TEMEL İNSAN HAKLARI BİLGİSİ II - Ünite 2: İnsan Hakları Kavramının Tarihi Gelişimi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: İnsan Hakları Kavramının Tarihi Gelişimi
Giriş
İnsan hakları, hayatın kendisinden kaynaklanan, sui generis olan, ilerici düşünürlerin yazılarının ve söylemlerinin ve belirli bir dönemi yaratan önemli olayların ötesinde olan, kümülatif tarihsel bir sürecin sonucudur. Tarihsel gerçeklik içinde insan hakları konusunda ileriye doğru atılan her bir adımı birçok gerileme takip etmiştir.
İlk Çağlarda İnsan Hakları
Eski Yunan ve Roma Uygarlığında İnsan Hakları
Eski Yunan sitelerinin birçoğunda vatandaşlar doğrudan doğruya devlet yönetimine katılmaktaydılar. Doğrudan demokrasinin uygulandığı sitelerde vatandaşlar bir araya toplanarak kanun yapar, savaş veya barışa karar verirlerdi. Yüksek memurları ve hâkimleri kendileri seçerlerdi. Zaten site yönetiminin demokrasi olarak adlandırılışı vatandaş topluluğunun aktif olarak siyasi faaliyetlere katılma haklarına sahip olmalarıydı.
Eski Yunan ve Roma uygarlığında site ahalisinin önemli bir kısmını, belki de çoğunluğunu, her türlü haktan tamamen yoksun, kanun nazarında eşya ve hayvandan farksız olan köleler kitlesi oluşturmaktadır. Köleler hiçbir hak ve özgürlüğe sahip olmayan üretim aracıydı, bugünkü makinenin yerini tutan bir varlık olarak görülmekteydiler.
Bu sistem içerisinde siyasal haklara sahip olan ve devlet yönetimine katılabilen kişiler toplumun geneli içerisinde azınlık olarak karşımıza çıkar. O tarihlerden elimize ulaşan verilere göre yönetime katılma oranı Eski Yunan uygarlığında %5 civarındadır. Bu özelliği ile Eski Yunan siteleri içerisinde en demokratik sayılanı bile gerçekte bir oligarşi olmaktan öteye gidememiştir.
Romalılar ise Yunanlılara nazaran daha iyi idareciler olup hükûmet sanatını daha ileriye götürmüş olsalar da pratikte kişi hürriyetleri ve insan hakları konularında herhangi bir ilerleme kaydedememiş, Yunan şehir devletleri ile aynı anlayışta devam etmişlerdir.
Eski Roma hukuk sistemine göre köle, insandan sayılmazdı, yani hukukun bir süjesi olmayan köleler sadece bir mal, evcil bir hayvandı.
Ne Yunanlılar ne de Romalılar kişinin devlet karşısında bazı haklara sahip olabileceğini devlet kudretinin bu haklarla sınırlandırılabileceğini tasavvur edememişlerdir. O dönemlerde sınırsız olarak niteleyebileceğimiz bu devlet iktidarının altında kişi adeta eriyordu. İnsanlar o dönemde sitenin baskısı altında idiler ve bireysel özgürlük düşüncesine yabancıydılar.
Hint Uygarlığında İnsan Hakları
Hindu inanışına göre insan, sosyal düzenin temelini oluşturan evrensel kanunlara uygun bir şekilde yaşamak zorundadır. Bu yaşayış içerisinde insan doğumuyla birlikte belirli bir Kast’ın üyesi kabul edilir. Eski Hint geleneğinde 4 Kast veya “Varnas” vardır. Varnas (renkler) en yukarıdaki sınıftan en alt sınıfa sırasıyla beyaz, kırmızı, sarı ve siyah renklerle temsil edilir. Bu dört Varnas’ın altında Chandalas (dokunulmazlar) vardır. Kişiler, üyesi olduğu ve yaşamı boyunca kendisine ayrılan Kastın içerisindeki kalıplara, kurallara uymak zorundadır.
Kast kelime anlamı olarak “ayrıcalıklar bakımından yukarıdan aşağıya doğru kesin ölçülerle sınırlanmış bulunan” demektir. Sistemin insan haklarını, kişi hürriyetlerini gözeten bir sistem olduğunu söylemek güçtür. Aslında Kast sistemi yerli uygulamalarla evrensel insan hakları arasındaki çelişmenin çarpıcı bir örneğidir.
Sistem ana hatlarıyla dört sınıftan meydana gelmektedir. Toplum Brahminler, Kshatriyalar, Vaishyalar ve Shudralar denilen sınıflara ayrılmıştır. Dönemin dinsel inanışından da kuvvet alan sisteme göre Tanrı sırasıyla Brahminleri, Kshatriyalari, Vaishyalari ve Shudraları yaratmıştır. Kast sistemini oluşturan sınıfların en alt tabakası olarak dokunulmazlar diye nitelenen bir sınıf mevcuttur. Bu sınıfın Brahmanizm ile Budizm arasındaki çatışmadan doğduğunu söylemek mümkündür. Bu sınıf, insandan daha aşağı bir varlık olarak görülür ve üst sınıflara mensup toprak sahiplerinin topraklarında çalışmak zorundaydı. Toplumun en çok ezilen ve istismar edilen sınıfını oluşturmaktaydı.
Sistem herkese, her sınıfa mensup bireye uygulanacak davranış tipleri konusunda yeknesak standart bir sistem öngörmüştür. Her sınıfında geleneksel olarak tanımlanmış ve dinsel açıdan kutsal bir “dharma”sı yani ödevi vardır. Bu anlamı ile “dharma” sosyal ve ahlaksal kanundur. Kişi bireysel ve toplumsal dharmları yerine getirmekle görevlidir. Bu uygarlıkta hak sözcüğünün bugün anladığımız anlamda bir karşılığı yoktu.
Hint uygarlığındaki kişi hakları ya o kişinin dharmasını yani ödevlerinin ya da toplum, daha doğrusu ait olduğu sınıf içerisindeki statüsünü anlatırdı. Yani kişiler doğal olarak hak değil ödev sahibi olarak görülürlerdi. Kişinin sahip olduğu haklar ödevlerini yerine getirmesine ve statüsüne bağlıydı. Bu anlayış içerisinde kişi haklarını kazanmak ve onları kullanmak için öncelikle o haklarını talep etmesi gerekmekteydi. Bunun yanında herhangi bir hakkın talebi kişinin toplum içerisindeki statüsünün bir sonucudur. Kişi haklarını talep edebilmek ve onları elde edip kullanabilmek için üzerine düşen vazifeyi yapmış olmalıdır.
Çin Uygarlığında İnsan Hakları
Çin’de iktidarı, hükmetme kudretini göklerden alan imparator, devleti halkın refah ve mutluluğu için yürütmekle görevlidir. İmparator bu görevini layığı ile yerine getiremezse halkın ve devletin geleceğini tehlikeye atarsa halkın direnme hakkı vardır. İmparatorun yönetme vekâletini göklerden alması belki halka bazı somut haklar tanımamaktadır fakat bu vekâlet imparatorun ahlaki bir yükümlülük altına girmesi ve siyasi iktidarın sınırlandırılması anlamına gelmiştir.
Bunun yanında Çin medeniyetinin yetiştirdiği Konfüçyüs insanlığın bir bütün ve tüm insanların eşit olduğunu belirtmiş ve geliştirdiği özel eğitim yöntemleriyle insan kişiliğinin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bu ahlaki eğitimin amacı sosyal düzende insanlık ve adaletin hâkim olmasını sağlamaktır. Zira bireyin haklarından çok, toplumsal düzenin işlevini görmesi ve grubun varlığının korunması Konfüçyüsçü öğretide öne çıkartılan değerlerdir.
Orta Çağ’da İnsan Hakları
Hristiyanlık Anlayışında İnsan Hakları
İlk Çağ’da birey yalnızca devletin malı iken Orta Çağ’da bireyin iki efendisi olmuştur: Devlet ve kilise. Bu anlayışa göre her Hristiyan’ın bazı hakları bulunmaktadır. Her Hıristiyan için aynı olan bu haklar doğal hukuk tarafından hükümdara karşı da korunmuştur. Bu bahsettiğimiz düşünce aslında ilk çağda stoa okulundan çıkan ve Cicero’nun da benimsediği görüşün Orta Çağ’da vücut bulan hâlidir.
Orta Çağ Hristiyan dünyasının siyasal yapısı ise feodalitedir. Bu yapı içerisinde yönetilenler yöneticilere karşı hizmet ve sadakatle, yöneticiler de yönetilenlerin mal ve can güvenliklerini korumakla yükümlüdürler.
Bu dönemde kilise devletin baskısının yanında kendi baskı mekanizmasını kurmuştur. Engizisyon mahkemeleri dönemin anlayışına karşı yükselen sesleri bastırmak amacı ile kullanılmıştır. Diyebiliriz ki Orta Çağ’ın bu feodal döneminde insanlar bir yandan derebeyinin öbür yandan da kilisenin baskısı altında her türlü hürriyetten yoksun olarak yaşamaya devam etmişlerdir. Orta Çağ bugün anladığımız manada insan haklarından, hürriyetten söz edebilmek için erken bir dönemdir.
Bu çağda kralın hürriyetini kısıtlayan, dolayısıyla halkın hürriyetlerini genişleten en önemli belge 63 maddelik 1215 Magna Carta Libertium’dur. Stok Siyasal iktidarı keyfilikten arındırarak üstün birtakım hukuk kurallarına tabi tutma, bireyleri siyasal iktidar karşısında birtakım haklara sahip kılma çabaları, Batı’da İngiltere’de hükümdar ile imzalanan bu belge ile başlar. Bu belge ile birey, kral karşısında birtakım haklara sahip olmuştur.
Orta Çağ’ın sonlarına doğru kilisenin siyasallaşması sonucunda halkı dinî bir şekilde de olsa koruyan kilisenin koruyuculuğu kalmamıştır. Bir bakıma Hristiyanlık insan hakları ve hürriyetlerinin savunuculuğunu bırakmıştır.
Hıristiyanlık anlayışında Orta Çağ için denilebilir ki bu dönemde insan hakları alanında birtakım gelişmeler olmuştur. Ancak insan hakları bugün bildiğimiz anlamda evrensel, dokunulamaz, devredilemez, vazgeçilemez boyuta ulaşamamıştır. Tanınan haklar da sadece Hristiyanlara tanınmış ve onlar için kurallar konularak kurumsallaşmaya gidilmiştir. Dönem içerisinde insanlar arasında dinî bakımdan ayrım da yapıldığından bireylere tanınan haklarda bir eşitlik olmamıştır. Ama Orta Çağ bugünkü insan haklarına ulaşılmasında önemli ilerlemelerin gerçekleştiği fikri temellerin oturduğu bir dönem olarak nitelendirilmektedir.
İslam Anlayışında İnsan Hakları
Müslüman yazarlar, İslamiyet’in Batı’dan önce tüm insanlar için bazı temel hak ve özgürlükleri getirdiği görüşünü savunmaktadırlar.
İslamiyet inanışı gereği her türlü güç Allah’a aittir. Bu bakımdan insan hakları da Allah’ın imtiyazları olarak kabul edilmiştir. Devletin anayasası da haklar bildirisi de Kur’an-ı Kerim’dir. Burada yer alan kurallar, haklar değiştirilemez. Böylelikle bir bakıma birey hakları esaslı bir güvence altındadır. Günümüz çağdaş demokrasilerin kabul ettiği değerler ve günümüz insan haklarının temeli olduğu kabul edilen haklar bildirileri ile Kur’an’ın insanlara bağışladığı haklar arasında bir aykırılık yoktur. Zaten günümüzde milletlerarası insan hakları belgeleri, hemen hemen bütün Müslüman ülkelerin iç hukuk sistemlerinin ve anayasalarının ilke ve hükümlerinde de yer almış bulunmaktadır.
İslamiyet’te bütün insanların Allah’ın nimetlerinden faydalanması olarak algılanan insan hakları, özel haklar ve kamu hakları olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bu ayrım altında özel haklar bireyi ilgilendiren haklardır. Kamu hakları ise toplumu ilgilendiren haklardır. İhlali durumunda öngörülen müeyyidenin ağırlığı ve uyulmasında doğacak kamu yararı dolayısıyla bu haklar Allah’ın hakları olarak da isimlendirilmiştir.
İslam hukukunda Hristiyan anlayışından farklı olarak bireyin hayatı, güvenliği ve bazı hakları hukukun koruması altındadır.
İslam hukukuna göre asıl olan insanın hürriyetidir. Bu özgürlük de ırk, cins ve inanç farklılıkları göz önüne alınmaksızın tüm insanlar için geçerlidir. İslam hukukunda özgürlük “ne kendisine ne de başkasına zarar vermek” olarak anlaşılmalıdır. Bu yönü ile İslamiyet anlayışında özgürlük Montesquieu’nun 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’ne temel olan “hürriyet başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir” anlayışı ile farklılık arz eder.
İslam’da özgürlük anlayışının dolayısıyla insan haklarının temelinde yatan en önemli değer “adalet” tir. Adalet önce vicdanlara, oradan da tüm topluma yayılması gereken bir duygudur. Ancak böyle olduğunda, insan haklarının temeli olan insan onuru hak ettiği yeri bulabilir. Bu şekilde de toplumun tüm kesimlerini kapsayacak bir hak ve özgürlük anlayışı sağlanmış olacaktır. İslam’da adalet; hak ve özgürlük kavramlarının yerine kullanılan, insan haklarının olmazsa olmaz bir şartı olarak kabul edilebilir.
Hz. Muhammed’in hicreti sırasında Medineli farklı inançtan insan ve gruplarla yaptığı sözleşme, hayatı boyunca insanlara davranışı, diğer dinden insanlarla ve kölelerle ilişkileri ve bu yöndeki hadisleri, İslamiyet’te insan haklarına yaklaşımı gözler önüne sermektedir. Ayrıca Hz. Muhammed’in veda hutbesi can, mal ve namus dokunulmazlığı, insanlara arasında temel eşitlik gibi bazı kişi hak ve hürriyetlerinden ve insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğundan bahsetmektedir.
Yeni Çağ’da İnsan Hakları
Yeni Çağ ile birlikte insan hakları artık anayasalarda yer almaya başlamıştır. Böylelikle insan hakları pozitif hukuka girmiştir.
Bu çağda Rönesans ile başlayan hümanizm akımı bireyi ön plana çıkarmıştır. Hümanizm ile hükmeden değil, koruyan ve bireye hizmet eden devlet tipi insan haklarının gelişebileceği bir ortam yaratmıştır.
Bu çağda feodal üretim biçiminin çözülmesi ve kapitalist üretici güçlerinin gelişerek burjuva sınıfını oluşturması ile bugün bildiğimiz anlamda “klasik hak ve özgürlükler” doğmuştur.
Orta ve bilhassa Yeni Çağ’da temel hak ve özgürlüklerdevlet otoritesi arasında yaşanan bu gerilim ve mücadele devlet gücünün sınırlandırılması bağlamında yapılmıştır. Bu sınırlandırmanın nasıl olacağı konusunda belli başlı üç yaklaşım üzerinde durulabilir. Bunlardan birincisi, “zulme karşı direnme hakkı “olarak formüle edilebilir. Diğer bir yaklaşım, anayasal devlet modelinin yaygınlaşması ile temel hak ve hürriyetlerin kimi anayasal denetim sistemleri ile güvence altına alınmasıdır. Üçüncü yaklaşım da doğal hukuk anlayışına dayalı “Toplumsal Sözleşme” doktrinidir.
İngiltere’de Siyasi İktidarın Yetkilerinin Sınırlandırılması ve İnsan Hakları Belgeleri
İngiltere’de hak ve özgürlüklerin tanınması yolundaki çabalar krallık ile parlamentonun çatışması ile parlamentoyu oluşturan farklı çıkar grupları arasındaki çatışmalar önemli gelişmelere neden olmuştur. Bilhassa kral ile parlamento arasındaki çatışmalar sonucunda bir kısım hak ve özgürlük belgeleri ortaya çıkmıştır. Bu belgeler, Magna Carta Libertatum, Petition of Rights, Habeas Corpus Act, ve Bill of Rights olarak sıralanabilir.
İngiltere’de, 13. yüzyılın başında Kralın güçsüzlüğünden yararlanarak baronlar, haklarının güvence altında olmadığı gerekçesiyle başkaldırmışlar ve Kral 1215’de Magna Carta ’yı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu belge daha çok soylulara bir kısım haklar sağlamıştır.
Kral I. Charles döneminde, Parlamentonun yetkilerinin azaltılması konusunda bir eğilim çıkmıştır. Parlamento buna karşı direnmiş ve Fransa ile sürdürülen savaşta Krala mali destek sağlanmasının karşılığı olarak 1628’de Petition of Rights (Haklar Dilekçesi) Krala kabul ettirilmiştir. Bu belge ile Magna Carta’da öngörülen kişi güvenliği ile ilgili haklar tekrarlanmıştır.
1679’da Kral II. Charles döneminde kişi güvenliği bakımından önemli bir belge olan Habeas Corpus Act kabul edilmiştir. İngiliz mahkemeleri tarafından da bu ilkelerin çok iyi bir şekilde uygulanması sonucunda Batı Avrupa için bir model olmuştur.
Bill of Rights ile Kralın Parlamentonun yetkilerini kısıtlamaya çalışması, Kral ile Parlamento arasında yeni bir çatışmaya yol açmıştır. Bu çatışma sonucunda 1688’de ihtilal olmuş, Kral Fransa’ya kaçmış ve tahta Kralın kızı ve damadı geçmiştir. Tahta çıkan kişilerle Parlamento arasında 1689’da Bill of Rights kabul edilmiştir. Bu belgede, yasa yapma ve vergi koyma yetkisinin Parlamentoya ait olacağı, yasama dokunulmazlığı ilkesi, dilekçe hakkı kabul edilmiştir.
ABD ve Fransa’daki Gelişmeler
ABD’de Bağımsızlık Bildirgesi ilan edilmeden önce, 12 Haziran 1776 tarihinde Virginia Haklar Bildirgesi kabul edilmiştir. Bu bildirgenin 1. maddesi, bütün insanların özgür ve eşit olduğu, doğuştan haklara sahip olduğu; 2. maddesinde iktidar yetkisinin halkta olduğu; siyasal iktidarın halkın yararına işlemediği takdirde, halkın değiştirme hakkı olduğu 3. maddede belirtilmiş; kuvvetler ayrılığı, 5. maddede; 8. maddede kişi güvenliği; basın özgürlüğü 12. madde ile; 16. madde ise din ve vicdan özgürlüğü konusunda düzenleme getirmiştir. 1791’de kabul edilen Anayasa’nın ilk 10 maddesinde temel hak ve özgürlüklere yer verilmiş, 1865’de kölelik yasaklanmış, 1870’de zencilere oy hakkı tanınarak insan hakları alanında önemli ilerlemeler sağlanmıştır.
Avrupa’da hak ve özgürlükler açısından dönüm noktası teşkil eden hareketlerin en önemlilerinden birisi Fransız ihtilalidir. İhtilal sonucunda kabul edilen bildiri, insanın doğuştan, devredilmez, vazgeçilmez doğal haklara sahip olduğu anlayışını teyit eden bir belgedir. Bu belgeye göre, her birliğin amacı, insanın doğal haklarını korumaktır. Bu haklar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir.
İnsan haklarının iç hukuklarda yerini alması, ilk çağlardan itibaren devam eden bir mücadelenin sonucunda olmuştur. Felsefi temellerini Locke gibi yazarların ortaya koyması ve Fransız ihtilali sonucunda önce bildirge şeklinde, daha sonra 1848 Anayasası’nda insanların doğuştan haklara sahip olduğu anlayışı ulusal pozitif hukukun bir parçası hâline gelmiştir.
İnsan Haklarının Korunmasında Evrensel Sistem
İnsan haklarının uluslararasılaşması ve dolayısıyla uluslararası insan hakları hukukunun ortaya çıkması Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla gerçekleşmiştir, denebilir. Birleşmiş Milletlerin kurulması ayrıca, insan haklarının korunmasında bölgesel mekanizmaların kurulmasının da önünü açmıştır. Bu bakımdan insan haklarının korunmasında “evrensel sistem” deyişi uluslararası insan hakları hukuku açısından Birleşmiş Milletler sistemini kasteder.
İnsan haklarının uluslararası alanda korunması anlayışının II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkması bir tesadüf sayılmaz. II. Dünya Savaşı’nda mücadele edilen faşist ve nasyonel-sosyalist ve benzeri otoriter, totaliter tehditlerin bir daha ortaya çıkmasının engellenmesi amacı, insan hak ve özgürlüklerinin ulusal olduğu kadar uluslararası düzlemde de tanınması ve korunması sürecini doğurmuştur. Bu çerçevede insan haklarına saygının geliştirilmesi II. Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulacak uluslararası sistemin temeline yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler örgütünün doğuşunda etkili olmuştur.
Birleşmiş Milletlerin kurulmasına giden bu yolda birinci adım olarak dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Roosevelt’in “Dört Özgürlük Üzerine Konuşması”ndan bahsedilebilir. Bunlar sırasıyla; dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğü; ibadet özgürlüğü; bir şey istemekten azade olmak özgürlüğü ve korkudan azade olmak özgürlüğüdür.
Birleşmiş Milletlerin kurulmasına ve insan haklarının uluslararasılaşmasına giden yolda ikinci adım Başkan Roosevelt’in “Dört Özgürlük Üzerine Konuşması”ndan yaklaşık yedi ay sonra Ağustos 1941’de hayata geçirilen “Atlantik Şartı”dır. “Birleşmiş Milletler” terimi de ilk kez bu şartta dile getirilmiştir.
ABD ve İngiltere’nin ortaklaşa ilan ettiği Atlantik Şartından sonra Birleşmiş Milletlerin kurulmasına ve insan haklarında uluslararasına doğru giden yoldaki üçüncü adım Ocak 1942’da ilan edilen “Birleşmiş Milletler Bildirisi”dir. Bildiri Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı savaşan 26 devlet tarafından ABD’nin başkenti Washington DC’de imzalanmıştır.
Savaşın bitmesinden sonra ise dünya barışı ve güvenliği için evrensel nitelikli bir örgüt kurulması ve dolayısıyla insan haklarının uluslararası korunmasının temelinin atılması fikri daha da hızla yayılmaya başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda atılmış dördüncü adım “Moskova Bildirisi”dir. ABD, Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği (SSCB) ve Çin arasında imzalanan ve toplam yedi madde içeren “Genel Güvenlik Hakkında Moskova Bildirisi” Ekim 1943’te açıklanmıştır.
Birleşmiş Milletler ve dolayısıyla insan haklarının uluslararası korunma anlayışının hayata geçirilmesinde beşinci adım “Dumbarton Oaks Önerileri”dir. “Moskova Bildirisi”nden bir yıl sonra 1944 yılının Ağustos ile Ekim ayları arasında ABD’nin başkenti Washington DC’ye yakın bir malikâne olan Dumbarton Oaks’ta yapılan toplantılar sonrasında tam adıyla “Bir Genel Uluslararası Örgüt Kurulması İçin Öneriler” kısa adıyla “Dumbarton Oaks Önerileri” ilan edilmiştir. Oldukça kapsamlı olan “Dumbarton Oaks Önerileri” on iki ana bölümden oluşmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse bu belge Birleşmiş Milletler Antlaşmasının bir taslağı gibidir.
Yalta Konferansı’ndan sonra Nisan 1945’te toplanan San Francisco Konferansı’nda yaşanan müzakereler neticesinde Haziran 1945’te Birleşmiş Milletler Şartı (Antlaşması) kabul edilmiştir.
Şart öncesinde insan haklarının uluslararası seviyede korunmasına dair devletler arasında var olan fikir ayrılıklarının yansımaları, Birleşmiş Milletler Şartında da görülebilir. Bu bakımdan Şartın insan haklarının uluslararası korunmasını kesin, net, ayrıntılı ve eksiksiz bir şekilde düzenlediğini söylemek mümkün değildir.
Durum böyle olmakla birlikte Şartın insan haklarının korunması hakkında hiçbir düzenleme getirmediğini de söylemek mümkün değildir. Şart, insan haklarının uluslararası korunması açısından bir dönüm noktasıdır.