TOPLUMSAL CİNSİYET SOSYOLOJİSİ - Ünite 8: Türkiye’de Kadın Hareketi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 8: Türkiye’de Kadın Hareketi
Giriş
En genel anlamıyla toplumsal hareketler, önemli sayıda insanın, toplumun rahatsızlık verici özelliklerinin ifade edilmesi ve değiştirilmesi hususunda inisiyatif almalarıyla ortaya çıkan amaçlı toplumsal örgütlenmeler olarak tanımlanabilir. Günümüzde ise en yaygın biçimde, siyasal sistemin ana gövdesinin dışında kalan gruplar ve örgütler anlamında kullanılan ve yeni toplumsal hareketler adında yeni bir boyut da kazanan toplumsal hareketler, özellikle 20. yüzyılın son on yılı ile birlikte giderek toplumsal ve siyasal değişmenin önemli dinamikleri arasında yer almaya başlamıştır (Marshall, 1999,)
Dünyada ve Türkiye’de Kadın Hareketlerinin Doğuşu
Tüm eşitsizlikler gibi toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerin sürdürülmesi de belirli meşrulaştırma yöntemlerini gerekli kılmıştır. Bu noktada, kadınları ikincilleştiren söz konusu bu toplumsal cinsiyet kalıpları/kimlikleri, tarihsel süreç içerisinde her zaman gelenek, görenek, kanun, ideoloji, din ve benzeri örgütlü inanç sistemleri gibi çeşitli meşrulaştırma yöntemleri kullanılarak sürdürülmüştür. İşte feminizm olarak bilinen düşünce akımı ve hareketi, söz konusu bu eşitsizliklere karşı çıkan kadınların eşitlik talepleri adına verdikleri mücadeleler sonucu ortaya çıkmıştır. Tarihsel olarak kadın hareketlerinin ilk olarak Batı’da feminizmin doğuşuyla ortaya çıktığı ve oradan dünyaya yayıldığı bilinmektedir. Batı’da feminizmin gelişimini etkileyen tarihsel önkoşullar 17. yüzyıldan itibaren kendini göstermeye başlasa da, kadınların eşitlik taleplerinin bilinçli bir başkaldırı ve sistemli bir feminist kuram ve hareket halinde ortaya çıkışı 18. ve 19. yüzyıllarda, sıklıkla birinci dalga olarak adlandırılan feminist hareketle başlamıştır. Bu dönemde ilk feminist hareketler (birinci dalga feminist hareketler) ise kapitalist üretim tarzıyla birlikte gelişen modern ulus-devletin vaat ettiği liberal haklara ve “eşit yurttaşlık” tanımına kadınların da dâhil edilmesi talepleri ile ortaya çıkmıştır. Feminizmin birinci dalgasında, ilk etaptaki talepler arasında eğitim hakkı, mülkiyet hakkı ve oy hakkı gibi temel siyasal haklar yer almıştır. Bu dönemde, dünyanın çeşitli yerlerinde değişik biçimde varlığını sürdüren ve Süfrajet (Suffragette) hareketi olarak da bilinen kadınlar için oy hakkı mücadelesi, birinci dalga feminizmin içinde yer alan en önemli hareket olarak tarihte yerini almıştır. Süfrajet (Suffragette), 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarında başta İngiltere ve ABD’de olmak üzere tüm dünyada kadınların oy hakkı için verdikleri mücadele hareketidir. Protesto eylemleri, provokatif eylemler, pasif direnişler, açlık grevleri, kamu toplantılarını bölme ve benzeri yöntemlerle oy hakkı mücadelesi veren radikal bir kadın hareketi olan süfrajet, birinci dalga feminizmin de doruk noktası olarak bilinmektedir. birinci dalga feminizmde kadınların bu mücadelesi ancak 20. yüzyılda I. Dünya Savaşı’nın sonunda sonuç verebilmiş ve kadınlar, pek çok ülkede başta oy hakkı olmak üzere eşit siyasal haklar elde etmişlerdir.
Türkiye’de kadın hareketi ile ilgili eril tarih yazımıyla feminist tarih yazımına göre farklılaşan iki ayrı görüşten söz edilebilir. Bunlardan, eril tarih yazımına göre şekillene ilk görüşe göre, Türkiye’de Batı ülkelerine benzeyen ve sivil toplum ürünü olan, kitlesel eylemlere dayalı bir kadın hareketi ve mücadele tarihi oluşmamış, kadın hakları da daha çok Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte gelişmiştir. Bu noktada bu görüş, Türkiye’de kadın haklarının tarihsel gelişimini, (a) kadınları erkeklerle eşit statüde görmeyen Osmanlı dönemi ile (b) kadınların yasal statülerinin erkeklerle eşitlenmeye çalışıldığı Cumhuriyet dönemi olmak üzere iki ana dönem altında ele alır. Feminist tarih yazımı tarafından şekillenen ikinci görüşe göre ise; Batı ülkelerine göre daha az olmakla birlikte, Türkiye’de de Osmanlı döneminde başlayan ve süreklilikler ve kopuşlarla günümüze ulaşan bir kadın hareketi vardır ve bu hareketin varlığı yakın zamanda belgelerle ortaya çıkarılmıştır. Gerçekten de yakın geçmişte kadın çalışmalarının öncüleri tarafından Türkiye’de de Cumhuriyet öncesinde, Osmanlı döneminde başlayıp günümüze gelen bir kadın hareketinin varlığı belgelerle ortaya konulmuştur.
Osmanlı Kadın Hareketi
Tüm dinler gibi cinsler arası ilişkileri erkekegemen söylem üzerinden inşa eden İslam dininin hâkim olduğu Osmanlı toplum yapısında, kadınlar erkeklerle eşit olmayan bir toplumsal statüye sahiplerdi. İslam dini esaslarına göre düzenlenen Osmanlı toplum yapısında cinsiyete dayalı ayrışma temelinde kadınların yaşamı özel alanla sınırlandırılarak kamusal alana çıkmaları ve toplumsal hayata karışmaları büyük ölçüde engellenmiştir. Evlilik ve aile hukuku da erkeğin üstünlüğüne göre düzenlenmiştir. Türkiye’de kadın çalışmalarının öncülerinden Berktay’ın ifade ettiği gibi, Osmanlı döneminde “kadınların tecridi, kamusal alandan dışlanmaları şeriat döneminin çarpıcı bir göstergesi idi” (Berktay, 2004, s.18). ). Osmanlı ataerkil düzenine karşı çıkan erkeklerin söz konusu bu eğilimi literatürde “erkek feminizmi” olarak da adlandırılmaktadır (Kandiyoti, 1993). 19. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı toplumunun eğitilmiş üst sınıf mensubu kadınları da dergi, gazete ve benzeri araçlar üzerinden katılmaya ve kadın sorununu yaşadıkları önemli sorunlar çerçevesinde tartışmaya başlamışlardır. Böylelikle, kamusal alandaki sınırlı varlıklarına rağmen, dönemin yenilikçi düşünce akımlarından etkilenen eğitimli üst sınıf mensubu Osmanlı kadınları, 1870’lerden itibaren “söz söyleme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve aile içinde saygın bir yer edinme hakkı –çokkarılığın ilgası, tek taraflı bir erkek hakkı olan boşanmanın kısıtlanması- için mücadele” etmeye başlamışlardır. r. 1869’da Terakki-i Mukadderat ile başlayan ve Cumhuriyet dönemine kadar sayıları 40’a ulaşan bu dergiler ve gazeteler arasında en çok dikkat çeken ise yönetimi ve yazar kadrosu tamamen kadınlardan oluşan ve 1887’de çıkan Şüküfezar ile 1896’da çıkan Hanımlara Mahsus Gazete’dir. Nitekim bu dönemde eğitim imkânları artan kadınlar, Batı’da süren oy hakkı mücadelesinin de (Süfrajet hareketi) etkisiyle eşitlik ve özgürlük taleplerinde de bulunmaya ve feminist nitelikli dernekler kurarak örgütlenmeye başlamışlardır. Kadınların hak mücadelelerinin dile getirilmesi açısından bu dernekler arasında en dikkat çekeni ise 1913 yılında kurulan Osmanlı Müdafaa-ı Hukuk-ı Nisvan Derneği’dir. Nuriye Ulviye Mevlan Civelek tarafından çıkarılan ve Kadınlar Dünyası adlı bir yayın organına da sahip olan dernek, kadınların eğitim, çalışma, aile hayatı, hukuk, siyaset ve benzeri alanlardaki taleplerini gündeme getirmeye başlayan feminist nitelikli bir örgütlenmenin ve mücadelenin varlığını ortaya koyan ilk feminist kadın derneği olarak da kabul edilmektedir. (Çakır, 1996b, s.751). Dernek, kadınlara yükseköğretim hakkı verilmesi için de mücadele etmiştir. Bu noktada ilk kadın üniversitesi olarak bilinen İnas Darülfünunu’nun 1914 yılında açılmasında derneğin verdiği mücadelenin önemli bir etkisi olduğu bilinmektedir (Çakır, 1996a, s.260). Avrupa ve ABD’deki devam eden kadınların oy hakkı mücadelelerinin etkisiyle dernek kadınlara oy hakkı için de mücadele etmiş ve 1921 yılında hem derneğin programına hem de Kadınlar Dünyası’nın amaçları arasına seçim hakkı eklenmiştir. (Çakır, 1996a, s.311).
Cumhuriyet Döneminde Kadın Hareketi
Osmanlı İmparatorluğu’nun yenildiği I. Dünya Savaşı’ndan ve kadınların da aktif olarak katıldıkları ve önemli hizmetlerde bulunduğu Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan Cumhuriyet ile birlikte, kadının statüsünü dini esaslar yerine, hukuki esaslara göre düzenleyen ve bu açıdan “kadın devrimi” (Tekeli, 1996, s.1193) olarak da adlandırılan köklü değişikliklere gidilmiştir. Cumhuriyet’in kadın haklarında devrim olarak nitelenen reformları ile birlikte, kadınlar eğitim, kılık kıyafet, evlilik, boşanma, velayet, veraset, seçme-seçilme ve benzeri pek çok alanda erkeklerle eşit haklara sahip olmuşlardır. Böylelikle, Osmanlı döneminde kadının statüsünü düzenleyen dinî esasların yerini, Cumhuriyet döneminde hukuki esasların temel alınmasıyla birlikte kadınları erkeklerle eşit görmeyen geleneksel-İslami ataerkil (patriyarkal) anlayış, yasal düzeyde de olsa önemli ölçüde aşılmıştır. Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 yılında, birinci dalga feminizmin eşitlikçi söylemini benimseyen ve yurttaşlık mücadelesini sürdürmeye çalışan “Osmanlı kadın hareketinin taşıyıcısı bir grup kadın” tarafından, ilk siyasi parti olan Kadınlar Halk Fırkası kurulmuş ancak seçim kanununda kadınların oy hakkına sahip olmadıkları gerekçesiyle onay verilmemesi üzerine söz konusu kadınlar bu kez Türk Kadınlar Birliği adlı derneği kurarak, dernek çatısı altında “genel ve yerel seçimlerde seçmeseçilme hakkını elde edinceye değin mücadelelerini” sürdürmüşlerdir.
Kadın çalışmalarının öncülerinden AbadanUnat (1998, s.330) ise, hem Osmanlı döneminde hem de Cumhuriyet döneminde kadınların hakları için mücadele ettiklerini fakat bu mücadelelerin “ağırlıklı olarak ‘söylem’ler biçiminde” gerçekleştiğini, “çünkü kolektif bir bilinçlenmeyi oluşturabilecek olan orta sınıf kadınların kamusal alana” çıkmalarının “endüstrileşmeye ve kentleşmeye bağlı bir süreç” olduğunu savunmaktadır. Tüm kazanımlarına rağmen, “kültürün ve iktidarın erkekegemen yapısı” Cumhuriyet rejiminde de değişmemiş ve Cumhuriyet “bütün yeniliğine karşın, ataerkil olmaya devam” etmiştir (Berktay, 1996, s.760). Buna göre “Cumhuriyet rejimi, devlet desteğindeki feminizme bir alan” açmış, ancak “aynı zamanda onu tanımlayıp belli sınırlar içinde tutmaya” da çalışmıştır (Berktay, 2004, s.19). Böylelikle Cumhuriyet’in modernleştirme/uluslaştırma projesi, bir taraftan kadınlara eşit yurttaş olma ve toplumsal hayata katılma olanağı sağlarken, öte taraftan da ataerkil değerlere ve kalıp yargılara göre şekillenmiş toplumsal cinsiyet kalıplarını, eş değişle ataerkil kadın ve erkek kimliği ile rolünü köklü anlamda sorgulayacak “bağımsız bir bilinç geliştirmelerini de” güçleştirmiştir.
1950-1980 Arası Dönemde Türkiye’de Kadın Hareketi
Bu dönemden itibaren eğitim sisteminde, sanayi üretim ve hizmet sektörlerinde başlayan gelişme ve büyüme ile birlikte eğitime ve çalışma yaşamına görece daha aktif olarak katılmaya başlayan kadınların kamusal ve toplumsal yaşamdaki rolleri görece artmaya başlamıştır. Her ne kadar Türkiye’de 1980’li yıllara kadar, çalışma yaşamına katılan kadınların ezici bir çoğunluğu, tarımda ücretsiz aile işçisi olarak çalışsa da (Ecevit, 1993, s.117), 1950’li yıllarda kırdan-kente göçle birlikte, kentin sunduğu eğitim ve iş olanaklarından kadınlar da yararlanmaya başlamışlardır. Ekonomik faaliyetler ile kamu hizmetlerine kadın katılım oranlarında, sınırlı düzeyde de olsa bir artış gerçekleşmiştir. Kadınların ev dışında ücretli işgücü piyasasına sınırlı katılımlarının en önemli nedenleri arasında, kadınların ataerkil aile içinde devam eden rolleri ile kentsel ekonomik yaşamın yapısal özellikleri yer almaktadır (Ecevit, 1993, s.121). 1970’lerin sonlarına gelindiğinde kadınların kamu görevlileri içindeki sayısı dörtte bir oranında artmış, ancak bu artıştaki yoğunluk “daha çok alt-kademe görevlerde ve eğitim sağlık gibi cinsiyete dayalı sektörlerde” gerçekleşmiştir (Alkan ve Çakır, 2012, s.209). 1950-1980 döneminde kadın hareketinin, uzun bir sessizlik döneminden sonra 1970’li yıllarda özellikle sol siyasal hareketin sınıf mücadelesi içinde bir kimlik arayışına girdiği ancak erkek egemen yapıları sorgulayan feminizme bu dönem mesafeli durduğu görülmektedir. Öte yandan, Türkiye’de sol düşüncenin, bağımsız bir feminist örgütlenmeye karşı çıksa da, kullandığı evrensel düzeydeki kategorilerin 1980’lerde Türkiye’de bağımsız bir feminist hareketin gelişimine yardımcı olduğu savunulmaktadır (Çağatay ve Soysal, 1993, s.337). Sonuç olarak, her ne kadar Türkiye’de 1980 yılına kadar bağımsız ve özerk olarak gelişen bir kadın hareketinden söz edilemese de kadın sorununun dönemin siyasal hareketlerinin gündeminde yer almaya ve akademik bir ilgi görmeye başlamasıyla birlikte, kadın hareketi de aile ve toplum hayatındaki erkek-egemen cinsiyetçi ilişkileri sorgulayan yeni feminist kimliğine doğru yol almaya başlamıştır.
Bağımsız Kadın Hareketinin Yükselişi
Türkiye’de bu dönemde, yalnızca eşit haklar için mücadele etmekle yetinmeyen, özel ve kamusal alandaki ataerkil/erkek egemen yapıları da bağımsız bir feminist söylemle sorgulayan bir kadın hakları hareketi, “demokratik siyasetin bütün araçlarının yasaklandığı 12 Eylül askeri rejiminin ardından ortaya çıkmış ve güçlenmeye başlamıştır” (Sancar Üşür, 2008, s.245). Geleneksel kadın örgütlerinden farklı örgütlenme stratejileri ve politik talepleriyle kadın sorununu toplumun demokratik katılım taleplerinin ve siyasetin gündemine taşıyan kadın örgütlerinden oluşan kadın hareketi, “son yıllarda Türkiye’de sivil toplumun gücünü artıran en önemli demokratik gelişmelerden biri olmuştur” (Sancar Üşür, 2008, s.246). Bu dönemde kadın hareketinin hız kazanması, erkek egemen bir yapıya sahip siyasi partilerin de dikkatini çekmiş ve kamunun desteğine sahip olmak adına parti programlarına toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının dâhil edilmesini ve kadınların siyasi katılımını artırmak için kota uygulamasına geçilmesini sağlamışlardır. Bu dönem yasal düzeyde kadın haklarında gözlenen en önemli gelişmelerden biri, Birleşmiş Milletler tarafından 1979’da kabul edilen uluslararası Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) 1985’de Türkiye tarafından bazı çekincelerle de olsa imzalanmış ve 1999 yılında sözleşmeye konan çekinceler kaldırılmıştır.
Kadın Hareketinde Kurumsallaşma ve Farklılıklar Dönemi
1990’lı yıllardan günümüze uluslararası kuruluşlar, kadın örgütleri ve devlet kurumları arasında kurulan ilişkiler ve işbirliği neticesinde; özellikle Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütler tarafından başlatılan ve toplumsal cinsiyet eşitliğini her alanda yaygınlaştırma amacı taşıyan toplumsal cinsiyet eşitliğini ana akımlaştırma (gender mainstreaming) stratejisinin Türkiye’de de hem sivil toplumun hem de devletin kapsam alanına girmesi ile birlikte kadın erkek eşitliği mevzusunda önemli bir yol kat edilmiştir. Toplumsal cinsiyeti ana akımlaştırma, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına ve yaygınlaştırılmasına her alan ve düzeyde planlanan her türlü “ana” yasa, politika veya programda yer verilmesidir.
1980’li yıllardan günümüze kadın örgütlenmesi ve hareketi tarafından yürütülen çeşitli etkinlikler ve faaliyetler (demokratik, katılımcı ve çoğulcu örgütlenme yapısına sahip çeşitli ve çok sayıda kadın sivil toplum örgütünün kurulması, yürütülen kampanyalar ve eylemler, yayımlanan gazeteler ve dergiler, geliştirilen projeler vb.) sadece kadınlar açısından önemli kazanımlar sağlamakla kalmamış, Türkiye’de demokratik muhalefeti güçlendirerek demokratikleşme çabalarına da son derece önemli bir katkı sağlamıştır.
2000’li Yıllardan Günümüze Kadın Hareketinde Yeni Kazanımlar ve Sorunlar
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin de bir gereği olarak Medeni Kanun’da, özellikle de aile hukuku alanında, kadın ile erkek arasında cinsiyet ayrımcılığına yol açan hükümlerde köklü değişikliklere gidilmiştir. Bu dönemde ayrımcılıkla ve kadına karşı şiddetle mücadelede devlet kurumları da, özellikle 1990 yılında kurulan ve 2004 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığına bağlı olarak işleyen Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü önemli faaliyetler yürütmüştür.
Kadına karşı ayrımcılığın önlenmesi, kadın haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadınların toplumsal yaşamın her alanında hak, imkân ve fırsatlara eşit olarak erişimlerinin sağlanması amacıyla 1990 yılında Başbakanlığa bağlı olarak kurulan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM), 2004 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığına bağlanmış, 2011 yılında ise kapatılarak yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulmuştur.
22 Kasım 2001 tarihinde kabul edilen ve 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun’da, kadınlar toplumun eşit, özgür ve bağımsız bireyleri olarak kabul edilmişlerdir. Eski Medeni Kanun evlilik içinde erkeğe üstünlük tanırken, yeni Medeni Kanun ile birlikte kadınlar aile ve toplum içinde erkeklerle eşit kılınmış ve başta aile reisliği, boşanma, mülkiyet ve miras konularında olmak üzere evlilik içerisinde kadın-erkek eşitliğini gözeten önemli değişikliklere gidilmiştir. Bunun yanı sıra 2004 yılında Ceza Kanunu’nda cinsiyet ayrımcılığına yol açan maddelerde önemli değişiklikler yapılmış ve yeni Ceza Kanunu, cinsiyet eşitliğini gözetecek şekilde yeniden düzenlenip kabul edilmiştir. Yeni Ceza Kanunu’nda özellikle, kişilerin cinsel dokunulmazlığını ihlal eden filler, “genel ahlakı ve aile nizamını” ilgilendiren ihlaller olarak değil, kişisel değerlere yönelik tecavüz olarak değerlendirmiş, böylelikle kadınların bedenlerine yönelik işlenen suçların cezalandırılması “genel ahlakı ve aile nizamını” ilgilendiren suçlardan ayrıştırılarak kadınların bağımsız bireyler olarak tanınmasını mümkün kılmıştır
2000’li yıllarda kadın hareketinin kurumsal ve hukuksal düzeyde elde ettiği önemli kazanımlar arasında; CEDAW İhtiyari Protokolü’nün Türkiye tarafından imzalanması (2000), kadın-erkek eşitliğine göre düzenlenmiş olan yeni Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesi (2002), Anayasanın 10. ve 90. maddelerinde kadın-erkek eşitliğini güçlendiren düzenlemelerin yapılması (2004), yeni Türk Ceza Kanunu’nun cinsiyetçi boyutlarının düzenlenmiş haliyle yürürlüğe girmesi (2005), yerel yönetimlerin özellikle şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmet vermeye ve belediyelere bağlı kadın sığınma evleri açmaya başlaması (2005), TBMM’de Kadın Erkek Eşitliği Fırsat Komisyonu’nun kurulması (2009), Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve mücadele etme amaçlı Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve İstanbul Sözleşmesi olarak da bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Ev-İçi Şiddeti Önleme ve Mücadele Etme Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin imzalanması (2011), Türk Ceza Kanunu’nda düzenleme; 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi adlı kanunun kabul edilmesi (2012), İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesi (2014), 4857 sayılı İş Kanunu’nda ayrımcılığı önleyen düzenlemelerin yapılması, “dil, ırk, cinsiyet, engellilik, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve gebelik” gibi nedenlere dayalı olarak çalışanlar arasında ayrımcılık yapılamayacağı ve çalışanlarına “cinsiyet nedeniyle düşük ücret verilemeyeceği”nin kabul edilmesi, aynı yasa ile “çalışanlara yönelik her türlü cinsel taciz”in yasaklanması (2016) yer almaktadır.
Kadına Yönelik Şiddet
2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev-İçi Şiddeti Önleme ve Mücadele Etme Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nde kadına yönelik şiddet, “ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” olarak tanımlanmıştır. (Avrupa Konseyi, 2011).
Kadına yönelik şiddet sorunu 1980’li yıllarda kadınların eylemleri ve farkındalık çalışmalarıyla gündeme taşınmış, 1990’lı yıllarda ise kadın sivil toplum örgütlerinin ardından kamunun da gündemine girmiştir kadın hareketinin gündeminde ilk sırada yer alan kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinde son dönemde daha önce görülmedik oranda artışlar yaşanmaya başlamıştır. Türkiye’de sadece 2018 yılında 440 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 2019 yılının sadece Ocak ayında 43 kadın öldürüldü. (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu). Türkiye’de kadına yönelik şiddete yol açan önemli nedenlerden biri de ataerkil/erkek egemen toplumsal yapının önemli bir değeri ve normu olan ve büyük ölçüde kadın bedeni ve cinselliğinin kontrolü üzerinden kurulan “namus”tur. Erkek egemen toplumsal yapının sürdürülmesinin önemli ölçüde kadın bedeni ve cinselliği üzerindeki erkek hâkimiyeti ile mümkün olması, “namus” olgusunu ister istemez önemli kılmaktadır. Bu noktada, kadın bedeninin ve cinselliğinin erkek egemen normların buyruğu dışında (yani, sadece evlilik ilişkisi içinde ve eşe sunulması dışında) kullanımı çok defa “namusun kirlenmesi ve/ya kaybedilmesi” olarak yorumlanmakta ve namusunu koru(ya)madığı düşünülen kadınlara yönelik de öldürülme dâhil çeşitli fiziksel, psikolojik, cinsel ve benzeri şiddet uygulanmaktadır.
Türkiye’de kadın hareketini meşgul eden bu sorunlara son zamanlarda, özellikle 2010’lardan itibaren ivme kazanarak yükselişe geçen neoliberalmuhafazakâr politikalar döneminde yeni sorunlar da eklenmiştir. Bu politikalarla birlikte kadını aile ve ev içinde tanımlayan anlayışa geri dönülmesi, ev ile iş yaşamının yükü altında ezilen kadınlara esnek çalışmanın bir alternatif olarak sunulması, ayrıca doğrudan kadın bedeni ve doğurganlığıyla ilgili olan kürtaj yasakları/sınırlamaları ile “en az 3 çocuk” talepleri şeklinde özetlenebilen sorunlar, bu dönem kadın hareketinin gündemini oldukça meşgul etmiş ve gerilimli tartışmalara yol açmıştır. Bu noktada aile ve iş yaşamını uyumlaştırmayı hedefleyen politikalar çerçevesinde yapılan düzenlemeler, olumlu bazı özellikler taşımakla birlikte, kadınların emek piyasasında yaşadıkları eşitsizlikleri yok etmede ve cinsiyetçi işbölümünü dönüştürmede önemli bir etki yaratmadığı, aksine kadınların istihdama katılımını, ev içi sorumluluklarını aksatmadan, esnek çalışma yöntemiyle teşvik ettiği yönünde ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bu dönemde uygulanan politikalar, özellikle kadın bedenine, cinselliğine ve doğurganlığına yönelik müdahaleler içerdiği ve kadından ziyade aileyi ve kadının aile içindeki geleneksel rolünü güçlendirmeye ve sürdürmeye yönelik olduğu gerekçesiyle kadın örgütlerinin ve kadın hakları savunucularının yoğun tepkilerine ve protesto eylemlerine neden olmuştur. Bu noktada Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığının 2011’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesi de bu politikaların bir göstergesi olarak görülmüştür.