TOPLUMSAL CİNSİYET ÇALIŞMALARI - Ünite 8: Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığının Sonucu Olarak Kadına Karşı Şiddet Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığının Sonucu Olarak Kadına Karşı Şiddet

Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığı

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, kadınların yalnızca ‘kadın’ olmaları nedeniyle maruz kaldığı ayrımcılığın adıdır. Erkek egemenliğinin sürdürülmesini sağlayan temel dinamiklerden biri olan bu ayrımcılık biçimi, günlük yaşamda kullanılan sözel ifadelerden davranışlara, toplumsal değer yargılarından hukuk normlarına kadar pek çok alanda kadının karşısına çıkmaktadır.

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının toplumdan topluma farklılaşan görünümleri bulunmaktadır. Örneğin bazı toplumlarda kadınlar, reşit olmadan evlenmeye zorlanmakta, hane halkının rızası olmaksızın sağlık muayenesi yaptıramamakta, eşinin izni olmaksızın ev dışına çıkamamaktadır. Anne rahmindeki bebeğin kız olması nedeniyle kürtaj kararı alınması ve kız bebeğin doğumundan sonra öldürülmesi ise toplumsal cinsiyet ayrımcılığının en çarpıcı örneklerindendir. Ancak hemen her toplumda kadınların sağlık, eğitim gibi temel haklara erişimi kısıtlanmakta, istihdam, politika gibi alanlarda ikincilleştirilmekte ya da bütünüyle bu alanlardan dışlanmaktadır.

Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığının Bir Görünümü: Kadının Sağlık Hakkının İhlali

Sağlık hakkı, insanların sahip oldukları temel haklardandır. Bu hak elbette hem kadınların hem de erkeklerin eşit düzeyde sahip oldukları bir haktır. Ancak pek çok toplumda, kadınların sağlık kuruluşlarına başvurmaları, tedavi olmaları mevcut sağlık hizmetlerini gerçek anlamda kullanmaları engellenmektedir. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, kadınların hem fiziksel hem de psikolojik sağlıklarını farklı biçimlerde oldukça olumsuz etkilemektedir. Kadınlarda depresyon, kaygı bozukluğu, somatik şikâyetler gibi psikolojik rahatsızlıkların görülme sıklığı, erkeklere oranla daha fazladır. Ayrıca psikolojik bir rahatsızlığa sahip olmak, aynı rahatsızlığa sahip bir erkek ile karşılaştırıldığında kadın üzerinde çok daha zedeleyici etkilere yol açmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre toplumsal normlar ve değer yargıları altında teşhis için sağlık kuruluşlarına başvuramamaları ya da tedaviye başlayamamaları nedeniyle kadınların git gide daha fazla oranda HIV/AIDS kurbanı haline geldiğini vurgulamaktadır. Kadın sağlığı açısından çok önemli olan bir diğer konu da, istenmeyen gebelikler ile sağlık kurumlarının dışında gebeliğe ilişkin yapılan müdahalelerin önlenmesidir. Akılda tutulmalıdır ki, doğum kontrolü ve kürtajla ilgili olumsuz söylem ve uygulamalar da kadınların yaşamlarına mal olabilecek toplumsal cinsiyet ayrımcılığı örnekleridir. Türkiye’de istenmeyen gebeliklerin 10 haftaya kadar sonlandırılması yasal olarak düzenlenmiştir. Ancak Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi tarafından 2016 yılında gerçekleştirilen bir araştırmaya göre kadın doğum bölümü bulunan 431 devlet hastanesinden yalnızca %7,8’inde isteğe bağlı kürtaj hizmeti verilmektedir.

Kadınların sağlık alanında yaşadıkları tüm bu olumsuzluklar, kadını geleneksel eş ve anne rolleriyle tanımlayan, iş yaşamına ve karar mekanizmalarına katılımını kısıtlayan toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bir sonucu ve tekrarıdır (Akın ve diğerleri, 2008). Bu nedenle toplumsal cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılarak kadınların sağlık hizmetlerinden tam, eşit ve en yüksek standartlarda faydalanmalarını sağlamak, kadının insan haklarının tam olarak sağlanmasının temel koşullarından biridir (KSGM, 2008).

Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığının Bir Görünümü: Kadının Eğitim Hakkının İhlali

Eğitim hakkı da, tıpkı sağlık hakkı gibi kişinin yaşamını, insansal olanaklarını gerçekleştirerek sürdürmesi için gereken temel haklardan biridir. Ancak dünya genelinde erkeklere göre kadınların eğitim hakkından yararlanabilmelerinin önünde çok daha fazla engel bulunmaktadır. UNESCO (2015) tarafından yayınlanan rapora göre temel eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalanların çoğunluğunu ve dünya üzerinde düşük okuryazarlık düzeyine sahip gençlerin ve yetişkinlerin üçte ikisini kadınlar oluşturmaktadır.

Kadınların yükseköğrenime katılım oranları her geçen yıl artmakla birlikte, bilim ve mühendislik gibi belirli alanlarda halen yetersiz temsil edilmekte, doktora veya eşdeğer programlar gibi daha ileri düzeydeki yükseköğrenim seviyelerine girme ve mezun olma olasılıkları daha düşük seyretmektedir (OECD, 2016). Eğitim alanında toplumsal cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılabilmesi için kadınların örgün eğitime kayıtlarının yapılmasının ötesinde gerçek katılımlarının sağlanması gerekmektedir. Eğitimde eşit fırsatlara sahip olabilmeleri için kadınların adil muamele görmeleri ve eğitim programlarının toplumsal cinsiyete dayalı önyargı ve kalıp yargılardan arındırılması sağlanmalıdır. Eğitim alanında toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanabilmesi için kadınların bireysel yetenekleri ve çabalarına koşut eğitsel çıktılara ulaşabilmelerinin önündeki engellerin ortadan kaldırılması da son derece önemlidir. Son olarak kadınların ve erkeklerin kaynaklara erişimleri ile ekonomik, sosyal, kültürel ve politik etkinliklere katılma ve bunlardan fayda sağlama olanaklarında eşitliğin sağlanmasıyla eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliği hedeflerine ulaşılabilecektir (USAID, 2008).

Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığı ve Ücretli Çalışmaya Katılım

Kadın ve erkeğin yaptığı işler arasında, bu iki toplumsal cinsiyetten birini ötekine göre daha avantajlı kılan yapay bir ayrışma bulunmaktadır. Cinsiyetçi işbölümü adı verilen bu iş ayrışması, kadının çalışmasını erkeğinkine göre daha az değerli kılmakta ve kadını aile içinde konumlandırılarak, talebe göre ücretli çalışmaya katılımının koşullarının belirlenmesine ya da bütünüyle engellenmesine temel oluşturmaktadır. Bu işbölümü, ücretli çalışmadan sorumlu tutulan erkeklerin ekonominin gerektirdiği niteliklere ve gelire sahip olmasına, kadınların ise öncelikle ev içinde gerçekleştirilmesi gereken ücretsiz ev işleri ve bakım işlerinden sorumlu tutulmasına yol açmaktadır.

Kadının ücretli çalışmaya katılımının engellenmesi kadar, toplumsal cinsiyet rol kalıplarına uygun görülen temizlik, yemek, bakım gibi işlerde istihdam edilmesi ve kadınların bilgi, deneyim ve beceri gerektiren nitelikli işlerde çalışamayacağının düşünülmesi de toplumsal cinsiyet ayrımcılığıdır. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ücretli çalışma yaşamında kadınların karşısına işe alınma, ücret, terfi gibi uygulamalarda ortaya çıkmakta, ayrıca kadınlar, kazançlarını kullanmada çoğunlukla söz sahibi olamamaktadır.

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının iş yaşamındaki görünümlerinden biri de esnek ve kısmi zamanlı çalışma alanlarında kadın istihdamının yoğunlaşmasıdır. Bu türden çalışma biçimlerinin hem ücretleri daha az hem de sosyal güvence kapsamları daha sınırlıdır. Ayrıca, kadının ücretli çalışmaya katılımının sınırlandırılmasına rağmen, ev içinde gerçekleştirdiği, tüm ekonomiler açısından son derece önemli olan ücretsiz ev işleri ve bakım işleri nedeniyle kadınlar, erkeklerle karşılaştırıldığında daha çok çalışmaktadırlar.

Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığı ve Kadına Karşı Şiddet

Kadına karşı şiddetin önlenmesini amaçlayan uluslararası sözleşmelerde erkek şiddeti, kamusal ya da özel alan fark etmeksizin doğrudan doğruya kadınlara yalnızca kadın oldukları için uygulanan şiddet olarak tanımlanmaktadır. Kadına karşı şiddete ilişkin yapılan bu uluslararası tanımlamaların ortak noktasında, kadın ile erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerine dayanan ve nerede gerçekleştirildiği fark etmeksizin kadınların zarar görmesiyle ve temel insan haklarının ihlal edilmesiyle sonuçlanan önemli bir sosyal sorun olduğu bulunmaktadır.

Kadının maruz bırakıldığı şiddetin hangi toplumsal süreçlerde, nasıl üretildiğini tartışmaya açmak, erkek şiddetini, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bir sonucu olarak anlamaya yardımcı olacaktır. Şiddet eylemini üreten ve pekiştiren dinamikleri kültürel, ekonomik, yasal ve politik düzeylerde incelemek mümkündür. Kültürün yapılanmasında, toplumsal cinsiyet ayrımcılığını ortaya çıkartan değer yargılarının aynı zamanda kadına uygulanan şiddetin normalleştirilmesine zemin hazırladığını görmekteyiz. Bu değer yargıları, kadını güçsüz, bir erkeğin korumasına, refakatine ve yönetimine muhtaç bir varlık olarak kurgular. Buna karşın aynı kültür içinde erkeğin güçlü ve üstün olduğu, kadın üzerinde iktidar kurmasının, ona sahip olmasının olağan olduğu, özel alan olduğu gerekçesiyle aile içindeki ilişkilerin erkeğin inisiyatifinde olduğu ve nihayetinde kadına şiddet uygulamanın erkek için sıradan olduğu, şiddetin kişisel bir mesele olduğu yargılarını üretir ve yaygınlaştırır. Şiddetin yaygın olarak yaşanan bir sorun olmasına rağmen bütün erkeklerin kadına karşı şiddet uygulamaması, şiddetin biyolojik bir zorunluluk gibi gösterilmesini geçersiz kılmaktadır. Erkeğin şiddetine, kadının eylemlerinin yol açtığını söylemek, kadının erkeğe göre ikincil olduğu, ona itaat etmesi gerektiği, itaat etmediği durumlarda ise cezalandırılabileceği düşüncesine dayanır. Ayrıca kadınların şiddet görmekle birlikte uzun yıllar bu ortamdan ayrılamamaları, şiddeti hak ettikleri şeklinde yorumlanabilmektedir. Ancak şiddet gören kadının bu ortamdan ayrılmamasının ekonomik bağımlılıktan, toplumsal baskılara, erkeğin tehditlerinden, yetersiz destek mekanizmalarına kadar birçok sebebi vardır.

Kadına Karşı Şiddet Biçimleri ve Etkileri

Kadının maruz bırakıldığı erkek şiddeti; fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet ve son olarak dijital şiddet olarak sıralanabilir.

Kadının, yakını olan ya da tanımadığı bir erkeğin eyleminden fiziksel olarak zarar görmesi, fiziksel olarak cezalandırılması kadına karşı fiziksel şiddetin bir sonucudur. Kadının maruz kaldığı şiddet biçimlerinden bir diğeri olan psikolojik şiddet, kadının üstesinden gelemeyeceği ya da yapmak istemediği beklentilerde ve isteklerde bulunulması ve kadının hakarete maruz bırakılması olarak tanımlanabilir. Aşağılama, kıskançlık, sevdiği şeylere ya da kişilere zarar verilmesi, duygusal ihtiyaçlarının karşılanmaması gibi davranışlar, psikolojik şiddet örnekleridir (Uçan ve diğerleri, 2014, s. 12).

Kadının cinsel çıkarlar doğrultusunda kullanılması, cinsel ilişkiye zorlanması kadına karşı cinsel şiddet olarak tanımlanmaktadır. Aldatma, cinselliği bir ceza ya da ödül aracı olarak kullanma, tek taraflı cinsel doyuma yönelik cinsellik, kadının istememesine rağmen cinsel organlarına dokunmak cinsel şiddet biçimleridir (Uçan ve diğerleri, 2014, s. 12).

Kadının çalışmasına engel olma ya da işten ayrılmasına neden olma, ev harcamaları için para vermeme, kadının gelirini elinden alma, kadının aile içinde maruz kaldığı ekonomik şiddet biçimleri olarak tanımlanmaktadır.

Son yıllarda özellikle genç kadınların maruz kaldığı erkek şiddeti türleri arasında teknolojinin kadınları kontrol etmek için kullanmasının bir sonucu olarak yaşanan dijital şiddet de bulunmaktadır. Cep telefonlarında bulunan uygulamalar ya da sosyal paylaşım siteleri yoluyla kadınları denetlemek, nerede olduğunu bildirmesini istemek, çıplak görüntülerini çekip yaymakla tehdit etmek, e-posta veya sosyal paylaşım sitelerindeki üyelik şifrelerini alıp buradaki bilgileri kullanmak, sosyal paylaşım sitelerinde kadını küçük düşüren, hakaret ve nefret içeren paylaşımlarda bulunmak dijital şiddetin örnekleri arasında bulunmaktadır (Uçan ve diğerleri, 2014, s. 12).

Şiddetin her biçiminin kadın üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır. Bu etkiler, kimi zaman psikolojik kimi zaman fiziksel boyutlara sahiptir ve genellikle şiddete maruz kalan kadın, pek çok olumsuz etkiyi aynı anda yaşayabilmektedir. Ancak kadına karşı şiddetin, toplumsal ve politik bir sorun olması nedeniyle kadını da aşan pek çok etkisi de bulunmaktadır.

Kadına Karşı Şiddetle Mücadele

1970’li yıllarda feminist hareketin çabasıyla dikkat çekilen kadına karşı şiddetle mücadelede şiddetin belgelenmesi, sığınma evlerinin, 24 saat ulaşılabilir kriz hatlarının açılması, sorunun önlenmesini amaçlayan kurumsal ve yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesiyle önemli adımlar atılmaya başlanmıştır (McCue, 1995; Arslan, 1998; Harne ve Radford, 2008; Aktaran: Özateş, 2009, s.100).

Türkiye’de de feminist hareketinin katkılarıyla 1980’lerden itibaren kadına karşı şiddetin önlenmesi yönünde önemli adımlar atılmıştır. 1980’li yıllarda bilinç yükseltme gruplarında gerçekleştirilen ‘özel alan’a dair tartışmalar, kadına karşı şiddeti, kadın hareketinin öncelikli gündemine dönüştürmüştür. Bu yıllarda gerçekleştirilen kampanyalar, sokak gösterileri ve süreli yayınlarla kadınlar bu gündemi kamuoyuna taşımışlardır.

1990 yılında Devlet Bakanlıklarından biri Kadın ve Aileden Sorumlu olarak görevlendirilmiştir. 1993 yılında Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM) kurulmuştur. Bu yıllarda ayrıca kadına karşı şiddetle mücadele eden kadın örgütleri, kadın danışma merkezleri ve sığınma evleri hayata geçmiştir. Kadına karşı şiddetle mücadelede sığınma evlerinin önemli bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Sığınma evleri, mevcut şiddetin ortadan kaldırılmasından çok, şiddetin varlığı halinde kadınların başta yaşam hakkı olmak üzere temel insan haklarının korunmasını sağlayacak mekanizmalar olarak varlık gösterir.

Yıllar içinde ülkemizde kadın karşı şiddet konusunda tedbirleri içeren çok sayıda yasal düzenleme yapılmıştır. Kadına karşı şiddetle mücadele eden kurumsal ve yasal mekanizmaların varlığı kadar, bunların, erkek şiddetini ele alışı ile şiddete maruz kalan kadına yaklaşımı da son derece önemlidir. Kadının kurban olarak değil, şiddete rağmen ayakta kalmasını sağlayacak, kendi kararlarını verebilecek ve verdiği kararları uygulayabilecek güçlerini keşfetmesini kolaylaştırmak önemlidir (Uçan ve diğerleri, 2014).

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının sonucu olan kadına karşı şiddetin ortadan kaldırılması, eşitlik odaklı politikaları ve çok taraı bir yaklaşımı gerektirir. Eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik uygulamalar, şiddetin toplumda meşru görülmesini önleyecek çalışmalar, şiddet uygulanan kadınlara yönelik koruma ve güçlendirme mekanizmaları, ilgili kamu görevlilerinin farkındalıklarının artırılması ve faillerin cezalandırılması bu alanda öncelikli olarak ele alınması gereken konulardır (Erseçen ve Tosun, 2015). Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının sonucu olarak ortaya çıkan, kadının maruz kaldığı şiddetle mücadelenin temelinde, kadına karşı şiddetin, insan hakkı ihlali olduğu gerçeği bulunmalıdır. Hiçbir kadının her ne gerekçeyle olursa olsun şiddete maruz bırakılamayacağı ve şiddetin kaçınılmaz olmadığı gerçeği ve bilincinin toplum tarafından benimsenmesini sağlayacak düzenlenmelerin hayata geçirilmesi son derece önemlidir. Kadını erkekten daha güçsüz ve geride gören yerleşmiş değer yargılarını değiştirecek bilinçlendirme çalışmaları yapmak, kadının güçlenmesini sağlayacak projeler üretmek, toplumsal cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldıracak ve her şeyden önce, insan haklarının, kadının da hakkı olduğu yönünde bilinç ve farkındalık yaratacak eğitim programları düzenlemek önemlidir.