TANZİMAT DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI I - Ünite 1: 19. Asrın İlk Yarısında Türk Edebiyatının Genel Görünümü Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: 19. Asrın İlk Yarısında Türk Edebiyatının Genel Görünümü
19. Asrın İlk Yarısında Türk Edebiyatının Genel Özellikleri
Edebiyat, bir sanatçının ruhunun ve kişiliğinin ürünü olarak şahsi bir karakter taşıyor olmakla beraber, aynı zamanda kültüre ait bir unsur olduğu için toplumsal bir karakter de taşır. 19. yüzyılın ilk yarısında gelişmeye başlayan yeni Türk edebiyatını 18. yüzyıldan itibaren gelişen tarihsel ve siyasal şartları dikkate almadan anlamak mümkün değildir. Tarihsel açıdan hem Fransız İhtilali’nin doğurduğu sonuçlar hem de Osmanlı Devleti’nin Karlofça Anlaşması’ndan sonra Batı medeniyeti ve kültürü karşısında gerileme sürecine girişi, etkileri açısından sadece 19. yüzyılı değil, bugünü bile etkileyen önemli tarihsel dönüm noktalarıdır. 18. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyıl ve sonrasını etkileyen en önemli tarihsel durum, Osmanlı ve Batı ilişkilerinin almış olduğu yeni biçimdir. Bu yeni biçim, Osmanlı toplumunu bütün kurum ve yapılarıyla etkileyen ve dönüştüren bir güce sahiptir. Karlofça Antlaşması ve sonrasında Osmanlı Devleti’nin askerî ve siyasi alanda Avrupa devletleri karşısındaki gerileyişinin yarattığı çöküş duygusu, yenilik ve ıslahat hareketlerinin doğmasına yol açmıştır. Yenileşme hareketleri öncelikle askerî alanda başlamış, eğitim alanında sürmüş ve sonucunda kültürel ve toplumsal hayat büyük bir değişim sürecine girmiştir. Edebiyat ise bu süreçte hem değişimi doğuran fikirlerin taşıyıcısı olmuş hem de doğrudan değişimin etkisi altında kalmıştır. 19. yüzyılın ilk yarısı, klasik edebiyatın kendi içinde dönüşmeye ve klasik ölçütlerin gevşemeye başladığı 18. Yüzyılın ikinci yarısı ile tamamen farklı bir medeniyetin kaynaklarına yönelen Tanzimat Devri Edebiyatı arasında, her iki geleneğin özelliklerini, ilkinin ulaştığı son aşamayı, ikincisinin ise ilk işaretlerini göstermesi açısından Türk edebiyatı tarihi için önemli bir devredir.
Klasik Osmanlı şiiri, 18. yüzyıldan itibaren kendini gösteren zevk ve estetik duygudaki değişimi 19. yüzyılın ilk yarısında da devam ettirmiş ve gelişiminin son evresine girmiştir. Klasik Türk edebiyatı da dünyada örneği görülen bütün klasik edebiyatların yaşadığı süreci yaşamış, gelişiminin son döneminde barok evresine girmiştir. Barok dönemde, şiirin klasik anlayış adına taşıdığı bazı özelliklerinde değişme daha doğrusu bozulmalar başlar. Bu bozulma klasik ölçütlerin belirlediği geleneksel biçimlerin, söyleyiş ve üslupların tümünde görülmeye başlanır. Sanatçının şahsiyetinin ön plana çıkmasıyla şiirde bireysel olana doğru yöneliş görülür. Bu yönelişle birlikte sanatçının bir aydın olarak yaşadığı çevreyi ve toplumu fark edişi mümkün olmuştur. Şairin yaşadığı toplumu fark edişi, toplumsal ve siyasal sorunlar karşısında fikirlerini ifade etme, çevresine ve yaşadığı topluma karşı duyarlı olma, daha sonra Tanzimat sanatçılarının temel felsefesi olacak yaklaşımların ilk işaretleridir. Bu bağlamda Türk şiirinde, 18. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyılın ilk yarısında en üst seviyesine çıkan mizah duygusunun altında toplumsal eleştiri düşüncesi yatmaktadır. Tematik değişimlerde ön plana çıkan mizah duygusu, şairin eleştirilerini yaparken bir nevi kendini koruma düşüncesinin sonucu olarak görülmelidir. Toplumsal ve siyasal eleştiri, mizah perdesi altında yapılmış olsa da şairin klasik şiirdeki kimliğini terk etmeye başladığını gösterir. Bu değişim, şairin yaşanan gerçek hayata ve olaylara ilgi duyan ve Fransız İhtilali’nden sonra aydın olmanın en önemli özelliği olarak görülen toplumsal duyarlılığın sahibi olmaya başlaması açısından çok önemlidir.
19. Yüzyılın İlk Yarısında Türk Şiiri
19. yüzyılın ikinci yarısı, Türk şiirinin daha sonra göstereceği gelişimin de kaynağıdır. Bu dönemde Türk şiirinde görülen değişimin ve yenileşmenin kökenlerini sadece Batı düşüncesinden ve sanatından gelen etkilerde aramak bütüncül bir yaklaşım değildir. Türk şiirinin klasik ve yeni dönemleri arasında bir nevi geçiş dönemi özelliği gösteren 19. yüzyılın ilk yarısını ve öncesini hesaba katmadan Tanzimat ve sonrasındaki dönemlerin şiirini anlamak mümkün değildir.
19. Yüzyılın İlk Yarısında Türk Şiirinde Değişim/Yenileşme: Edebiyat tarihlerinde “Tanzimat Dönemi” olarak adlandırılan ve Batı edebiyatlarının etkisinde geliştiği için klasik Osmanlı edebiyatından çok farklı özellikler gösteren yeni edebiyat anlayışı 19. yüzyılın ikinci yarısıyla başlatılır. Ancak bu anlayışı anlamak için 19. yüzyıl ikinci yarısından önceki dönemi değerlendirmek gerekir. Bu iki dönem arasındaki farklılıkların ortaya çıkışının tarihsel açıdan kesin bir ayrımını yapmak, klasik edebiyat ve Tanzimat edebiyatı arasında kesin bir kronolojik ayrıma gitmek de aynı şekilde mümkün değildir. Klasik sanatların gelişim süreçlerinin sonunda ulaşılan evre “barok” evresidir ve bu süreç bütün sanat ve edebiyat gelenekleri için geçerlidir. Klasik doğası gereği doğar, gelişir ve dönüşür. Dönüştüğü yeni biçim, artık klasiğin barok hâlidir. Klasik anlayışın kurallarının yumuşadığı bu yeni evrede şahsilik ve orijinalite duygusu ön plana çıkarken geleneğin çizdiği sınırların dışına çıkan sanatçı, kendi yaratıcı muhayyilesinin peşinden gitmeye başlar. Yeni söyleyiş ve üslup biçimleri ortaya çıkar ve dil ağırlaşıp alışmadık imaj ve sanat oyunlarıyla gösterişli bir hâle gelir. Bu bağlamda klasik Osmanlı şiirinin diğer sanat türleri olan resim, müzik ve mimariyle beraber 18. yüzyılın başlarından itibaren “barok” dönemine girdiği, özellikle sebk-i hindî akımının klasik Osmanlı şiirinde kendini göstermesinin bu döneme işaret ettiği bilinmelidir. Sebk-i Hindî , Hint tarzı anlamına gelen sebk-i hindî Hindistan’da, Babürlü HintTürk hükümdarlarının saraylarında Farsça yazan ozanlarca geliştirilmiştir. Edebiyatımızda XVII. yüzyıldan başlamak üzere etkisini göstermeye başlamış kimi şairlerimizde bütün özellikleri görülürken kimi şairlerimizi kısmen etkilemiştir
Sanatçının toplum içinde yaşayan sosyal bir varlık olması, toplumsal değişimlerin edebî eserler üzerinde etkide bulunması sonucunu doğurur. Klasik Osmanlı edebiyatının barok özellikler kazanmaya başladığı 18. yüzyıldan 19. yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde değişimin Batı kaynaklı etkilerle hızlandığı ve genişlediği görülür. Bu hız ve genişlemede etkili olan bazı faktörler vardır. Avrupalı sefirlerin İstanbul’da bulunmaları ve kendi çevrelerinde oluşturdukları kültür ortamı, Batılı hayat tarzlarının ve kültürel unsurların tanınmasına olanak sağlamıştır. Bunun yanında ilk defa Sultan III. Ahmed zamanında Fransa’ya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi’yle başlayan süreçte Avrupa’ya gönderilen Osmanlı elçilerinin hazırlamış oldukları raporlar ve sefaretnameler sadece askerî alandaki gelişmeleri değil, Batı ülkelerinin kültürel ve sanatsal alandaki durumu hakkında önemli bilgiler sunan kaynaklar olmuştur. Diğer taraftan İstanbul’un tarihsel zenginliğinden gelen kozmopolit yapısı içinde zaten gayrımüslimlerin, levantenler ve diğer azınlıkların oluşturdukları kültürel ortamda, Batı sanatının edebî veya görsel türlerinin canlı bir şekilde yaşadığı bilinmektedir. Bütün bu etkilere Osmanlı padişahlarının özellikle II. Mustafa’dan itibaren Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip eden, teknik ve askerî alanlardaki etkilenmelerle beraber kültür ve düşünce açısından Avrupa’ya yakın Osmanlı bürokratlarına üst derecelerde görev vermeleri de katıldığında 19. Yüzyılın ilk yarısında zaten Osmanlı kültürünün Batı kültürüyle yoğun bir temas içinde olduğu görülür. Bu temaslar siyasi ve askerî boyutuyla olduğu kadar kültürel, toplumsal ve sanatsal boyutuyla da yeni bir dönemi başlatır.
Şair ve şiir arasındaki ilişkilerde yeni anlayışlar: Klasik Osmanlı şiiri, Fars ve Arap şiirinin biçim ve içerik özelliklerini temel alarak ve onları kendine özgü buluşlarla zenginleştirerek dönüştürmüş bir şiirdir. Klasik Osmanlı şairinin beslendiği bu kaynaklardan devraldığı en önemli miras, siyasi iktidarla kurduğu ilişkidir. Eser ve sanatçı arasındaki ilişkinin mahiyeti itibarıyla bütün Doğu edebiyatlarının değişmez ilkelerinden biri, sanatçının kendini hükümdara ve onun temsil ettiği iktidara göre konumlandırmasıdır. Doğu’da veya Batı’da kurulan monarşik yapıdaki bütün toplumlarda iktidar hükümdarın ve ailesinin tabii bir hakkı olarak anlaşılmıştır. Siyasi ve iktisadi hayatın bütünü üzerinde muktedir olan hanedan, kültür ve sanat hayatının da merkezidir. Hükümdarın varlığı ve bulunduğu yer toplumsal olduğu gibi kültürel hayatın da kaynağı olarak algılanır. Sanatçının muhatabı geniş toplumsal kesimler değil, yaptığı işin değerini takdir edecek entelektüel açıdan donanımlı ve eğitimli hükümdar ve çevresidir. Sanatsal veya entelektüel bütün uğraşların yöneldiği hükümdar, aynı zamanda bir çeşit hakem konumunda iyi üretimle iyi olmayan üretimi belirleyen bir rol de üstlenmiştir. Bu yüzden sanatçı estetik yeteneğini hükümdara beğendirmek gibi bir düşünceyle hareket eder. Belli bir sanat zevkine ve anlayışına sahip olan padişahın himayesi altında olan sanatçının ona göre eser vermeye özendiği, sanat veya bilim eserinin kalitesini ve şairin şöhretini, çok kez padişah tarafından belirlendiği, bir eserin makbul ve muteber oluşunun sultanın iltifatına bağlı olduğu bu ortamda şair ister istemez kendini saraya göre konumlandıracak, ona yakın olmaya çalışacaktır. Kaleme aldıkları şiirleri makam sahiplerine takdim eden şairler ister istemez muhataplarına karşı övgüler sıralamak zorunda kalmışlardır. Bu durum şairin sanatsal özgürlüğü ve özgünlüğünü engellemiş, kendi benliğini bulmasına izin vermemiştir. Ancak 18. yüzyılın sonlarından itibaren bazı şairlerin bu ilişki biçiminin dışına çıkmaya başladıklarını gösteren örneklere rastlamak mümkündür. Çeşmîzâde Reşid, Sünbülzâde Vehbî, Muvakkit-zâde Pertev Efendi, Selânikli Meşhûrî, Şeref Hanım, Şâban Kâmî Efendi 18. Yüzyılın sonlarında kaside yazmaktan vazgeçen veya herhangi bir karşılık beklemeden kaside yazan şairler arasında yer alır. Bu şairlerle başlayan yeni süreçte şiir yazmadaki amaçta görülen değişim, yeni bir şair tipinin doğmasına yol açmıştır. Şiiri üretim işi olarak görmeyen bu şair tipi kendi benliğini ve estetik duyarlılığını ifade yoluna gitmiştir. Bu şair tipinin ortaya çıkışı aynı zamanda benliğin ve bireysel olanın keşfedilmesi sonucunu doğurmuştur. Klasik şiirin sınırları içinde şairin kimliğini silen kolektif duyuş ve düşünüş tarzı bir dönüşüme uğramıştır. Şairin duyuşunu sınırlayan engeller ortadan kalkınca şahsi duyuş devreye girmeye başlamış, bu da şiirin imkân ve sınırlarını genişletmiştir. Şairin muhatabının değişmesi ister istemez şiirin yöneldiği kişi olgu veya olayların da değişmesine neden olmuştur. Şiiri bir makama ulaşmak, maddi geçimini sağlamak için kullanmaktan vazgeçen şair, bilincini dış dünyaya ve yaşanılan gerçekliğe doğru yönlendirmeye başlamıştır. Şinasi, Namık Kemal ve diğer Tanzimat şairlerinin politik ve ideolojik konulara yönelmelerinde şairin değişen değerler karşısında almış olduğu bu yeni tavrın da etkisi vardır. Önce kendinin sonra çevresindeki olayların ve hayatın farkına varan şair, artık topluma karşı sorumluluğu olduğuna inanan bir bilinç düzeyine ulaşmıştır. Bu bilinç düzeyine ulaşan şair, yaptığı işin gelenekte kabul gören “şiir-yalan, şair-yalancı” algısını değiştirmek zorundadır. Şiirinde anlattıklarının gerçekliğine vurgu yapan bu yeni şair tipi, klasik şiirin sınırlarını aşarak artık hayatın içinde nefes almaya, toplumu ve bireyi ilgilendiren olaylarla ilgilenmeye başlamıştır.
19. yüzyılın ilk yarısında Türk şiirinde görülen diğer bir farklılık ise klasik şiir ile halk şiiri arasındaki mesafenin iyice kapanmaya başlamasıdır. Aslında halk şiiri içerisinde “âşık tarzı” olarak adlandırılan geleneğin klasik şiirle olan ilişkisi, neredeyse âşık tarzının teşekkül ettiği 16. Yüzyılın sonlarından itibaren kendini göstermiştir. İran ve Arap kültürleriyle beraber Türk kültürünün ortaklaşa oluşturduğu İslam kültürü klasik şiirin olduğu kadar âşık tarzı şiirin de beslendiği kaynaktır. Bununla birlikte klasik şiir, İran kültürü üzerinden Yunan kültürü ve mitolojisinden de büyük ölçüde etkilenmiş, çeşitli imge ve semboller Yunan mitolojisinden klasik şiirimize geçmiştir. Âşık tarzı şiir ise doğrudan İran ve Arap kültüründen etkilenmiştir. Fuad Köprülü’ye göre âşık tarzı şiirde bu geleneğin ortaya çıkmaya başladığı 16. yüzyılın sonlarından itibaren gerek şiirin dış unsurları, yani vezin ve şekil bakımından gerekse iç unsurlar yani mefhumlar, mecazlar, dil ve üslup bakımından klasik şiirin tesiri kuvvetlenerek kendini göstermiş ve 19. yüzyılın ilk yarısında son haddine ulaşmıştır.
Halk şairlerinin bu sınırları aşıp klasik şiirin sınırlarına yaklaşması uzun dönemler boyunca mümkün olmamıştır. Aydın şairler tarafından “okuryazar” olmamakla küçümsenen halk şairleri, 17. yüzyıldan itibaren klasik şiirin dil ve imge dünyasına girmeye, klasik şairlerin kullandıkları dil ve hayal dünyasının yansıması olan örnekler vermeye başlamışlardır. Gevherî ve Âşık Ömer’le başlayan bu yakınlaşma sonucunda klasik şiirin sınırlı çerçevesi kırılmış, İstanbul’un dışında başka bir deyişle taşrada klasik şiirin seslendiği kitle genişlemiştir. Kitlenin genişlemesiyle yerel kültüre ait duyuş ve söyleyiş biçimleri klasik şiiri dönüştürmeye başlamıştır. Halk şiirinde divan, semai, selis, kalenderî ve satranç olarak adlandırılan aruzlu türlerin ortaya çıkışı bu yakınlaşmanın ürünüdür. Bunun yanında hece ile yazdıkları şiirlerde klasik şiirin dil ve simgelerini kullanan halk şairleri kendilerini klasik şairlerle mukayese etmişlerdir
19. yüzyılın ilk yarısında klasik Osmanlı şiirinde görülen önemli bir özellik, 18. yüzyıldan itibaren klasik şiirde ağırlığını hissettiren mahallîleşme anlayışının halk şiiri ile klasik şiir arasındaki yakınlaşmanın da etkisiyle son haddine varmış olmasıdır. Bu hareket, Arap ve İran edebiyatından gelme müşterek imaj sistemini, kendi hayal gücünün malı hâline getirerek mahallî ve millî karakter, yaşayışımızdan da renk, yankı ve zevk katarak kullanma gayreti olarak tanımlanabilir. Mahallîleşme anlayışının veya akımının tarihsel kökleri Türkî-i Basit anlayışına kadar götürülebilir. Türkî-i Basit , Osmanlı Türkçesinin Eski Anadolu Türkçesinin yerini almaya başladığı XV. yüzyılın ikinci yarısı ve XVI. yüzyılın başlarında bazı şairler tarafından bilinçli bir şekilde başlatılan dilin sadeliğini koruma hareketidir. 18. yüzyılın iki büyük klasik şairi, Nedîm’in hece vezniyle yazdığı iki koşması ve Şeyh Galib’in yine hece vezniyle kaleme aldığı şarkısı mahallîleşme anlayışının somut örneklerdir. Mahallîleşme hareketi klasik şiirin ideal ve soyut mekân anlayışının kırılmasına neden olduğu için önemlidir. Bu kırılma Tanzimat edebiyatıyla birlikte başlayan gerçekçilik anlayışının temellerini atmıştır. Toplumsal yaşama açılmaya başlayan şiir, sosyal değişimlerin artmaya başlamasıyla yeni tema ve mazmunlar kazanmaya başlamıştır. Yeniçeri Ocağının kaldırılışıyla ilgili yazılan manzumeler 19. yüzyılın ilk yarısında şairlerin toplumsal ve siyasal olaylara duydukları ilginin ve şiirin geçirdiği değişimin açık delili durumundadır. Bu olayla ilgili şiir yazan şairlerden biri Antepli Aynî’dir. 1837’de vefat eden şair, divanında yer alan 522 tarih manzumesiyle devrinde yaşanan toplumsal ve siyasal olaylarını anlatmış, önemli kişi ve devlet adamları hakkında yazdığı beyitlerle devrinin nabzını tutmuştur. Aynî’nin tarih manzumelerinin yanında Yeniçeri Ocağının kaldırılışını konu alan Nusretnâme adlı eseri şairin müstakil olarak kaleme aldığı hem tarihî hem de edebî bir eserdir ve yeniçeriliğin kaldırılışının bir şair gözüyle değerlendirilişine güzel bir örnek teşkil etmektedir. Yeniçeriliğin kaldırılmasını konu edinen diğer bir eser Sahhâflar Şeyhi-zâde Mehmed Es’ad Efendi’nin kaleme aldığı içinde manzum parçalar bulunan Üss-i Zafer adını taşır. Bu eserlerin ortaya koyduğu gerçek, klasik şiirin 19. yüzyılın ilk yarısında kendinden önceki asırdan devraldığı mahallîleşme hareketinin de etkisiyle yaşanan gerçek dünyaya ve toplumsal olaylara karşı kayıtsız kalmadığı, klasik şairlerin şiirin sınırlarının genişlemesi sonucunda daha sonra Tanzimat Dönemi şiirinde zirveye çıkacak toplumsal temalarla yoğun olarak ilgilendiğidir. 9. yüzyılın ilk yarısında şiirin şekil özelliklerinin de değişmeye başladığı görülür. Tematik alanı en belirgin nazım şekli olan kaside yeniliğin etkilerine maruz kalan ilk şekil olur. Kaside yazmayan veya yazsa bile divanına almayan şairlerin ortaya çıkışı yenilik adına önemli bir hamledir. Bu şairlerden ilki Muvakkit Muvakkitzâde Pertev’dir. Şiirin şekil özellikleriyle ilgili diğer bir farklılaşma redif ve kafiye kullanımında görülür.
Müstezâd, muhammes, musammat gibi şekiller değişimin en çok görüldüğü diğer şekillerdir. Bunun yanında bazı nazım şekillerinin kullanımında artış gözlemlenir. Önceki devirlere oranla en az kullanılan nazım şekli mesnevidir. Kaside de az kullanılan nazım şekilleri arasındadır. En çok rağbet edilen şekiller bentlerle kurulan nazım şekilleridir. Tercî-i bentler, Terkîb-i bentler, şarkılar ve tarih kıtaları bunlar arasındadır. Şarkı türünü en fazla kullanan şair Enderunlu Vâsıf ’tır. Vâsıf özellikle muhammes nazım şekliyle kaleme aldığı şarkılarıyla tanınmıştır. Sürûrî ve Refî-i Kâlâyî en fazla tarih düşüren şairlerdir. Eşref Paşa ise en fazla kıt’a yazan şairdir. Mahmud Celaleddin Paşa rubaî, Şeref Hanım ise müseddesleriyle dikkat çekmişlerdir.
19. Yüzyılın İlk Yarısında Klasik Osmanlı Şiiri: Temsilciler ve Eserleri: 18. Yüzyılda 168’i divan sahibi toplamda 1322 şair yetişmişken 19. yüzyılda ise sadece divanı olan 114 şair tespit edilmiştir. 19. yüzyılın ilk yarısında yetişen şairlerin çoğunda tasavvuf düşüncesi etkisini devam ettirmektedir. Bunun yanı sıra bu yüzyılın ilk yarısında dikkati çeken diğer husus kadın şairlerin çoğalmasıdır. Buna ek olarak Enderun kökenli şairlerin sayısı da oldukça fazladır.
19. Yüzyılın İlk Yarısında Yetişen Bazı Önemli Şairler ve Eserleri: Aynî , Asıl adı Hasan olan Aynî, Antepli Dikeçzâde Hasan Çelebi’nin oğludur. Türk edebiyatında manzum tarih düşürmede Sürûrî’den sonra en başarılı şair kabul edilen Aynî’nin divanının yarısına yakın kısmı tarih manzumelerine ayrılmıştır. Hacimli olan divanı Dîvân-ı Belâgatunvân-ı Aynî adıyla basılmıştır. Sâkînâme, Dürrü’n-Nizam Nazmü’l-cevahir ve Nusretnâme diğer eserleridir. Enderunlu Vâsıf , III. Mustafa, I. Abdülhamid, III. Selim, IV. Mustafa ve II. Mahmud dönemlerinde yaşamıştır. Şiir diline günlük hayatı ve mahallî renkleri sokması, diğer taraftan şiirin üzerinde serbestçe oynaması, onu Türk edebiyatında Türk dili ve folkloru açısından önemli bir şair yapmıştır. Şairin tek eseri yazma ve basma nüshaları bulunan mürettep divanıdır. Şairin tek eseri şiirlerini topladığı divanıdır. Keçeci-zâde İzzet Molla , Tanzimat dönemi’nin ünlü devlet adamlarından Fuad Paşa’nın babası olan Keçecizâde İzzet Molla, klasik şiirin 19. yüzyıldaki son önemli temsilcilerinden biridir. İzzet Molla’nın mesnevi tarzında kaleme aldığı Mihnet-Keşân eseri Keşân’a sürgün edilişini ve orada yaşadıklarını anlatan önemli bir eserdir. Mihnet-Keşân, Bahar-ı Efkâr, Divan-ı Hazan-ı Asar ve Şerh-i Elgâz-ı Râgıp Paşa diğer eserleridir. Leylâ Hanım , Klasik Türk şiirinin önemli kadın şairlerindendir. İrticalen şiir söyleyebildiği kaydedilen Leylâ Hanım münacat, na’t ve mersiyeler yazmışsa da asıl şöhretini şarkılarına ve lirizm yüklü gazellerine borçludur. Sünbül-zâde Vehbî, Vehbî’nin şiirleri söz sanatlarının zenginliği bakımından önemlidir. Ayrıca mahallî kelime ve deyişler açısından da çok zengin olan şiirlerinde Nedim ve Sâbit etkisi açıkça görülmektedir. Tuhfe-i Vehbi, Lutfiyye ve Nuhbe-i Vehbi eserleri arasında yer alır. Sürûrî , Önceleri “Hüznî” mahlasını kullanan Sürûrî hiciv ve hezel türü şiirlerinden oluşan Hezeliyyât’ındaki manzumelerde “Hevâî” mahlasını tercih etmiştir. Neşâtengiz ve Hezeliyyât adlı eserler vermiştir. Pertev Paşa, asıl adı İbrahim Edhem iken şiirde kullandığı Pertev mahlası dolayısıyla Edhem Pertev olarak tanınmıştır. Türkçeye nazmen çevirdiği Voltaire’den Münacat, Rousseau’dan “Beka-yı Hayat”, Victor Hugo’dan “Tıfl-ı Naim” adlı şiirleri vardır. “Tıfl-ı Nâim” ürkçede yerli unsurları da içine alan ilk “ode” denemesidir. Ode , Lirik duyguların ifadesi için kullanılan vezinli veya vezinsiz yazılabilen uzun şiire verilen addır. Şeref Hanım , 1809’da İstanbul’da doğan şair, Mevlevîlik düşüncesine bağlıdır. Şeref Hanım’ın divanında Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye dair altı manzumede yetmiş kadar beyit yer almaktadır. Şeyhülislam Ârif Hikmet , Mecmûai Eş’âr ismiyle kayıtlı bulunan Ârif Hikmet’in şiirleri Mehmed Ziver tarafından bir araya getirilerek Divan-ı Arif Hikmet Beyefendi adıyla yayımlanmıştır. 1592- 1837 yılları arasında yaşamış 203 şairin hâl tercümesini mahlaslarına göre sıraya koyarak veren Tezkire-i Şu’âra ise tezkire türünde önemli bir eserdir. Yenişehirli Avnî , 1827 yılında bugün Yunanistan sınırları içinde kalmış olan Yenişehir’de doğan şairin asıl adı Hüseyin’dir. Eski şiirin “bakıyyetü’s-selef ” denilen son temsilcilerinden biri olarak tanınmaktadır.
19. Yüzyılın İlk Yarısında Türk Nesri
Nesir türleri ve yazarlar: Tezkireler: 19. yüzyılın ilk yarısında kaleme alınan nesir türleri ve bu türlerde ön plana çıkan yazar ve eserler şu şekildedir: Tezkîre-i Şu’arâ-yı Şefkat-i Bağdâdî, Bağçe-i safâ-endû, Ârif Hikmet Tezkîresi, Hâtimetü’l-eş’âr, Mecmuâtü’t-terâcim, Kâfile-i şu’arâ. Tarihler: Mütercim Âsım’ın eseri Tarih-i Âsım veya Vaka-i Selimiye isimleriyle tanınmıştır. Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle olarak bilinen hukuk kitabını hazırlayan komisyonun başkanlığını yapmıştır. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye veya kısaca Mecelle olarak bilinen eser, 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları kitabıdır. Osmanlı tarih yazıcılığının en önemli isimlerinden biri olan Ahmet Cevdet Paşa’nın, Târih-i Cevdet, Tezâkir, Ma’rûzât isimli eserleri önemlidir. Bunların dışında Ahmed Vefik Paşa’nın Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Sultan Abdülaziz’e kadar olan dönemin askerî, siyasi ve kültürel boyutlarını altı bölüm hâlinde anlattığı Târih-i Osmânî adlı eseri, Abdülhak Hâmid Tarhan’ın babası Hayrullah Efendi’nin Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sultan I. Ahmed devrine kadar geçen dönemi Batılı kaynaklara da başvurarak anlattığı Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Târîhi isimli eseri, Maraşlı Mehmed Fevzî’nin beş ciltlik Osmanlı Tarihi, Mehmed Şâkir Paşa’nın ilk iki cildinde Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan İstanbul’un fethine kadar geçen dönemi anlattığı Yeni Osmanlı Târihi adlı eseri, Ali Cevad’ın Mükemmel Osmanlı Târihi ve Mehmed Tevfik Paşa’nın Telhîs-i Târih-i Osmânî adlı eseri bu özel tarih kitapları arasında sayılabilir. Biyografiler: Müstakim-zâde Süleyman Efendi’nin Osmanlı şeyhülislamlarını konu edinen Devhâtü’lmeşâyih’ine yazdığı zeylle ön plana çıkar. Ravzatü’lazîziye ise Hz. Peygamber’in şeceresinden başlamak suretiyle dört halife ve on iki imam, İslam hükümdarları ve Osmanlı padişahlarının, sadrazamların, şeyhülislamların, kaptan paşaların ve Mısır hidivlerinin kısa biyografisini içerir. Ahmed Rıf’at diğer önemli biyografik eseri Devhatü’n-nukabâ’da 1495’ten başlayarak 1861 yılına kadar görev yapan nakîbü’leşrâfların hayat hikâyelerine yer verir. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî yahut Tezkîre-i Meşâhîr-i Osmâniyye adlı eserinde Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1899’a kadarki dönem içinde yaşamış ve devletin çeşitli kademelerinde çalışmış, farklı mesleklerden tanınmış kişilerin biyografilerini alfabetik sırayla toplamıştır. Sefaretnâmeler-Seyahatnâmeler: 19. yüzyılın ilk sefaretname müellifi Abdurrahim Muhib Efendi’nin Küçük Sefaretnâme ve Büyük Sefaretnâme eserleridir. Sefaretnâme-i Fransa, İran Sefaretnâmesi, Musavver İran Sefaretnâmesi, İtalya Sefaretnâmesi, Avrupa Risâlesi önemli diğer önemli sefaretnâmeler olarak dikkat çeker. Seyahatnameler ise Sefernâme-i Hayr ve Ayâtü’l-Hayr, Seyahatnâme-i Hudûd şeklindedir. Sözlükler-Gramer kitapları: 19. yüzyılın ilk yarısında sözlük alanında ön plana çıkan isim Mütercim Âsım’dır. Yazarın bu türde hazırladığı eserler şunlardır: Tuhfe-i Âsım, Tibyân-ı nâfî’ der-tercüme-i Burhan-ı Kâtı, El-Okyanusü’l-Basît fî Tercümetü’l- Kâmûsu’l- Muhit. Mütercim Âsım’ın çalışmaları dışında Yenişehirli Avnî’nin bazı bilimlere ait terimlerin ve özel kelimelerin anlamlarını açıkladığı Istılâhât Lügati, Hayrullah Efendi’nin Lügat-ı Tıbbiye ile Şemseddin Samî’nin Kâmûs-ı Türkî isimli çalışmaları Önemlidir. Ahmed Cevdet Paşa’nın Kavâid-i Osmâniyye adlı eseri, Türkçede yayımlanan ilk gramer kitabı olarak önem taşır.
Yeni nesir anlayışının ilk işaretleri: 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlıdaki siyasal ve toplumsal olaylar kültür ve sanata etki etmiş, bu konuları yazan şair ve yazarların, görüşlerini kamuoyu ile paylaşmak istemesi nesir alanında yeniliklerin doğurmuştur. Takvim-i Vekâyi adını taşıyan ilk resmî gazetenin ilk sayılarında eski süslü nesir diliyle yayın yapan gazetenin dili, kamuoyunu aydınlatmak hedefi belirdikçe sadeleşmeye başlar. Aynı yıl kurulan Bâbıâli Tercüme Odası ile nesir dilindeki sadeleşme daha önemli bir safhaya girer.