlikleri, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve medya gibi örgütsel alanlardaki düzenleyici, normatif ve kültürel-bilişsel unsurlar, yatırım ve satın alma tercihlerini ortaya koymaktadırlar.

Kurumsal Kuram, stratejilerin ve strateji uygulamalarının özellikle yayılımına dair önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Bilim ve uygulamanın bir arada gözetildiği stratejik yönetim bilgisinin kaynağı, genel olarak Amerika Birleşik Devletleri’dir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere bu bilgi, Amerikan işletmeleriyle ilişki halindeki işletmeler, üniversiteler, iş dünyası medyası ve danışmanlık şirketleri gibi aktörler tarafından transfer edilmektedir. Ancak, stratejik yönetim uygulamaları dışarıdan içeriye transfer edilirken zaman zaman aynen alınmamakta, tercümeye ve yeniden düzenlemeye tabi olabilmektedir. Bu uygulamaların ülke içerinde yayılırken önce yurtdışı ile bağlantıları güçlü birkaç işletme tarafından benimsendiği gözlenmektedir. Daha sonra bu işletmeleri kendilerine örnek alan bazı işletmeler söz konusu uygulamaları benimsemeye başlamaktadırlar. Bu gibi durumlar taklitçi eşbiçimlilik olarak adlandırılmaktadır.

Kurumsal Kuram’a göre, örgütsel alanda meşruiyetini yitiren işletme, kaynak alışverişinde de sıkıntıyla karşılaşacak ve yaşamını sürdüremeyecektir. Bu durum, ilginç bir takım sonuçları da beraberinde getirmektedir. Örneğin kimi orta ölçekli işletmeler, kendi yapılarına hiç uymayacak ve uygulaması zor birtakım yönetim uygulamalarını (örneğin Altı Sigma kalite yönetim uygulaması) meşruiyet kaygısıyla benimseyebilmektedir. Ancak eğer bu benimseme, işletmenin kapasitesi değerlendirilmeden gerçekleşirse; ya ayrı tutma ile sonuçlanacak (Altı Sigma’yla ilgili bütün süreçler yazılı olarak hazırlanacak ancak uygulamaya geçmeyecek) ya da arzulanan sonuçların dışında sonuçlar getirecektir (işleteme yeterince büyük olmadığı için, zamanlarının tamamını Altı Sigma’ya ayırmaları beklenen bazı çalışanlar yüzünden işletme verimlilik ve kalite kaybına uğrayacak).

Örgütsel Ekoloji

Michael T. Hannan ve John H. Freeman (1977), Örgütsel Ekoloji kuramının temel çalışmasına “Neden birbirinden bu kadar farklı türde örgüt var?” sorusuyla başlamışlardır. Koşul Bağımlılık Kuramı, Kaynak Bağımlılığı Kuramı ve Kurumsal Kuram gibi, Örgütsel Ekoloji de önceliği örgütün çevresine vermektedir. Ancak bunu yaparken en önemli farkı, “ayıklama” yaklaşımına dayanmasıdır. Ayıklama yaklaşımına göre, örgütler çevrelerindeki büyük çaplı değişimlere yapılarını hızla ve bu değişimlerle uyumlu şekilde uyumlaştırarak tepki veremezler hatta vermek istemezler. Bu nedenle çevrede büyük çaplı değişimler ortaya çıktığında mevcut örgütlerin büyük bir kısmı kapanır ve bunların yerine yeni çevresel koşullarla uyumlu yapısal özellikleri olan örgütler kurulur.

Biyolojiden esinlenen Örgütsel Ekolojinin temel kavramları, örgüt formu ve örgüt popülasyonudur. Örgüt formu, ilgili tüm örgütler tarafından paylaşılan ve toplum tarafından mecbur tutulan asgari ortak kimlik olarak tanımlanmaktadır. Bu kimliği, ana yapısal özellikler oluşturur. Örgüt formu, biyolojideki türlere karşılık gelmektedir. Kendi aralarında belirli ortak yapısal özelliklere sahip olan üniversite, banka, sendika vb. örgütlenme biçimleri birer örgüt formunu temsil etmektedir. Örgüt popülasyonu, aynı örgüt formuna sahip örgütlerin oluşturduğu topluluktur.

Kurumsal Kuramın temel kavramlarından olan meşruiyet, Örgütsel Ekoloji için de önemlidir. Örgütsel Ekoloji açısından meşruiyet, bilişsel ve sosyo-politik meşruiyet olarak ikiye ayrılmaktadır. Bilişsel meşruiyet, herhangi bir örgüt formunun bilinirliğiyle ve bunun sonucunda kaynak sağlamasının kolaylaşmasıyla ilgilidir. Yoğunluk ile bilişsel meşrulaşma arasında olumlu bir ilişki bulunmaktadır. Popülasyon yoğunluğu ile örgütlerin kurulma ve kapanma ilişkileri birbirine tamamen zıttır. Artan yoğunluk, bilişsel meşruiyeti de artıracak ve örgütün kurulma oranı yükselecektir.

Örgütsel Ekoloji alanında çalışan araştırmacıların, stratejik yönetim alanına en önemli katkıları işletmelerin değişik yaşam dönemlerindeki sıkıntıları, işletmelerin uzmanlaşmaları, girişimcilik ve örgütsel değişim alanlarında olmuştur. Araştırmalara göre, örgüt popülasyonlarındaki yoğunluk ve meşruiyet değişimleri, genel olarak yaş sıkıntıları denilen sorunlara yol açmaktadır. Genç örgütlerin içsel süreçlerini (örneğin çalışanların performanslarının değerlendirilmesi) ve çevreleriyle olan ilişkilerini (örneğin tedarikçi ve dağıtıcılarla ilişkilerini) henüz düzenleyememelerinden kaynaklanan sorunlara yenilik/gençlik sıkıntısı denilmektedir. Diğer yandan, örgütlerin yaşlandıkça çevreleriyle olan uyumlarını kaybetmelerinden kaynaklanan sorunları artmaktadır (örneğin tüketici eğilimlerindeki değişimi yakalayamamak). Bu tür sorunlara ise yaşlılık sıkıntısı denilmektedir. Son olarak, kimi zaman, başlangıçta yenilik sıkıntısını atlatabilen örgütlerin bir süre sonra sorunlarla karşılaşıp kapanma oranlarının yükselebildiği de tespit edilmiştir.

İşletmenin rekabet üstünlüğünde önemli rol oynayan, örgütteki kişilerin paylaştıkları değerler ve normlardan oluşan örgüt kültüründe, damgalamanın etkisi çok büyüktür. Kurucuların başlangıçta damgaladıkları kültür, daha sonraki işe alım ve terfilerdeki tercihlerinde de pekişir. Giderek, benzer değerlere ve normlara sahip daha fazla çalışan işletmeye katılır. Çalışanların değer ve normları birbirine bezedikçe, işletmenin örgüt kültürü diğer işletmelerden farklı ve daha güçlü olur.