TARİH FELSEFESİ I - Ünite 3: Tarih Felsefesinin Ortaçağdaki Kökenleri 1: Hıristiyan Ortaçağı ve Augustinus Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Tarih Felsefesinin Ortaçağdaki Kökenleri 1: Hıristiyan Ortaçağı ve Augustinus

Ortaçağ Avrupa Kültürünün ve Felsefesinin Temel Özellikleri

Bazı felsefe tarihçilerine göre, Ortaçağın din temelli düşünce yapısı bir geçiş dönemi düşünürü sayılan Plotinos ile başlar. Plotinos, mistik-panteist bir düşünce ortaya koymuş ve her türlü maddeciliğe tutarlı biçimde karşı çıkmış düşünürlerdendir. Plationos’a göre gerçek maddeden oluşmaz yalnızca tinsel niteliktedir. Ruh da bedenden önce var olmuş temel bir neden veya ilkedir. Fakat Plotinos’ un varlık anlayışı, yalnızca ruh öğretisi bakımından değil, tüm var olanların var olmasına olanak tanırken, kendisi başka hiçbir varlığa gereksinmeden var olan “Bir” (To H?n) savı bakımından da özellikle Hıristiyanlığın faydalandığı bir felsefe sistemi olmuştur. Söz konusu “Bir”in soyut olarak kavranamaması, ne olduğu değil de ne olmadığına ilişkin bilgilere sahip olunması ve her şeyin kendisinden türediği inancıyla “salt iyi” veya “en yüksek” olması çok tanrıcılığı savunanlar kadar Hıristiyanların da Tanrı inançlarını şekillendirmede Plotinos’tan yararlanmalarına sebep olmuştur.

Hıristiyanlığın Avrupa’da Antikçağ Yunan kültürünün yeniden keşfedildiği, yeniden doğuş olarak da adlandırılan Rönesans dönemine kadar savunulan “düşünceyi dondurucu” etkilerini ve Batı’da Ortaçağ için olumsuz tanımlamalar kullanılmasının temelleri iki unsurla açıklanacaktır. Birincisi, Hıristiyanlığın Ortaçağ kültürü üzerindeki etkilerine ilişkin genel bir özet, ikincisi ise Ortaçağ düşüncesinin ilk dönemini temsil eden Kilise Babaları (veya Patristik) döneminin düşünce yapısının tanınmasına katkı sağlamaktadır.

Hıristiyanlık Temelli Ortaçağ Felsefesi

Antikçağ Yunan düşüncesi ve buna bağlı olarak gelişen Yunan kültürü Platon ve Aristoteles gibi önemli sistem filozoflarının yapıtlarıyla zirveye ulaşmıştır. Ancak ünlü felsefe tarihçimiz Macit Gökberk, Yunan kültürünün M.S. 5. yüzyıla kadar etkisini sürdürdüğünü ancak daha sonra zayıflamaya başladığını ileri sürmüştür. M.S. 529 yılında Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Iustiniaus, Platon tarafından kurulan ve Yeni- Platoncu (Plotinosçu) eğilime sahip olan Akademia’yı kapatarak, Hristiyanlığa aykırı gördüğü Yunan felsefesinin okutulmasının yasaklamış, düşünce özgürlüğü ve farklı görüşlere saygı açısından Hıristiyan Ortaçağının genel tutumunu yansıtan çarpıcı bir örnek ortaya koymuştur. Gökberk’e göre bu durum “Antik felsefenin sona erdiğinin dışsal belirtisi” olarak yorumlanmaktadır.

M.S. 375 yılında Kavimler Göçü ve M.S. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı gibi olayların Ortaçağ’ın siyasal ve toplumsal anlamda başlangıcı olduğunu biliyoruz. Bu büyük ve kitlesel olaylar, Antikçağ Yunan medeniyetinde serpilip ortaya çıkmış ve felsefi- bilimsel niteliği ağır basan kültürün de varlığını tehdit etmiştir. Antikçağda var olan kültür değerlerini geleceğe aktarma rolünü üstlenen Katolik Kilisesi, kendine uygun düşünceleri korurken, aykırı olanları uzun süre boyunca tarihin karanlık sayfalarına gömmüştür.

Kilise’nin Antikçağ felsefesine ilişkin benimsediklerini, “barbar” yani henüz Hıristiyanlığı kabul etmemiş olan Roma- Germen toplumlarına öğretmesiyle, Antikçağ düşüncesi Hıristiyanlaşarak Avrupa’da yayılmaya başlamıştır.

Ancak, Antikçağ’ da Yunan toplumunun tartışma ve çatışmalarla geliştirdiği düşünce, önce dinden uzaklaşıp salt bilmenin kendisi için bilmeden -yani theoria etkinliğinden- duyulan mutlulukla başlayarak gittikçe praxis’in ahlâk ödevlerinin ve dinsel özlemlerin yörüngesine kayarken; Ortaçağ Hıristiyan dünyasındaki düşüncenin gelişimi Yunan düşüncesiyle ilgili söylenilenlerin tam tersi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortaçağ düşünürleri, Antikçağ’ a ilişkin benimsenen düşünceleri ve felsefeyi, “bulunmuş bir doğru” olarak benimseyip, deyim yerindeyse “hazır paket program” kabul ettikleri bilgi toplamının bazı tutarsızlıklarını gidererek bu toplamın çeşitli kısımlarında onarımlar, düzeltmeler yaparak onları işleme yolunu tercih etmiştir.

Kilise Babaları Dönemi (Patristik Felsefe)

Kilise Babaları, Ortaçağ’a temel karakterini kazandıran Hıristiyan felsefesinin zeminini hazırlayan düşünürler için kullanılan bir kavramdır. Kilise Babaları’nın Hıristiyan dogmalarını Antikçağ Yunan felsefesinin araçlarıyla şekillendirerek inancı kavramsal hale dönüştürdükleri bu döneme Patristik Felsefe de denir. Ortaçağ felsefesinin ana bölümünü oluşturan bu dönemde yazılanların büyük çoğunluğu Hıristiyanlığı, diğer inançlara karşı savunan, genel dinler tarihi ve dogmaların tarihini ilgilendiren metinler oluşturmuş olsa bile, bu dönemin felsefeyle ilgili düşüncelerin bulunduğu bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Bu döneme hâkim olan düşünce akımı gnostisizm, başlıca düşünürleri ise Kartacalı Tertullianus, İskenderiyeli Clemens, Origenes ve skolastik düşünceye geçişin sembolü olarak görülen Augustinus’tur.

Hıristiyan Tarih Düşüncesi ve Tarihçilik

Ortaçağ tarih anlayışının bütününü etkilemiş olan Hıristiyanlık tarihi anlayışı, çoğunlukla Yahudilik tarihinden etkilenmiştir. Yahudilik, ilk insanın yaratılışını başlangıç kabul eden ve İsrailoğulları toplumunun Tanrı tarafından yönlendirilmesiyle ilişkili olarak geliştirilmiş ve tarihsellik temeline oturtulmuş bir din olarak karşımıza çıkmaktadır.

Eski Ahit’de (Tevrat) yer alan dünya tarihi, Dinkler’e göre, Tanrı ile Şeytan arasındaki mücadeleyi esas alan, insanın ilk günah yüzünden yeryüzüne gönderilmesiyle devam eden ve tarihin gidişini belirleyen bir anlatıya sahiptir.

Hıristiyanlık da Yahudiler arasında ortaya çıkmış bir din olarak, bu tarih anlayışından etkilenmiş, İsa Peygamber, Tanrının bedenine bürünmüş (Inkarnation) olarak tarihsel süreçte yer alması şeklinde yorumlanmıştır. Yahudilikte Tanrı, tarihe dışardan dâhil olmuş mutlak bir varlık olarak yorumlanırken, Hıristiyanlıkta Tanrı’ya tarihsellik atfedilmiştir.

19. yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olan Wartenburg’ a göre Yahudilik ve Hıristiyanlık, toplumun yaşamına ilişkin Antikçağ Yunan düşüncesinde var olmayan yeni ve özel bir zaman anlayışı oluşturmuştur. Ortaya çıkan bu anlayış, Yeniçağ ile birlikte ne kadar dünyevi hale gelmiş olsa da, Batı düşüncesinde hâkim olan anlayış hemen hemen tüm tarih felsefecilerine yansımıştır.

“Çizgisel” olarak bilinen bu zaman anlayışında, fizikselden ziyade belli bir başlangıç ve bitişi olan, sonunda insanların ödül-ceza sistemine göre yargılanacağı, başlangıçtan bitişe kadar içinde süreklilik ve gelişim barındıran, tanrı-bilimsel (teolojik) bir anlayış olarak karşımız çıkmaktadır ve Batı’da tarih bilincinin uyandırılması adına atılan önemli bir adımdır.

Mircea Eliade’ye göre; İsa’nın, Tanrı’nın yeryüzündeki yansıması olarak yorumlanması ve tarihin Tanrı’nın varlığının başka bir boyut olarak karşımıza çıkması, tarihin yeniden “kutsal tarih” haline gelmesine sebep olmuştur, ancak söz konusu “kutsal tarih”, eski dinlerde bahsedildiği gibi efsanevi bir bakış açısı barındırmaz. Bahsedilen kutsal tarih, Eliade’ ye göre, felsefeden ziyade tanrıbilime (teolojiye) ulaşmıştır; çünkü “insanlığın kurtuluşu” olarak ifade edilen tarihin amacı, bu dünyadaki tarihin kendisini araç haline getirmiştir: “Kurtuluş” ile insanın ilk yaşadığı cennet eş anlamlı olarak kabul edildiğinde, “tarihin sonu”, tarih felsefesinden ziyade tanrıbilimin (teolojinin) bir sorunu haline gelmiştir.

Ortaçağ ile ilgili dikkat çekici incelemeleriyle tanınmış düşünür Etienne Gilson, Ortaçağ Felsefesinin Ruhu adlı çalışmasında Hıristiyanlık tarihinin başlıca özelliklerini şu şekilde özetlemiştir:

  • Hıristiyanlık tarih anlayışı, insanı doğaüstü bir amaca sevk ederek, kendi zamanının tarih anlayışını ve tarihsel bakış açısını değiştirmiştir. Zaman anlayışı da, bu amaç temelinde meydana gelmiştir.
  • Hıristiyanlık, Tanrı’nın başlangıcının belli olmamasının ve sonsuz olması ile varlıkların gelip geçici olması arasında sıkışıp kalmış insana, İsa Peygamber vasıtasıyla, sonsuzluğa kavuşmanın yolunu göstermiştir.
  • Yunan düşüncesinde var olan döngüsellik ve sonsuz dönüş yerini süreklilik kavramına bırakmıştır. Zaten amacın olmadığı yerde, gelişme sürecinden söz edilemez.
  • Hıristiyan düşüncesine göre, insanlık tarihinin sürekli gelişme gösterdiği düşüncesi hâkimdir. Ancak bu gelişim, kusursuz bir amaca hizmet eden ve düzenli olayları beraberinde getiren bir tarih olarak kabul edilir. Ünlü İngiliz tarih felsefecisi Robin George Collingwood da Hıristiyan tarih düşüncesinin sonraki düşüncelere olan etkilerinden bahsederken, zaman zaman Gilson ile aynı düşünceleri savunduğu görülmektedir. Ancak Collingwood’ a göre; Ortaçağ Hıristiyan dünyasında, tarih sürecinin temel amacının insanın iyi olması olduğu ve insanın temel eylemci olduğu bir “Tanrı muradı” olarak görüldüğünü söyleyebiliriz.

Collingwood’ un sahip olduğu bu görüşlerle birlikte, bu tarih düşüncesinin Ortaçağ’da yaygın olan tarih yazıcılığını nasıl etkilediği konusunda değinilmesi gereken bazı noktalar şunlardır:

  • Hıristiyan düşüncesinin hâkim olduğu bir dönemde yazılan tarih, insanlığın kökenine kadar inen ve çeşitli insan topluluklarının ortaya çıkmasıyla, dünyanın yaşanabilir bölgelerini canlandırdıkları, uygarlıkların ve devletlerin yükseliş ve çöküşlerini simgeleyen betimsel evrensel (oecumenical) bir tarihtir.
  • Hıristiyan tarih, olayları insanların bilgeliği yerine Tanrının olayların akışını önceden düzenlemesine bağlayacaktır ve bu anlayış tarihi hiçbir karakteri yazarın gözdesi olmayan ve yazarın Tanrı olduğu bir piyes olarak yorumlayacaktır.
  • İsa Peygamber’in tarihsel yaşamını milat olarak kabul ederek, önceki ve sonraki olayları bu bakış açısıyla vahiy öncesi ve vahiy sonrası olarak değerlendirecektir.
  • Vahiy öncesi ve sonrası olarak ayrım yapılması, alt bölümlere ayrılma ihtiyacını da beraberinde getirecek ve tarih, her biri kendine ait özellikleri olan ve kendisinden öncekiyle sınırlı ve “çağ açan olay” olarak adlandırılan çağlardan/dönemlerden oluşan bir olaylar zinciri oluşacaktır.

Augustinus: İlk Tarih Filozofu

Augustinus’un Hıristiyan tanrıbilimden yararlanarak ortaya koyduğu tarih anlayışı, tüm Ortaçağ boyunca Kilise’nin de resmi tarih görüşü olarak benimsenmiştir.

Augustinus’a göre Tanrı, zamanın dışında, yarattığı her şey ise zamanın içindedir. İnsan, Tanrı tarafından özgür yaratılmış olsa da hisleri ve gururu, Adem’de de olduğu gibi günaha sürüklemekte ve kötüye yöneltmektedir. İnsanları, bu günah ve kötülükten yalnızca Tanrı Kayrası (Gratia) kurtarabilir. Iustus Dei, yani Tanrı’nın adaleti, insanı ödüllendirecek veya cezalandıracak en yüksek ölçüttür. Tanrı’nın oğlu İsa Peygamber “seçilmiş” insanlara yani Hıristiyanlara kurtuluşu müjdelemek amacıyla yeryüzünde bedenlenme- Inkarnation olarak görülmüştür. Bu görünme, sonu Eskaton (Tanrı mahkemesi, kıyamet) olan tarihsel sürecin de başlangıcıdır.

Augustinus, tanrıbilimsel unsurlar barındıran bu görüşleriyle; tarihi, bir daha tekrarlanmayacak olaylardan meydana gelen bir defalık süreç olarak tanımlamaktadır.

Augustinus’un en önemli yazılı metni De Civitate Dei (Tanrı Devleti Üzerine) adlı eserdir. O’na göre, Tanrı Devlet, “gelecekte kurtuluşa ermiş insanların kuracağı devlet” şeklinde tanımlanmaktadır. Buna karşılık, Yeryüzü Devleti (Civitas Terrana) ya da Şeytanın Devleti (Civitas Diaboli) bu dünyada günah ve kötülüğe uyanların devleti olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarih, tam da böyle iki tür bir devletin birbirlerinden kopuşlarının süreci olarak anlam kazanır.

Augustinus’a göre dünyaya gelmemizin amacı; insan için bu dünyada Tanrı Devleti gibi tam ve yetkin bir devlet kurma imkanı bulunmasa da insanlar, böyle bir devleti örnek alarak ve “iman dolu bir savaş vererek”, günaha ve kötülüğe değer vermeden, b dünyadaki hayatlarını “kurtuluş” ile tamamlayacakları eylemleri seçebilirler. Çünkü Tanrı insanı en baştan özgür yaratmıştır.

Tanrıbilimsel tarih felsefesi, sadece Hıristiyan Ortaçağ’ında değil; Rönesans, Reform ve Aydınlanma gibi süreklerden geçerek gittikçe Dünyevi-laik bir niteliğe bürünen Yeniçağ Avrupa kültüründe ortaya çıkan tarih metafiziklerinde de etkisini göstermiştir.

Bu teolojik yaklaşım, Doğan Özlem’ in haklı olarak belirttiği üzere, felsefe açısından Aristoteles’ in yerleştirip yaygınlaştırdığı theoria-historia arasındaki karşıtlığı aşamamıştır. Bununla birlikte, Augustinus’ un kendisi bile bilgi alanlarını sınıflarken, tarih yazımına (historiografya) gramerin yanında yer ayırmıştır. Bu etki tüm Ortaçağ’ a hâkim olan bir etkidir.