TOPLUMSAL CİNSİYET ÇALIŞMALARI - Ünite 1: Toplumsal Cinsiyet Çalışmalarının Tarihçesi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Toplumsal Cinsiyet Çalışmalarının Tarihçesi
Giriş
Sosyal bilimler alanına önce feminist çalışmalar, ardından kadın çalışmaları ve en nihayetinde toplumsal cinsiyet çalışmaları adı altında giren çalışma alanını da daha iyi anlayabilmek için tarihsel yönden içinde geliştiği ortamı incelemek önemlidir. Toplumsal cinsiyet çalışmalarının modernleşme ile birlikte 19. yüzyılda dünya tarihini ve siyasi düşünceyi etkileyen tüm gelişmelerden etkilendiğini söylemek mümkündür.
Toplumsal cinsiyet çalışmalarının tarihçesine duyulan gereksinimin iki temel gerekçesi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, herhangi bir disiplin ve çalışma alanının tarihsel arka planını ortaya koymak, aynı zamanda o disiplinin akademik meşruiyet zeminini güçlendirmektedir. İkincisi, tarihsel süreç içerisinde olaylar ve olguların devamlılığı ve birbiriyle etkileşimi halinde gerçekleşen neden-sonuç ilişkilerini, disiplinin epistemolojisini ve çalışma konularını anlayabilmektir.
Toplumsal Cinsiyet Çalışmalarının Epistemolojik Temelleri
Sosyal Bilimlerin Temel Yaklaşımları Çerçevesinde Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları
En temel anlamıyla bilgi felsefesi anlamına gelen epistemoloji, bilginin türü, kapsamı, kaynağı, yöntemi sorularına yanıt aramaktadır. Feminist epistemoloji ise kadın sorunlarına dair kapsamlı bilginin bağımsız bir yöntemle elde edilip edilmeyeceği üzerine odaklanmaktadır. Genel olarak sosyal bilimlerde bilginin yöntembiliminin pozitivist, yorumlayıcı, eleştirel yaklaşım paradigmaları arasına sıkıştırıldığını görmekteyiz. Aralarında fark olmasına rağmen bu üç temel yaklaşım da ampirik, sistematik ve teorik olup doğru bilgiye ulaşılacağı ön kabulüne sahiptir. Bu çerçevede toplumsal cinsiyet çalışmalarının en kapsayıcı ve öncül başlığı olan feminist çalışmaların bu temel sosyal bilim yaklaşımları içinde mi ele alınacağı, yoksa kendine özgü başka bir yöntembilim mi içerdiği tartışma konusudur. Bu temel epistemolojik yaklaşımları toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla kıyaslamalı hale getirerek özetlemek mümkündür (S: 4, Tablo 1.1’i inceleyiniz).
Feminist kuramın epistemolojisi üzerine çalışan Harding (1995), feminist epistemolojik yaklaşıma ilişkin olarak feminist ampirizm, feminist duruş epistemolojisi ve postmodern feminist teorilerinin varlığını öne sürmektedir. Bu kapsamda, feminist ampirizm, deneysel bulgular ve gözlemler eşliğinde kadının konumunu açıklayan bir yaklaşımı temsil etmektedir.
Modern bilgi evrensel ve tarafsız bir doğruyu sorgularken feminist duruş teorisinde kadın bakış açısından kurgulanmış, evrensellik iddiası taşımayan, sadece ele alındığı bağlam içinde sübjektif anlamlar içeren bilgiler üzerine odaklanılmaktadır.
Postyapısalcı kuram, özgürlük, adalet, eşitlik gibi evrensel gerçekleri reddeden her gerçeğin ortaya çıktığı zamana ve bağlama özgü kavramlar olduğunu iddia eden, tüm varsayımlardan arınmış, yerel ve tarihsel bağlama dayanan bir sosyal eleştiriyi içermektedir.
Öztan (2016:277), feminist çalışmaları diğer sosyal bilim çalışmalarından farklı kılan dört temel özellikten söz etmektedir:
- Feminist bakış açısının kabulü ve toplumsal cinsiyet ilişkilerine odaklanmak
- Gündelik yaşam ve kişisel deneyimlere verilen önem
- Araştırmacı ve araştırılan arasındaki hiyerarşinin reddedilmesi
- Toplumsal cinsiyet ilişkilerinde eşitlikçi değişimleri hedefleyen eyleme dönük bir araştırma stratejisi
Disiplinler Arası Bir Çalışma Alanı Olarak Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları
Toplumsal cinsiyet çalışmaları, temelinde feminist bir bilgi üretmek amacını içermekte ve feminist epistemoloji ile birlikte başta felsefe, siyaset bilimi, sosyoloji olmak üzere tarihten biyolojiye, psikiyatriden antropolojiye kadar diğer sosyal bilim disiplinleri ile ortak çalışma alanları kurarak disiplinler arası bir çalışma alanı özelliği göstermektedir.
Toplumsal cinsiyet kavramının sosyal bilimlere girmesi ile birlikte temel sosyoloji kavram ve kuramlarının büyük bir kısmı da yeniden ele alınmıştır. Sosyolojinin toplumsal tabakalaşma ve toplumsal sınıflar, kültür, toplumsal roller, toplumsal ilişki biçimleri gibi tüm temel konularını feminist bakış açısıyla yeniden tanımlamak, kavramsallaştırmak ve bilgi üretmek mümkün olmuş ve böylece sosyoloji ile feminizm arasında çok geniş bir ortak çalışma alanı ortaya çıkmıştır.
Temel noktası güç ilişkilerini incelemek olan ve devlet, mesruiyet, iktidar gibi temel kavramlardan hareket eden siyaset bilimi ile toplumsal cinsiyet çalışmalarının çok uzun süredir bir arada yürüdüğünü söylemek mümkündür. Keza feminizmin önce cinsiyetler arası, ardından sosyal cinsiyet rolleri arası ve en son dönemde çeşitlenen özneler arası güç ilişkilerini açıklamaya odaklı yaklaşımların aynı zamanda siyaset biliminin yaklaşımları içinde de yer aldığını söylemek mümkündür. Dahası çağdaş siyasal ideolojiler arasında yer alan feminizm ve bu ideolojinin en önemli kavramsal çerçevesi olan toplumsal cinsiyet alanı, devlet- toplum- birey ilişkileri ekseninde de siyaset biliminin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
İnsan topluluklarının kültürlerini hem göreceli olarak hem de birbirleri ile ilişkileri bağlamında ele alan antropolojide 1970’lerden itibaren toplumsal cinsiyet kavramının da kullanılmaya başlandığını görmekteyiz.
Soğuk savaş sonrası dönemde yenilenen dünya düzeni içerisinde çatışma çözümleri, barış çalışmaları, dış politika yönetimi, askeri kurumların düzenlenmesi gibi meselelerde kadınların aktif olarak yer almasına ilişkin tartışmalar ise uluslararası ilişkiler ile feminizmin ortak sahası olarak öne çıkmıştır.
Protofeminist Çalışmalar ve Modernizmin Etkisi
Protofeminizm, kendisini feminizm olarak tanımlamayan ancak öne sürdüğü fikirlerle çağdaş feminizmin kuramına katkı sunan ve 19. yüzyıl öncesinde savunulmuş, genellikle birbirinden kopuk ilerlemiş fikirlere verilen ortak addır.
Kadın haklarını ilk düşünen, tartışan, şekillendiren aktivistlerin etrafında oluşan feminist hareketlerin protofeminist hareketler olarak nitelendirilmesi eleştirilse de feminist düşüncenin 19. yüzyılın çok öncesinde de güçlü bir karşılığını bulmak mümkündür.
Sanayi toplumuna geçiş süreciyle birlikte ücretli işçi sınıfı içinde kadınların da yer almaya başlaması, üstelik şehirleşme, yeni üretim ilişkileri, yeni sosyal ilişkiler çerçevesinde geçmişe göre daha hızlı haberleşme gibi gündelik hayatın modernleşmesi sürecinde kadınlar, ekonomik ve toplumsal statülerini de sorgulayan bir bilinçlenme yaşamışlardır.
Birinci Dalga Feminizm: Eşit Haklar Talebi
1789 Fransız Devrimi’nin “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” fikirleri, öncelikle Fransa’yı ardından tüm dünya toplumunu etkilemiş ve bu değerleri talep eden tüm sosyal grupları desteklemiştir. Toplumdaki farklı sınıflardan kadınlar da devrime dahil olarak toplumsal yaşamdaki eşitsizlikleri sorgulamış ve ayrıca yoksulluğa duyulan büyük öfke ile birleşen bu fikirler kadın eylemlerini tetiklemiştir. Dolayısıyla birinci dalga feminizminin çıkış noktasında Fransız Devrimi, klasik liberalizmin düşünce temelleri ile erken sanayi toplumunun görmek mümkündür.
Birinci Dalga feminizm_ kategorisinde yer alan kadın hareketleri farklı ülkelerdeki ortaya çıkış, ilerleme dinamikleri ve varılan sonuçlar açısından birbirinden az da olsa farklılık göstermektedir. Buna rağmen, genel olarak 19. Yüzyıl feminist hareketlerinin ortak paydasını kadın erkek arasındaki siyasi eşitlik ve kanun üzerinde eşitlik talebi olarak tanımlamak mümkündür.
1900’lü yılların başlarında İngiltere ve Amerika’da pasif direniş, kamu toplantılarını bölme, açlık grevi yapma gibi yollarla kadınların seçme ve seçilme hakkını savunan, az çok organize olmuş ve genellikle orta sınıftan gelen kadınlar tarafından yürütülen radikal kadın hareketlerine Sufraje (Suffrage) Hareketleri denmektedir.
İkinci Dalga Feminizm: Özgürlükler Talebi
İkinci Dünya Savasından sonra pek çok ülkede çalışma hakkı, seçme seçilme hakkı, özel mülkiyet hakkı gibi kadının kamusal alanda karşılaştığı eşitsizliklerin çoğunun kanun nezdinde giderildiği görülmüştür. Ancak özellikle savaş sonrası dönemde yükselen Marksist/sosyalist düşüncenin de etkisiyle, kadın erkek eşitsizliği meselesinin sadece kamusal alanda değil özel alanda da çözülmesi gerektiği ve ataerkillik adı verilen erkek egemenliğinin kadın üzerindeki sömürüsünün yalnızca bir kadın devrimiyle durdurulabileceğine ilişkin feminist görüşler güçlenmiştir. Kadının özel alanda, diğer bir ifadeyle evde, ailede, evlilik içinde ezilmesinin temelinde erkeklerin değer yargılarıyla oluşturulmuş toplum normlarının olduğu fikri, kadının aynı zamanda daha fazla özgürlüğe ihtiyaç duyduğu vurgulanmıştır.
1940’lı yıllarda tıp ve kimya endüstrisindeki gelişmeler neticesinde kesin sonuç veren doğum kontrol ilaçlarının gelişmesi ve 1950’li yıllardan itibaren kadınların bu ilaçlara ulaşılabilirliğinin artmasıyla birlikte kadının doğurganlığını kontrol etmesi, özellikle kentlerde toplumsal bir devrime neden olmuştur.
İkinci Dalga Feminizmin temel tezleri Simone de Beauvoir’in İkinci Cins isimli eserinde gözlemlenebilir. Kadınların özgürleşmesinin temel şartının öncelikle özel alanda özgürleşmesiyle gerçekleşeceğine dair güçlü tezlerinin yanı sıra “Kadın doğulmaz, kadın olunur” seklinde sloganlaşan, cinsiyetin değil cinsiyet rollerinin kadını ikincilleştirdiği fikri, bu dönemin ideolojik ve pratik yönünü de çizmiştir. Bu dönemde öne sürülen Toplumsal cinsiyet (gender) kavramı oldukça önemlidir. Çünkü toplumsal cinsiyet yaklaşımı, öznelerin cinsiyetlerine dair toplum tarafından biçilmiş davranış ve düşünce kodlarının dayatılması ve içselleştirilmesi ile birlikte kadın ve erkek arasında kadın aleyhine giderek derinleşen hiyerarşik bir ilişkiyi vurgulamaktadır. Cinsiyet, biyolojik olarak doğuştan gelen ve kadın ya da erkek olarak kategorilendirilmiş evrensel bir tanımlamadır. Toplumsal cinsiyet ise bireyin cinsiyeti doğrultusunda nasıl davranması, hangi rolleri oynaması gerektiğini ve hangi ilişkilerde nasıl konumlanacağını kodlayan toplumsal normları içeren, kadınlık ve erkeklik olarak kategorilendirilmiş sosyal ve değişken bir tanımlamadır.
İkinci Dalga Feminizminin Birinci Dalga Feminizminden farkı, kamusal alandaki hak eşitliğinden ziyade özel alandaki özgürlüğe odaklanmış olmasıdır.
Postmodern Etki ve Sonrası: Farklılıklar Talebi
18. yüzyılda Aydınlanma fikri ile birlikte gelişen ve İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar düşünsel alanda egemenliğini koruyan modernizm fikri, Birinci Dalga feminist hareketlerin ortaya çıkmasında oldukça büyük rol oynamıştır. Modernizmin rasyonelleşme ve ampirik bilgiye ulaşma etkisi altında gelişen feminist hareketler ise eşitlik, özgürlük ve adaletin evrenselliğine dayalı fikirlerle erkeklerle kadınların aynı haklara sahip olmasına yönelik mücadelesini İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdürmüştür.
1980’lerle birlikte feminist hareketin devrimsel yönüne odaklanan radikal feminist yaklaşımlar, özellikle Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte reformcu ve kurumsal yöne doğru ilerlemiştir. Modernizmden postmodernizme geçiş, feminist hareketlerde de karşılığını post-feminizm olarak bulmuştur. Postmodernizmle birlikte feminizm ortak bir kitlesel hareketten ziyade farklı zeminlerde çeşitli kimliklere sahip kadın mücadelelerine üstelik bunları kurumsal ve meşru düzene taşıyarak kendini göstermiştir.
Postmodern yaklaşımla birlikte ortaya atılan ve bilimsel bilgi denilen kavramın aynı zamanda politik olması ve egemene hizmet etmesi fikri, beraberinde kişisel olanın politik olduğu söylemini öne süren radikal feminizmin felsefesini de beslemiştir.
Postmodernizmin birbirinden farklı ve kendine özgü kadın sorunlarının varlığına ilişkin çoğulcu ve yerel yaklaşımı günümüzde toplumsal cinsiyet çalışmalarına yön veren bir bakış açısıdır.
Birinci Dalga feminist hareketin klasik liberalizme dayanan hak ve özgürlükler mücadelesi, İkinci Dalga feminist hareketin sosyalist/Marksist, radikalliğe ve çatışmaya dayalı kadın devrimi mücadelesi, postmodernizmle birlikte değişmiştir. Yeni dönemde tüm kadınların artık aynı sorunları paylaşmadıkları her kadının içinde yaşadığı topluma ve sahip olduğu kimliklere özgü farklı sorunları ve eşitsizlik pratikleri yaşadığı kabul edilmiştir.
Batıda Feminist Çalışmalara Yön Veren Temel Düşünürler ve Eserleri
Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Savunusu, (A Vindication of the Rights of Woman), 1792
Feminist düşüncenin başlangıcı olarak sayılan bu eserde Fransız Devrimi ile birlikte eşitlik, özgürlük ve adalet gibi talepler, kadınlar açısından ele alınmaktadır. Wollstonecraft, kadınların ve erkeklerin akılcı yeteneklerinin eşdeğer olduğunu belirterek kadınların mevcut eşitsizlik durumlarından eğitim eksikliğini ve erkeğin hizmetinde gelişen sosyalleşmelerini sorumlu görerek tipik bir Aydınlanmacı liberal feminist çizginin temelini ortaya koymuştur.
Sarah Grimke, Eşitlik Üzerine, (Letters of Equality), 1838
Grimke, ABD’deki doğal haklar ilkelerini kadınlara uyarlayan ilk kişidir (Donovan:1997:44). Grimke’ye göre kadınlar giyim kuşamları, kendilerini geliştirdikleri alanlar ve evlilik içindeki rolleri ile sadece erkekleri mutlu etmek üzere koşullanmaktadır, oysaki kadınların içinde bulundukları dönemdeki temel sorumluluğu evden dışarı çıkarak toplumun dezavantajlı kesimine yardım etmek olmalıdır.
Margaret Fuller, 19. Yüzyılda Kadın, (Women in Nineteenth Century), 1845
Fuller’e göre kadınlık kültür ve değerlerinin gelişimi, toplumu radikal olarak değiştirecektir. Erkek ve kadınların birbirinden farklı dünya algılamaları birbiriyle aynı olmayan ama birbirini bütünleyen yapısıyla kamusal hayatta yer alması oldukça önemlidir. Fuller’in kendisinden sonraki feministlere en önemli etkisi ise kadınların özgürleşmesinin dünyayı daha barışçıl ve uyumlu hale getireceğine yönelik “Dişil dünya” temelli bakış açısı olmuştur.
Elisabeth Cady Stanton, Kadının İncili (The Woman’s Bible), 1898
Stanton’un temel iddiası, kadının toplumdaki statüsünün geliştirilmesi için anayasal, siyasi ve ekonomik eşitlik haklarına sahip olmasının yanı sıra toplumsal ve dini hayat pratiklerinde de kadının konumunu iyileştirecek değişimlerin yaşanması gerekliliğidir.
Simone de Beauvoir, İkinci Cins, (The Second Sex), 1952
Ataerkil sisteme Hegelci bakış açısıyla yaklaşan de Beauvoir, ataerkil sistemde erkeği aşkıncı ve dışa dönük, kadını ise içkin ve içe dönük olarak birbirinin zıddı olarak tanımlamaktadır ki bu kanıksanmış varoluşlar kadını toplum içinde her zaman ikinciliğe itmektedir.
Kate Millett, Cinsel Politika, (Sexual Politics), 1970
Radikal feminist kuramın temel metinlerinden birini oluşturan Cinsel Politika eserinde Millett, tüm tarihsel uygarlıkların ataerkil olduğunu ve dolayısıyla ürettikleri ilişki biçiminin kadınları yönetmeye dayalı erkek egemenliğini meşru kılan ideolojilere dayandığını öne sürmektedir.
Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, (The Dialectic of Sex), 1970
Freud’un kadın üzerine geliştirdiği teorilere yönelik eleştiriler üzerine kurgulu bu çalışmasında Firestone, temel olarak Freud tarafından ortaya atılan tezlerin aile tarafından ortaya atılan geleneksel ataerkil aile yapısı içindeki güç ilişkilerinin bir sonucu olduğunu ileri sürmektedir.
Nancy Chodorow, Anneliğin Yeniden Üretimi, (The Reproduction of Mothering), 1978
Marksizm ile toplumsal cinsiyet arasında bir bağ kuran Chodorow, Anneliğin Yeniden Üretimi isimli eserinde aile içindeki cinsiyetçi işbölümünün cinsiyetler arasında farklılıkları ve sömürü ilişkilerini oluşturduğunu ve bu ilişki biçiminin her ailede anne tarafından yeniden üretildiğini belirtmektedir.
Judith Butler, Cinsiyet Belası, (Gender Trouble), 1990
Özellikle feminizmdeki postmodern etkinin temel düşünsel kaynaklarından biri olan Cinsiyet Belası’nda Butler, heteroseksüel çerçevenin kadınlık ve erkekliğe dayalı zorunlu ikili cinsiyet, beden, cinsellik ve toplumsal cinsiyet kategorilerini meydana getirdiği için heteroseksüelliğin tamamen reddini ileri sürmektedir.
Ülkemizdeki Toplumsal Cinsiyet Çalışmalarına Genel Bakış
Ülkemizde modern toplumsal cinsiyet çalışmalarının başlangıcı olarak genellikle literatürde 1980’li yıllar, dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Oysaki toplumsal cinsiyet çalışmalarının temelini teşkil eden feminist hareketler ve feminist çalışmaların tarihçesi, üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada çok daha erken, Osmanlı İmparatorluğu dönemine kadar uzanmaktadır.
Osmanlı Dönemi Kadın Hareketleri
Osmanlı döneminde özellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen modernleşme hareketleri çerçevesinde kadın hareketleri, siyasal, ekonomik ve sosyal hayatta erkeklerle eşit haklar taleplerine dayanmaktadır. Çok dilli ve çok kültürlü Osmanlı protofeminist hareketler içinde Müslüman kadınlar da aktif olarak yer almıştır. Bu dönemde Osmanlı kadın hareketlerinde erkeklerle eşit yurttaş ve insan haklarına sahip olma taleplerinin açıkça dile getirildiği kadın dernekleri fikirlerini yaymak için pek çok gazete ve dergi çıkartılmıştır.
Osmanlı dönemindeki kadın hareketleri Türk feminist hareketinde protofeminist ve Birinci Dalga Feminizm hareketleri kapsamında ele alınabilir. Bu dönemde özellikle Fransa’da başlayan Sufraje Hareketinin Osmanlı entelektüel kadınlarına etkisi önemli ölçüde gözlenebilmektedir.
Erken Cumhuriyet Dönemi Kadın Hareketleri
1924’de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu kapsamında kadınlara okuma yazma imkânı sağlanmış, 1926’da Türk Medenî Kanunu’nun ilanı ile kadınlar, çok eşliliğin yasaklanması, miras hakları, nikah zorunluluğu gibi yasalarla özel hayatta erkeklerle eşit haklara kavuşmuştur. Erken Cumhuriyet döneminde kadınlar, 1930’da belediye seçimlerine katılma hakkını, 1934 yılında ise seçme ve seçilme hakkını kazanmışlardır.
Yükselen Sosyalizmin Etkisindeki Kadın Hareketleri
Bu dönemde milli demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere kurulan Devrimci Kadınlar Derneği ’nde olduğu üzere “Kadının ezilen ve sömürülen konumunun sosyalist devrim içinde düzeleceği” fikrinden hareketle, kadın örgütlenmeleri ile sosyalist örgütlenmeler bir anlamda iç içe seyretmiştir. Bu kapsamda sosyalizm etkisiyle 1975’te kurulan İlerici Kadınlar Derneği gerek yaygınlığı gerekse geniş kitlelere ulaşması ve işçi sınıfı mücadeleleri dışındaki kadın sorunları üzerinde de dayanışma ve bilinçlenmeye neden olduğu için dönemin diğer örgütlenmelerinden farklı olarak ele alınabilir.
Örgütlü ve Bağımsız Kadın Hareketleri
1980’lerin ikinci yarısı Türkiye’de feminist hareket açısından örgütlü ve bağımsız eylemlerin yaygınlaştığı bir dönem olmuştur. Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin (CEDAW) Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1979’da kabul edilip 1981’de yürürlüğe girmesinin ardından Türkiye tarafından 1985 yılında imzalanması, feminist harekete de ivme kazandırmıştır. 1987’de Dayağa Karşı Kampanya kapsamında aylarca çeşitli illerdeki sokak eylem ve yürüyüşleri 12 Eylül sonrasının en kapsamlı ve yasal izinli toplumsal eylemi olmuş, neticesinde ise 1990 yılında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulmasına kadar giden süreci başlatmıştır.
Kadın Hareketlerinde Kurumsallaşma Dönemi
1980’li yılların sonunda feminist hareketlerin temel odağı haline gelen kadına yönelik şiddetle mücadele meselesi, 1990’lı yıllarda feminist kurumsallaşma ile ortak kadın dayanışmasına dönüşmüştür. 1990 yılında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurduğu ilk kadın dayanışma merkezi, ileriki yıllarda ilk bağımsız kadın sığınağının açılmasına ve onlarca ilde örgütlenen kadın sığınma merkezlerinin kısa sürede yaygınlaşmasına da destek olmuştur.
İlk kez 1970’li yıllarda Avrupa’daki üniversitelerde akademik düzeyde bağımsız bir alan olarak ortaya çıkan kadın araştırmaları alanı, Türkiye’de 1990’lı yılların başında kurumsallık kazanabilmiştir. Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezleri’nin ilki 1989’da İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulmuş, bunu 1994’te ODTÜ, 1995’te Ankara Üniversitesi ve 1999 yılında Ege Üniversitesi izleyerek Türkiye’de kadın sorunları ve feminist bilgi odaklı yüksek lisans ve doktora düzeyinde çalışmalar yönetilmeye başlanmıştır.
Kolektif Kadın Hareketleri Dönemi
Kamuoyu etkisi artan feminist hareketin mücadele amaçlarının karşılığı daha hızlı bir şekilde politikaya yansıyarak yasa değişiklikleri, söylem değişiklikleri gibi etkili sonuçlar vermiştir. Bu dönemde 2001 tarihli Medeni Kanun Reformu, 2004 tarihli Türk Ceza Kanunu değişikliği, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un yürürlüğe girmesi gibi değişiklikler Türkiye’de feminist hareketin şimdiki dönemi olarak ele alınabilecek kolektif kadın hareketlerinin somut birer sonucudur.
Günümüzde toplumsal cinsiyet çalışmalarına yön veren feminist bilgi, Amargi, Pazartesi gibi ulusal yayınlar, üniversitelerin kadın çalışmaları merkezleri, Feminist Kadın Çevresi gibi sivil toplum platformları, siyasi partilerin kadın kolları ve birçok bağımsız kadın öznesinin etrafında farklılaşan ve çeşitlenen çalışma alanları üzerinden üretilmeye devam edilmektedir.