TEFSİR - Ünite 6: Hucurât Suresi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 6: Hucurât Suresi
Medine'de inmiştir, 18 ayettir. Hucurât suresi, hakkında en çok nüzul sebebi bulanan surelerden biridir. (Nüzul sebepleri için kitaba bakınız.) Surenin fasıla harfleri, nûn ve mim harfleridir. Surenin ana konusu; yeni oluşmakta olan toplumda ahlaki değerlerin inşasıdır. Allah'a ve Resulüne saygı ve bağlılık gelmektedir.
Suredeki Bazı Kavramlar:
Fasık: Kök anlamı fışkırmak, çıkıp gitmek tir. Terim olarak haktan sapan, Allah'a itaatten ayrılan, asi anlamına gelmektedir. Hem Müslümanlar, hem de kâfirler için kullanır. İlkinde günaha yönelmek , diğerinde dinden çıkmak anlamı ön plandadır. Bu surede; 6. ayette, yanl ı ş bir davran ı ş sergileyen Müslüman kimse için; 7. ayette, Allah 'ı n çirkin gösterdiği şeylerden birinin de füsûk olduğu belirtilirken ve 11. ayette, insan ı n Müslüman ismini ald ı ktan sonra, füsûk (günahkârl ı k) ismini almas ı n ı n ne kadar kötü olduğu vurgulanırken kullanılm ı şt ı r.
Nebe' : Haber demektir. Peygamber kelimesini ifade eden iki kelimeden biri olan nebî de (çoğulu: nebiyyîn ve enbiyâ ) bu kökten türeyen bir sözcüktür. Kur'ân -ı Kerîm'in 78. suresinin ad ı da Nebe'dir. Peygamberlerden (9/70; 26/69; 28/3) ve geçmiş milletlerden, topluluklardan (5/26; 7/175) bahsedilirken nebe ' kelimesinin kullan ı ld ı ğ ı görülmektedir. Çoğul olarak hem geçmişte olanlar ı (3/44; 11/49), hem de gelecekte olacaklar ı (6/5; 26/6) ifade etmede kullan ı lmaktad ı r.
Tâife: Grup , demektir. Fırka gibi diğer kelimelerle karşılaştırıldığında tâife, daha az sayıda insanı kapsamaktadır. Bundan, ayetteki bağlam dikkate alındığında Cenab-ı Allah'ın Müslümanların birbirleriyle kitlesel olarak savaşmasına rıza göstermediği sonucunu çıkarmak mümkündür.
Kıst: Bu kelime, adl/adalet demektir. Ancak adl ile kıst arasındaki fark, kıst" ın görünür olmasında yatmaktadır. Ölçüye, tartıya kıst denmesinin sebebi, bunun görülebilen, hissedilebilen bir özellik taşımasıdır. Bu kökten gelen sülâsî mücerred ( قَسَطَ ) zulmetti, sülâsî mezid ( أَقْسَطَ ) adaletle davrandı, adil oldu anlamına gelmektedir. ( عدل ) fiilinin anlamları arasında, hem adil oldu, adaletle davrandı, hem de şirk koştu gibi birbirinden oldukça farklı manalar vardır. Dolayısıyla bu anlamdaki her iki fiilde de zıt anlam bulunmaktadır.
Takvâ: Kur’ân-ı Kerîm’in ana kavramlarındandır. Bu surede iki kez fiil , bir kez masdar , bir kez de ism-i tafdîl formunda geçmektedir. Bu kelimenin manası, güçlü birinin himayesine girip korunmak demektir. Buna paralel olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak, çekinmek gibi anlamlar da öne çıkmaktadır.
Zan: Kesin olmayan, gerçekliği net olmayan; kesin bilgiyle şüphe arasındaki bilgi türüdür. Türkçedeki zandan, zannetmekten farklı bir manaya sahiptir. Bilginin değeri bakımından ilim kavramından bir alt kategoriyi oluşturmaktadır. Zan, ihtimal üzere bir hüküm vermektir.
Tecessüs: Asıl anlamı, birinin hastalığını anlamak için nabzını tutmak, kontrol etmek demektir. Bilinmeyen bir şeyi ortaya çıkarmaktır. Câsûs kelimesinin de buradan geldiği düşünülürse, tecessüsün ince, detaylı, gayretli araştırma demek olduğu daha iyi anlaşılabilir. Buradaki bağlamında insanların ayıplarını, kusurlarını araştırmak, onları öğrenmeye çalışmaktır . Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle düşünmek, bilmek, sanmak anlamlarındadır.
Minnet: Kelimenin asıl manası, kesmek tir. İki temel anlamı vardır: İhsan etmek, vermek, bağışlamak . Bu bağlamda nimet vererek insanın ihtiyaçlarının sonunu getirmek, sona erdirmek demektir. Bu suredeki anlamı dikkate alındığında, yapılan iyi bir davranışı, bir iyiliği söylemek, başa kakmak demektir. Bu ikincisi de yapılan iyiliğin sonunu getirir, bereketini kaldırıp yok eder.
1-3. ayetler: Müfessirler, medenî surelerin özellikleri arasında ( يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ) hitabını da saymaktadırlar. Söz konusu ifadenin burada beş kez (1., 2., 6., 11. ve 12. ayetler) geçmesi, başta söylenen bu surenin medenî oluşuna bir delildir. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde Allah ve Rasul kelimeleri birlikte geçmektedir: Allah ve Resulüne savaş açmak (2/279), Allah ve Resulüne itaat etmek (3/31), işi Allah ve Resulüne havale etmek (4/59), Allah ve Resulüne hicret etmek (4/100), Allah ve Resulüne iman etmek (4/136), Allah ve Resulüne ihanet etmemek (8/27), Allah ve Resulünden bir ültimatom gelmesi (9/1), Allah ve Resulünü inkâr etmek (9/80), Allah ve Resulüne davet edilmek (24/48) ve bu ayette Allah ve Resulünün önüne geçmemek : Hepsinde Peygamberin (a.s.) varlığına, şahsiyetine, yerine ve önemine vurgu vardır. Anlatılmak istenen husus, "Ben gönderdiğim elçiye bu kadar değer verdim, adını, kendi adımdan hemen sonra zikrettim, siz de buna dikkat edin!" dir. "Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin" emri, mecazdır. Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir, dolayısıyla bu ifade, "Allah'ın emirlerini çiğnemeyin, onları dikkate alın, onları uygulama konusunda gevşek davranmayın!" demektir. Burada altı çizilmesi gereken asıl nokta; Allah'ın varlığı, emirleri, kısacası Onunla ilgili her şey, Peygamber (s.a.v.) üzerinden geldiğinden, ona gösterilmesi gereken saygı ve bağlılıktır. Peygamber (a.s.), Müslümanlar için hayatın merkezidir. Bu ayet, Allah'a ve Resulüne muhalefeti yasaklamakta, daha genel bir ifadeyle Kitap ve Sünnet'e karşı söz söylememeyi ve eylemde bulunmamayı emretmektedir. Ayette mefulün zikredilmemesinde şöyle bir nükte vard ı r: Sadece belirli bir konu ve alanda değil, her konuda, her yerde, her zaman Peygamber'in (a.s.) sözlerini, davran ı şlar ı n ı dikkate al ı n, yerinizi bilin. Yüce Kitab ı n enteresan özelliklerinden biri de, nazik konular ı anlatt ı ğ ı nda, ard ı ndan hemen, Allah'a karş ı dikkatli olunmas ı na yapt ı ğ ı çağr ı d ı r (bu surede 10. ve 12). Korku anlamı daha merkezi ve daha ön planda olan ( خاف ) ve ( رهب ) gibi bir fiilin değil de, saygıyı, nezaketi, dikkati de içinde barındıran ( اتقى ) gibi bir fiilin seçilmesi üzerinde önemle durulmalıdır. İlk fiil Kur’ân’da zaman zaman kullanılmakla birlikte, Allah’a karşı sergilenmesi gereken tutum ve davranış anlatılırken genellikle son fiil kullanılmaktadır. Ayetin sonunda Allah’ın duymasına ve bilmesine işaret edilmekte, Allah’ın bilgisinin derinliği, genişliği, dolayısıyla her şeyi en iyi şekilde bildiği, insanların da buna göre davranması gerektiği hatırlatılmaktadır. Sonraki iki ayet-i Kerîme, Hz. Peygamber (sav)’le davranışların nasıl olması konusunda somut bir örneği içermektedir. Rasülüllah (sav)'a sayg ı konusu, en belirgin şekilde Ahzâb 33/56. ayette belirtilmiştir. Bu ayet-i Kerîmede Peygamber'e (a.s.) sayg ı gösterilmesi emredilmeden önce Allah ve meleklerinin ona salât ü selamda bulunduklar ı bildirilmiştir. 2. ayette Müslümanlar iki şeyden yasaklanm ı şlard ı r: Seslerini Allah Rasülünün sesinin üstüne ç ı karmaktan; onunla birbirleriyle konuştuklar ı gibi konuşmaktan . Muhammed Hamdi Yazır, ilkinin ileri gitmeyi , ikincisinin ise eşitliği yasakladığı yorumunu yapmaktadır. Bunlar dikkate alınmadığında karşılaşılacak şey, yapılan amellerin değersizleşmesi , yok olmasıdır. "Amellerin yok olması", Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde temas edilen bir konudur. Bunun gerekçeleri arasında imanı inkâr etmek (5/5), şirk koşmak (6/88), Allah'ın ayetlerini ve ahireti yalanlamak (7/147), Allah'ın indirdiğini beğenmemek (47/9), Allah'ın rızasını beğenmemek (47/28) gibi konular sayılmaktadır. Allah Resulünün yan ı nda seslerini k ı sanlar için bir bağ ı şlanma ve büyük bir sevab ı n olduğu haber verilmektedir. Burada dikkati çeken nokta, konunun takvayla ilişkilendirilmiş olmas ı d ı r. Peygamber'e (a.s.) sayg ı s ı z davranmakla takvadan yoksun ve uzak olmak aras ı nda bir paralellik kurulmuştur. Ayette bahsedilen kişiler Allah 'ı n yapt ı ğ ı s ı nav ı başar ı yla geçenler; takva sahibi olanlard ı r. Hz. Peygamberin huzurunda seslerini yükseltenler, ayn ı zamanda takvadan mahrum olanlard ı r.
4-5. ayetler: İnsanlar birbirleriyle yüz yüze konuştukları gibi birbirlerine uzak oldukları zaman seslerini yükselterek de konuşurlar. Duruma bağlı olarak bazen de seslerini yükseltmek zorunda kalabilirler. Bunu yaparlarken seslerinin duyulmadığını değil, konuşmak istedikleri kişinin uygun olmayabileceğini de düşünmelidirler. Israrcı olmamak, dolayısıyla çevreye zarar vermemek lazımdır. Kur'ân -ı Kerîm'in birçok yerinde sab ı r konusuna değinilmektedir. Peygambere (s.a.v.) sabr ı n emredilmesi (46/35), peygamberlerin yalanlanmalar ı na rağmen sabretmeleri (6/34), Allah 'ı n sabredenleri en iyi şekilde ödüllendirmesi (16/96), Müslümanlara Allah'tan sab ı r duas ı nda bulunmalar ı n ı n emredilmesi (2/250) bunlardan birkaç ı d ı r. 5. ayetten bazen insanlar ı n isteklerinin an ı nda karş ı lanmas ı n ı n mümkün olmad ı ğ ı n ı anlamaktay ı z. İhtiyac ı m ı z ı gidermesini beklediğimiz kişi, o an itibar ı yla uygun olmayabilir. Dolay ı s ı yla şartlar ı n uygun olmas ı n ı beklemek gerekmektedir. Cenab-ı Allah'ın ğafûr ve rahîm oluşu, Kur'ân-ı Kerîm'de zaman zaman üzerinde durulan konulardan biridir. Bazen ğafûr , bazen de rahîm sıfatı önce söylenir. Burada Allah'ın mağfiret sahibi olduğu önce, merhamet sahibi olduğu ise sonra ifade edilmiştir.
6-8. ayetler: Edinilen bilgi ve haberden daha önemli olan, bunu bize ulaştıran kişinin şahsiyetidir, güvenilir olup olmadığıdır. Ayette bu kişiden fâsık olarak bahsedilmiştir. Bu ayet-i Kerîme, büyük günah işleyenin Müslüman olduğunu söyleyenler için bir delildir. Ayette fâsık ve nebe ' isimlerinin nekre/belirsiz kullan ı lmas ı, anlam ı genelleştirme içindir, bu araşt ı rma konusu, bütün fas ı klar ve onlar ı n getirdiği bütün haberler için geçerlidir. Çünkü fas ı kl ı ktan, dinin emirlerini çiğnemekten sak ı nmayan, yalan söylemekten, ortal ı ğ ı kar ı şt ı rmaktan da sak ı nmaz. Bu ayette adil, doğru ve güvenilir kimsenin verdiği haberin delil olduğuna, fasığın şahitliğinin muteber olmadığına delil vardır. (Muhaddisler hadis ravilerinin hayatlarını, kişiliklerini araştırmak, öğrenmek için Cerh ve Ta'dîl ilmini ihdas etmişlerdir.) Fasığın getirdiği habere nasıl bir yaklaşımda bulunulması gerektiği durumu, fe-tebeyyenû fiiliyle anlatılmıştır. Fiilin başındaki fe edatı, araştırmanın zaman geçirilmeden, hemen yapılmasına işaret etmektedir. Çünkü kaybedilecek zaman neticesinde telafisi mümkün olmayan sonuçların doğması mümkündür. Tebeyyün; araştırmak, incelemek demektir. Bu fiili fe-tesebbetû şeklinde okuyanlara göre anlam, karar verme aşamasında, iş iyice aydınlanıncaya kadar, ağır davranmak, acele etmemek, derinlemesine düşünmek demektir. Her iki kırâat de tedbirli davranmayı ifade etmektedir. Bu şekilde hareket etmenin amacı, pişman olmamak olarak belirlenmiştir. Pişmanlık insanı kolay terk etmeyen bir duygudur. Bu anlamı ifade eden nâdimîn' in türediği nedem kelimesi, vaki olan bir şeyin olmamasını temenni ederek üzülmek, kederlenmektir, bu üzüntü ve keder, sürekli olan bir şeydir. Yeri gelmişken Peygamberimizin şu sözünü de hatırlayalım: "Teennî ile hareket etmek Allah'tan, acele etmek ise şeytandandır." (Tirmizî, Birr: 66) "Eğer o, birçok konuda size itaat etseydi, haliniz çok kötü olurdu": Çünkü peşinden gidilen kişi, başkalarının peşinden gitmeye kalkarsa, orada işler alt üst olur. Ayetten, Peygamberin (s.a.v.) onların isteklerine uymadığı anlaşılmaktadır. Burada anet kelimesi üzerinde durmak gerekmektedir. Yüce Allah, bu durumu ifade etmek için çok özel bir kelime seçmiştir. Bunun anlamı, "kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması" dır. Tamiri çok zor bir sonuç ve ancak bu kadar ince bir mana ile ifade edilebilir. Eğer Hz. Peygamber (a.s.) Müslümanların istek ve arzularına uymuş olsaydı, ikinci kez kırılan kemiğin iyileşmesi ne kadar zor ise, bu uyma sonucunda ortaya çıkabilecek hadiselerin tamiri de o kadar zor olurdu. Allah'ın imanı sevdirmesinden, yalnızca bilginin yeterli olmadığı, bunun yanında sevmenin de lazım olduğu anlaşılmaktadır. Dinin başı sevgidir, Allah'ı, Onun Peygamberini (a.s.), Allah'ın dinine hizmet edenleri ve başkaları sevmek, hep imanın sonucudur. Allah imanı müminlere sevdirmekle kalmamış, onu kalplerinde bir süs yapmıştır. Allah, imanı sevdirmesi ve süslemesine karşılık üç şeyi onlara çirkin gösterdiğini haber vermektedir: İnkâr, günahkârlık ve isyan . Aslında sadece inkârı söylemiş olsaydı, imanın zıddı olması hasebiyle, yeterli olurdu. Buna ilaveten fâsıklık ve isyankârlığın zikredilmesinde, bu iki fiil sürekli olduğu takdirde küfre, inkâra sevk etme imkân ve ihtimalinin bulunmasına işaret vardır... Allah 'ı n iman ı sevdirdiği, onu kalplerinde süs yapt ı ğ ı, inkâr ı, günahkârl ı ğ ı ve isyan ı kendilerine çirkin gösterdiği kimseler doğru yolda, dosdoğru gidebilirler. Ayette geçen " er- râşidûn " kelimesi, Kur'ân -ı Kerîm'de yaln ı zca burada bir kez geçmektedir. Yukarıda sayılanların hepsi, Allah'ın ihsan ve ikramıdır. Allah; 'alîm' dir, her şeyi çok iyi bilir; 'hakîm' dir, yaptığını sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet, amaç bulunandır.
9-10. ayetler: Teorik olarak ayn ı Allah'a iman eden kimselerin birbirleriyle çat ı şmas ı, kavga etmesi anlaş ı lmaz gelebilir. Ancak onlar da insand ı r, duygular ı ve zaaflar ı vard ı r. Kendilerini kontrol edemezlerse, istenmeyen davran ı şlarda bulunabilirler. Ayetin baş ı nda izâ gibi bir zaman edat ı değil de, şart ifade eden in edat ı n ı n kullan ı lmas ı, Müslümanlar aras ı çat ı şman ı n istenmeyen bir hal olduğunu, bunun tabii olmad ı ğ ı n ı göstermektedir. Ayette iki gruptan söz edilmekte ve bu, tesniye olarak ( طَائِفَتَانِ ) şeklinde söylenmektedir. Ancak bu iki grubun davranış ve hareketi anlatılırken fiil ( اقْتَتَلُوا ) biçiminde cemi olarak ifade edilmektedir. İsim ile fiil arasında sayıyı ifade etmede bir uyumsuzluk görünmektedir. Bunun çözümü şöyledir: Tâifetân kelimesi her ne kadar tesniye olsa da, mana itibarıyla tâife/grup çoğul isimdir. Burada tâife kelimesinin lafzı değil, anlamı gözetilmiştir. Dolayısıyla iki kelime arasında, cümlede bir uygunsuzluk mevzu bahis değildir... Müslümanlar arasında bir savaş, bir kavga meydana geldiğinde duruma hemen müdahale edilmesi gerekmektedir. Bize bunu, ( فَأَصْلِحُوا ) fiilindeki fe edatı haber vermektedir. Bu emrin, “hemen onların aralarını bulun” emrinin muhatapları, iki grubun dışında kalan bütün Müslümanlardır. Müslümanlar, birbirlerine sessiz kalamazlar. Zalimin zulmüne göz yumamaz, mazlumu da kendi haline bırakamazlar. Söz dinlemeyen, isyana devam edenlere karşı Allah'ın emrini kabul edinceye değin sert tedbirlere, savaşa başvurulmasını emretmekte; çözüme yaklaştıkları takdirde, isyankârlarla savaşa devam edilmeyeceği, eğer devam edilirse, bu kez başka bir zulme ve yanlışa başlanmış olacağı bildirilmektedir. Ayetin üzerinde durduğu asıl konu, adil bir çözüm bulunmasıdır. Savaşan iki grubun arasını bulmak belki mümkündür. Ama bunu adalete uygun bir şekilde gerçekleştirmek zordur, ancak olması gereken budur. Ayetin son kısmında adalete arka arkaya üç kez vurgu yapılması, işin önemini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. 10. ayet-i Kerîme, belki de surenin en can alıcı ayetidir. Bu ayetten önce anlatılanları ve bundan sonra anlatılacak olanları anlamada, önemli bir yere sahiptir. Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerinin temelini, kardeşlik oluşturmaktadır ve kardeşlerin birbirleriyle kavga etmeleri, savaşmaları asla uygun değildir. Hem bu ayette, hem de bundan önceki barışı sağlama emrinin ( فَأَصْلِحُوا ) fe edatıyla gelmesi, bu tür sorunlar ortaya çıktığında, hemen üzerine gidilmesinin ve çözümlenmesinin önemine ve gereğine işaret etmektedir. Yukarıda birbirleriyle kavga eden Müslümanların anlatıldığı dikkate alınırsa, bu ayetten büyük günah işleyenin mümin olduğuna, her ne olursa olsun bunların kardeş olduğuna bir delil vardır. “İki kardeşinizin arasını düzeltin” emri verilirken, normalde zamirle ifade edilmesi gereken yerde ismin açıkça tekrar kullanılması, beynehümâ değil de, beyne ehaveyküm denilmesi, bu kardeşlik vurgusunu yeniden açıkça göstermektedir. Buradaki ( إِنَّمَا ) tahsis edatı da manaya derinlik ve zenginlik katmakta, kardeşlik duygusuna ayrı bir vurguda bulunmakta, kardeşliğin yalnızca müminler arasında olabileceğine işaret etmektedir. ( وَاتَّقُوا اللَّه ) emri, kardeşliğin tesisinde gevşek davranılmaması gerektiğini, böyle bir davranışın Allah’ı inciteceğini ihsas ettirmektedir. Ayetin son cümlesi olan “böylece rahmet edilenlerden olasınız” dan, kayıtsız kalmanın cezayı gerektiren bir hareket olduğunu, Allah’tan bağışlanma gerektiğini anlamaktayız.
11. ayet: İnsanların şeref ve haysiyetinin korunması ihmal edilirse, çeşitli sorunların ortaya çıkması muhtemeldir. Toplumsal barışın ve düzenin tesisinde, bunun gözden uzak tutulmaması gerekmektedir. Ayetin bir topluluğun başka bir toplulukla alay etmesini yasaklamasından, bireyin diğer bireylerle alay edebileceği hükmü çıkmaz. Bireyler, topluluğun bir parçasıdır. Dolayısıyla onlar da yasağın kapsamı içerisindedirler. Buradan çıkarılamayacak diğer bir sonuç da, erkeklerin kadınlarla, kadınların da erkeklerle alay edebileceğidir. Çünkü "erkekler erkeklerle alay etmesin" demek , "kadınlarla edebilirler" veya "kadınlar kadınlarla alay etmesin" demek "erkeklerle edebilirler" anlamına gelmez. Bu, hem "kendi cinsleriyle hem de karşı cinsleriyle alay etmesinler." demektir. Burada aynı zamanda 13. ayete de bir atıf vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de ( سخر ) fiilinin, münafıkların (9/79), kâfirlerin (11/38) peygamberlere ve Müslümanlara karşı gösterdikleri alaycı tavrı ifade ederken kullanıldığı görülmektedir. Bu fiilin Müslümanlarla bağlantılı olarak kullanıldığı tek yer, bu ayettir. Bu bize, Müslüman olmayanların bir davranışı olan bu alay konusundan tamamen uzak durmamız gerektiğini söylemektedir. İnsan onurunu aşağılayan diğer bir konu da, karşıdakini ayıplamaktır. "Kendinizi ayıplamayın" ifadesinde, enteresan bir nokta vardır. İnsan kendisini nasıl ayıplar? Ayetten anlaşıldığına göre müminler bir bütündür, herkes birbirinin parçasıdır. Birini ayıplayan, aslında kendisini ayıplamış olur, kendisinin ayıplanmasına da kapı açmış olur. Lemz, suhriyye ' den daha geneldir. Önce özel bir durum zikredilmiş, ard ı ndan daha kapsaml ı bir hüküm getirilmiştir. Ayette kaç ı n ı lmas ı, uzak durulmas ı istenen üçüncü nokta ise, müminlerin birbirine lakap takmalar ı d ı r. Bu da insan ı n şerefini rencide eden başka bir konudur. Lakap , övgü ya da yergi içeren s ı fatlard ı r, isimlerdir. Ancak durum nebz fiiliyle ifade edildiği, bu fiil de kötü lakap takmay ı anlatt ı ğ ı için burada "kötü lakap takmay ı n" anlam ı vard ı r. Karş ı m ı zdakilerin hallerine uygun lakap takmak, yasaklanm ı ş değildir. Hz. Ebû Bekir'e atîk ve sıddîk , Hz. Ömer'e fârûk , Hz. Hamza'ya esedullâh, Hz. Halid b. Velîd'e seyfullâh denmesi, güzel lakap takman ı n meşruiyetine birer delildir. Onun için künye koymak, sünnet olarak değerlendirilmiştir. Bu isim ve fiil, Kur'ân'da yaln ı zca bu ayette geçmektedir. Bu üç olumsuz davran ı ş zikredildikten sonra, bunlar ı n insan ı, dinin s ı n ı rlar ı n ı n d ı ş ı na ç ı karabilecek işler olduğunu ifade etmek için, bi'se yergi fiiliyle, mümin isminden sonra fâs ı k ismini alman ı n ne kadar kötü olduğuna dikkat çekilmiştir. Ayetin sonunda bunlar ı n tövbe gerektiren ameller olduğu, tövbe edilmediği takdirde zalim olunacağ ı vurgulanm ı şt ı r.
12. ayet: İnsanlar aras ı ilişkileri zedeleyen meselelerden olan; zan beslemek, kusur araşt ı rmak, g ı ybet etmek konularını ele almaktadır. "zannın çoğundan uzak durun" ve "zandan çokça uzak durun" şeklinde iki türlü anlam vermek mümkündür. Bu yasağın surenin 6. ayetiyle bir ilişkisini kurmak mümkündür. Zan , ihtimal taşıması hasebiyle böyle bilginin bir kısmı, hakla hiçbir şekilde örtüşmez. Zan, ikiye ayrılmaktadır: Sûi zan, hüsnü zan . Ayette uzak durulması istenen, birincisidir. İman edilmesi vacib olan konularda zan beslemek, onlara şüpheyle yaklaşmak haram olduğu gibi Allah ve salih insanlara, dine hizmet edenler hakkında sûi zanda bulunmak da haramdır. Allah'a ve Müslümanlara hüsnü zan beslemek gerekmektedir. 24/12. ayette müminlerden hüsnü zan beslemeleri istenmektedir. "Sizden hiçbiriniz Allah'a hüsnü zanda bulunmadan ölmesin!" (Ebû Dâvûd, Cenâiz: 17) buyurmuştur... Allah, müminlere insanların eksiklerini, kusurlarını, gizli kalmış yanlarını öğrenmeye çalışmaktan kaçınmalarını emretmektedir... Gıybet , bir kimse hakkında hoşlanmayacağı bir şeyin söylenmesidir. Bu davranış ister açık bir ifadeyle, ister kinayeyle yapılsın fark etmez. Her iki şekilde de haramdır. Hakkında konuşulan kişinin yaşaması veya ölmüş olması da fark etmez. Ayette, gıybeti yapılan kişi, o ortamda bulunmadığı için, ölü gibi değerlendirilmiştir. Ölü bir insanın etini yemek, ne kadar vahşice bir hareketse, bir kişinin gıybetini yapmak da o derece vahşicedir. Burada yapılan gıybetin kişiye zarar verip vermemesi, o kişinin bundan zarar görüp görmemesi değil, bizatihi bu eylemin kendisi önemlidir... Yüce Allah, tevbe kapısını açık tuttuğunu bildirmektedir. Tevvâb kelimesi hem Allah (2/38), hem de insanlar (2/222) için ortak kullan ı lan isimlerdendir. İnsanlar için ayr ı ca tâib (9/112; 66/5) de kullan ı lmaktad ı r. İnsan için kullan ı ld ı ğ ı nda tövbe eden , Allah için kullan ı ld ı ğ ı nda ise tövbeyi çok iyi şekilde, her türlü tövbeyi kabul eden anlam ı na gelmektedir.
13. ayet: Önceki iki ayette anlatılan insanlar arasındaki davranış bozukluklarının temelsiz, 9. ve 10. ayetlerde işaret edilen müminler arasındaki kavga ve savaşların ne kadar yersiz olduğuna atıfta bulunmaktadır. Hitap, tüm insanlaradır: Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Bu yaratmanın amacı da gayet net ve açık bir biçimde ortaya konmuştur: Tanışmak , bilişmek. Savaşmak, kavga etmek, insanların şeref ve onurlarıyla oynamak değil. Aslında bütün bir insanlık, insan olmada kardeştirler. Ancak zaaflar, ihtiraslar, arzular insanları birbirlerine düşürmektedir. Bireylerin mensubu bulundukları toplumsal yapılar, gruplar, milletler hep hayatın daha iyi yaşanabilmesine imkân tanımak içindir. Hz. Âdem'in oğullarından bu yana insanlar arasında kimin değerli, kimin üstün olduğu mevzusu, önemli bir yer işgal etmiştir. İlk kan, bunun için dökülmüştür. Bazen ırklar, bazen renkler ayrımcılık unsuruna dönüştürülmüştür. Hâlbuki hiç kimse dünyaya gelirken rengini, dilini, ırkını seçerek gelmemektedir. İnsanı üstün kılacak başka bir değerin olması gerekmektedir. Ayet, bu ölçüyü Allah'a karşı dikkatli, saygılı olmak olarak koymuştur. Takvâ , insanın yaparak veya terk ederek işleyeceği ve cezalandırılmasına sebep olacak günahtan kendisini korumasıdır.
14-18. ayetler: Nasıl bir mümin olunması gerektiği konusunda nihai düzenlemeleri yapmaktadır. Önce tam bir iman lazımdır. İman ve İslâm kelimeleri arasında bir ayrım yapıldığı görülmektedir. Müminlerin bazı özelliklerini anlatmaktadır. Bunların ilki, sıkça bahsedilen Allah'a ve Resulüne iman etmektir. Aslında bu özellik, sonrakiyle (şüphe etmeme) yakından ilişkilidir. Çünkü iman ile şüphe bir arada bulunmaz. Biri varsa, diğerine yer yoktur. Önce kalbi şüpheden arındırmak lazımdır. Aslında bu üslup, Kur'ân'da sadece burada geçmektedir. Ayette asıl mesele, cihad etmektir. Çünkü o, büyük fedakârlık isteyen bir harekettir. Kur'ân'ın temel konularından biri olan cihadın, genellikle mallarla ve canlarla yapılmasına, bir de Allah yolunda olmasına vurgu yapılır. Müslüman için iki ölçü konmuştur: İman etmek ve cihad etmek. Allah yolunda olması, oldukça önemlidir... 16. ayet Allah'a teslimiyeti anlatmaktadır. Dinin sahibi, Allah'tır. O, öğretilen değil, öğretendir. İnsanların mensubu oldukları dini, sadece Allah öğretebilir. Allah'ın bilgisi, yalnızca dinle de sınırlı değildir... 17. ayette, başka bir ahlaki konu ele alınmaktadır: Yapılan davranışın, iyiliğin başa kakılması . Müslüman'a asla yakışmayan bu hareket, imandan, terbiyeden mahrum insanlardan sadır olabilir. Son ayetle yine Cenab -ı Allah 'ı n bilgisine dönülmüş, bu kez göklerin ve yeryüzünün bilinmeyen, görünmeyen yanlar ı n ı n bilgisine sahip olduğu belirtilmiştir.