TOPLUMSAL CİNSİYET SOSYOLOJİSİ - Ünite 1: Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisine Giriş Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisine Giriş

Giriş

Feminist düşünce, sosyal bilim kuramlarının erkek egemen bakış açısını sorgular ve araştırmaların kadınların toplumsal gerçekliğini, bilgi ve deneyimini içermediğini, ihmal ettiğini ya da marjinalleştirdiğini ortaya koyarak eleştirir. Bu bağlamda 19. yüzyılda bir bilim dalı olarak gelişen sosyolojinin, toplumu açıklayan kuramsal yaklaşımları, toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve eşitsizliklerini dikkate almamış; kadınları görünmez kılmıştır. Ancak feministler, kadınların toplumsal yaşamda sorgulanmayan, geleneksel değerler temelinde doğal kabul edilen ikincil konumlarını, ezilme ve sömürü ilişkilerini sosyolojinin gündemine getirmişlerdir.

Toplumsal Cinsiyet İlişkileri

Feminist bakış açısı, toplumsal yaşamın her alanında toplumsal cinsiyet ilişkileri ve eşitsizliklerinin nasıl üretildiğini anlamaya ve açıklamaya çalışır. Toplumsal yapı ve ilişkilerin yeniden ele alınmasını ve çözümlenmesini sağlayan yeni kavramlar geliştirir.

Toplumsal Cinsiyet Nedir?

Kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıkların nereden kaynaklandığı sorusuna verilen cevaplar aynı zamanda biyolojik ve toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımı da ifade eder. Biyolojik yaklaşım, kadın ve erkeğin farklı davranışlarının kaynağını onların farklı kromozomlar, üreme organları ve hormonlarla belirlenen biyolojik özellikleriyle açıklar. Dişilik pasif/edilgen, bağımlı, duygusal, zayıf, nazik, yumuşak başlı vb. tanımlanırken erilliğe aktif/etkin, bağımsız, mantıksal, güçlü, sert, saldırgan vb. özellikler atfedilir. Biyolojik determinizm, aynı zamanda erkeğe atfedilen özelliklerin üstün, kadınınkilerin aşağı kabul edildiği hiyerarşik ikili bir sisteme işaret eder. Böylece kadın ve erkek arasındaki farklılıklar doğuştan, doğal, dolayısıyla değişmez kılınır. Bu sorgulanmaz kabul edilen unsurlarla toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri biyolojik özelliklere dayalı olarak meşrulaştırılır.

Toplumsal cinsiyet kavramsallaştırması, kadın ile erkek arasındaki davranış farklılığının biyolojik cinsiyet özelliklerinden kaynaklanmadığını, toplumsal ve kültürel olarak inşa edildiğini ortaya koyar. Dolayısıyla cinsiyet eşitsizliği, doğuştan gelen, doğal olan ve değişmez değildir. Bu anlamda kadın ve erkeklerin farklı biyolojik özelliklere sahip olması, onların neden eşit olmadıklarını açıklamada yetersiz kalmaktadır. Eşitsizlik, toplumsal ve kültürel olarak üretilen bir güç ilişkisidir. Toplumsal cinsiyetin inşa sürecinin çözümlenmesi, güç ilişkilerinin ve eşitsizliğinin nasıl üretildiğinin anlaşılmasını sağlar.

Cinsiyet Rol ve Davranışlarının Öğrenilmesi: Toplumsallaşma Süreci

Toplumsallaşma; yaşamın her döneminde aile, arkadaşlar, okul, işyeri gibi çevreler ve medya gibi aracılarla ömür boyu devam eden bir süreçtir. Bu süreçte toplumun kültürüne; norm ve değerlerine göre toplumsal cinsiyet rol ve davranışları öğrenilir, pekiştirilir ve içselleştirilir. Genel anlamda toplum, kadın ve erkeklere cinsiyete dayalı farklı sorumluluklar yükler ve farklı beklentiler taşır. Aile büyükleri, anne-babalar, öğretmenler, televizyon programları, cinsiyete göre hangi tutum ve hareketlerin uygun olduğu, nasıl davranılması gerektiği konusunda kız ve oğlan çocuklarını eğitir, teşvik eder ve destekler. Bunların karşılığında cinsiyetlerine uygun rol ve davranış göstermeyen çocuklarla alay edilir, çocuklar uyarılır veya dışlanır. Doğumla başlayan toplumsallaşma süreci, bilgi ve beceriler, yapılan işler, seçilen meslekler gibi ayrımlarla aile, eğitim, çalışma gibi yaşamın her alanında devam eder.

Sylvia Walby (2014, s.147-148), toplumsallaşma kuramının “toplumsal cinsiyet farklılıklarının biyolojik öze dayandığı iddialarının güçlü bir panzehiri” olduğunu vurgulamakla birlikte bazı meselelere yeterince ilgi göstermediğini dile getirir. Toplumsallaşma kuramı;

  1. Açık, anti-özcü vurgusuna rağmen cinsiyet farklılıklarına ilişkin oldukça statik ve tekçi kavramlaştırma ile hareket eder. Kadınlık ve erkeklik arasındaki kimi farklılıklar evrensel olarak var olsa da bunlar arasında ciddi bir çeşitlilik söz konusudur.
  2. Kadınlık ve erkekliğin her iki cinsiyetin de eşit ama zıt yönlerde sınırlandığı iki farklı yüz mü yoksa erkekliğin ezen, kadının ise ezilen konum mu olduğuna ilişkin bir belirsizlik mevcuttur. Bu anlamda eril olan iktidarı görmezden gelmeleri bir sorun oluşturur.
  3. Genellikle insanların görece pasif oldukları farz edilir. Oysa insanlar kuramın öngördüğünden daha aktif bir biçimde sürece müdahil olurlar.
  4. Kadın ve erkek olma kategorilerinin içeriğini açıklamaz. Toplumsal cinsiyetin nasıl inşa edildiğinin değil, nasıl edinildiğinin kuramıdır.

Ataerkillik

Ataerkillik, erkeklerin kadınlar üzerinde egemen olduğu, kadınları ezdiği ve sömürdüğü toplumsal yapılar sistemidir.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin varlığını nasıl sürdürdüğünü sorguladığı Patriyarka Kuramı (Theorizing Patriarchy, 1990) adlı kitabında Walby, ataerkillik (patriyarka) kavram ve kuramını, “kadınların egemenlik altına alınmasının farklı boyutlarının derinliğini, yaygınlığını ve iç içe geçmişliğini ortaya çıkarmak için olmazsa olmaz” görür (Walby, 2014, s.12).

Cinsiyete Dayalı İşbölümü: Kamusal Alan/Özel Alan

Endüstrileşme sürecinde üretimin fabrikalara taşınıp makinalarla yapılmaya başlanması, ev ve işyerini belirgin bir biçimde birbirinden ayırmıştır. Bu bağlamda toplumsal yaşam, cinsiyete dayalı işbölümü temelinde belirlenen kadın ve erkek rol ve sorumluluklarına göre, özel alan ve kamusal alan olmak üzere iki farklı alanda örgütlenmiştir. Bu süreç üretimin, yeniden üretimden ve tüketimden ayrılmasını ve kadını erkeğe bağımlı kılan “kadının yeri evidir” ideolojisinin gelişmesini güçlendirmiştir.

Sosyolojik araştırma ve çalışmaların ilgi alanı kamusal alan olmuş, bu nedenle cinsiyete dayalı işbölümü, kadın emeği, aile içi şiddet, erkek egemenliği vb. konular, ilgi alanının dışında kalmıştır. Feministler, bu konuları sosyolojinin gündemine taşımış ve böylece özel alan sorgulanmış ve kamusal alanla ilişkisi tartışılmaya başlanmıştır.

Walby, ataerkilliğin iki temel biçimini kamusal ve özel olarak ayrıştırır (Tablo 1.1). Özel alandaki ataerkillik, kadının ezilmişliğinin temel alanı olarak ev içi üretime dayanır. Kamusal alandaki ataerkillik ise esas olarak istihdam ve devlet gibi kamusal alanları temel alır. Her iki biçimde de diğer tüm ataerkil yapılar mevcuttur. Özel alandaki ataerkillikte en önemli strateji dışlama iken kamusal ataerkillik ayrımcı ve tahakkümcüdür. (Walby, 2014, s.45).

Feminist Kuramlar

Feminizm, kadınları baskı ve kontrol altına alan, ikincilliğinin ve ezilmişliğinin kaynağı olan sistemi anlamaya, açıklamaya çalışır ve aynı zamanda feminist bilinç oluşturarak mücadele yolları belirleyerek bu sistemi değiştirmeyi amaçlar. Feministler, kadınların ikincilliğinin ve nasıl özgürleşeceğinin anlaşılması gerektiğini savunmakla birlikte, kadınların ezilmişliğinin nedenleri ve mücadele alanları hakkında farklı bakış açıları benimserler. Böylece kadınların yaşamlarının farklı alanlarıyla ilgilenerek farklı sonuçlara giden sorular sorarlar. Bu anlamda birbirleriyle yakından ilişkili çalışma alanları olan feminist kuramlar, ancak açıklama ve analizi mümkün kılma amacıyla sınıflandırılabilir. (Abbott ve Wallace, 1990, s.212).

Liberal Feminist Kuram

Liberal feminizme göre kadının ikincilliği, kadının kamusal yaşama katılmasını engelleyen birtakım geleneksel veya yasal kısıtlamalardan kaynaklanmaktadır.

Feminizmin ilk ifadeleri, eşitlik kavramının güçlü yönlerini taşımakla birlikte yine onun tarafından sınırlandırılmıştır. Kadınlar, Aydınlanma düşüncesinin ardından Fransız Devrimi ile gelen eşitlik ve özgürlük anlayışına dayalı yeni toplumun ilke ve öğretilerinden tümüyle dışlanmışlardır: “Erkeğin özgürlük ve eşitliği savunurken kadın, kendisinin neden bu işin dışında bırakıldığını” merak etmiştir (Mitchell, 1992, s.33).

Aydınlanmacı liberal feministler, aşağıdaki temel düşünceleri paylaşmaktadırlar:

  1. Akla olan inanç temelinde bireyin, aklı içinde tanrısal bir kıvılcım barındırdığı ve bunun kişinin vicdanı olduğu görüşü.
  2. Kadını ve erkeğin ruhları ile akılcı yeteneklerinin aynı olduğu inancı.
  3. Toplumsal değişime ve toplumun dönüşümüne etki etmenin en iyi yolunun eğitim olduğu inancı.
  4. Bireyin diğer bireylerden ayrı olarak gerçeği arayan, akılcı ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden ve haysiyeti bağımsızlığına bağlı olan yalnız bir varlık olduğu görüşü. (Donovan, 1997, s.27-28).

Radikal Feminist Kuram

Radikal feministler, kadınlara eşit hak ve fırsatlar verilmesinin onların özgürleşmesini sağlamayacağını vurgular. Kadının ezilmesinin, erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliği, baskı ve kontrolünden kaynaklandığını ileri sürer. Bu nedenle kadınların, ataerkil sistemle mücadele etmesi gerektiğini savunur.

Radikal feministlere göre ataerkillik, erkeklerin toplumun her alanında egemen olduğu, kadınlar üzerinde kolektif ve sistematik baskı uyguladığı evrensel bir sistemdir; güç, hâkimiyet, hiyerarşi ve rekabet ile karakterize edilmiştir. Ataerkil sistem “iyileştirilemez, ancak kökünden sökülmesi gerekir” (Tong, 2014, s.2). Kadınların özgürleşmesi yolunda yıkılması gereken sadece ataerkilliğin yasal ve politik yapısı değildir. Aynı zamanda onun toplumsal ve kültürel kurumları (özellikle aile ve din) da tümüyle dönüştürülmelidir. Radikal feministler için kadınların hayatlarını değiştirmek ve baskıyı ortadan kaldırmak devrimci olmayı gerektirir. Bu anlamda radikal feministler için “kuram, ayrı bir faaliyet alanı değil, feminist pratiğin gömülü parçasıdır; kuram pratikten yükselir ve sürekli yeniden geliştirilir” (Abbott ve Wallace, 1990, s.217).

Radikal feminist Shulamith Firestone, cinsiyetler arasındaki farklılığın yaşamın her alanında inşa edildiğini, kadınların erkeklerden sadece farklılaşmakla kalmayıp aynı zamanda ikincilleştirildiğini vurgular. Kadınların ikincilliği, öncelikle kişisel ilişkilerde ortaya çıkar.

Radikal feministler, kadının ezilmesinin kaynağı olan ataerkil ideolojinin toplumsal cinsiyet farklılıklarını iki cinsiyet arasındaki karşıtlıklara dayalı bir ayrıma indirgeyen ve erkeği üstün, kadını ikincil kılan hiyerarşik sistemi meşrulaştıran biyolojik açıklamaları kabul etmezler. Erkekler tarafından kadınların kültürünün, kadınların bilgisinin ve kadınların öznel anlayışının reddedilmesine karşı mücadele ederler.

Radikal feminizm, kadının ezilmişliğinin ana nedeni olarak gördüğü ataerkil ideolojiyi, cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve biyolojik yeniden üretim alanlarında sorgulayarak çözümlemektedir. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet çatışmasını tamamıyla üremeyle ilişkilendirmesi, ekonomik üretim alanını ve sınıf ilişkilerini ihmal etmesi nedeniyle eleştirilmiştir.

Marksist Feminist Kuram

Marksist feministler, kadınların ezilmişliğinin kapitalist sistemle ilişkili olduğunu ileri sürer ve sınıf sistemini kadının ikincilleştirilmesinde en önemli belirleyici olarak görür. Bu nedenle kadınların sömürülmesiyle kapitalist üretim arasındaki ilişkinin açıklanması ve çözümlenmesi gerektiğini savunur. Bu anlamda, kadınların ezilmesinin nedeni olarak kapitalist sistemi görmesi ve ataerkilliğin bağımsız bir sistem olmadığını vurgulamasıyla radikal feminizmden ayrılırlar.

Marksizm’e göre, kadının ezilmesinin nedeni kapitalizmdir, kadının ücretsiz ev içi emeğinin kapitalizm tarafından sömürüsüdür. İşgücünün yeniden üretimi, kadınların ücretsiz ev-içi emeği ile gerçekleşir. Aile içinde kadının karşılıksız/ücretsiz emeğiyle işçinin/erkeğin yemek, çamaşır, bulaşık vb. günlük bakım ihtiyaçlarını karşılaması ve çocuk yetiştirmesi/işçi neslini üretmesi, sermayeye kazanç sağlar.

Marksist kurama göre kadınların kapitalist sömürüden kurtulmaları, ancak işgücü piyasasına katılarak ücretli işçi olmalarıyla mümkündür. Sınıf bilinciyle kadın ve erkek işçilerin birlikte mücadelesi sonucunda işçi devrimi gerçekleşecektir. Kapitalizmden sosyalizme geçişle özel mülkiyet kalkacak, kadınlar da kapitalist sömürüden kurtulacak, özgürleşecektir.

Sosyalist Feminist Kuram

Sosyalist feminizm, ikili sistem olarak anılan kuramsal çalışmalarında ekonomi ve (toplumsal) cinsiyeti ele alan bir çözümleme geliştirmeye çalışır. Kapitalizm ve ataerkillik, iki ayrı sistem ve baskı biçimidir. Tarih boyunca bütün toplumlarda erkeklerin kadınlar üzerinde güç uyguladığı görülmektedir. Kapitalist toplumlarda ise ataerkilliğin, özgün bir biçim aldığı görülür. Sosyalist feministlerin amacı, kapitalizm ve ataerkillik arasındaki ilişkiyi; erkek egemen inşa edilen kapitalist sistemde ataerkilliğin özgün biçimlerini anlamayı mümkün kılan, kapitalist ataerkillik kuramını geliştirmektir (Abbott ve Wallace, 1990, s.220).

Sosyalist feministler, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin toplumsal hayatın her alanında nasıl işlediğini bir kadının nasıl farklı yollarla kapitalizm ve ataerkilliğin güçlerini deneyimlediğini çözümlemeyi amaçlamışlardır. Kapitalist toplumdaki kadının ikincil konumu, toplumsal ve ekonomik sisteme özgüdür. Kadınların ezilmesini tam olarak anlamak için işgücü piyasası kadar özel alandaki cinsiyete dayalı iş bölümünü ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi incelemek gerekir. Kadınların yeniden üretim emeği, ücretli emeğe girişini sınırlar ve böylece ücretli emek alanının kadınlar için sınırlı olması, kadınları evlenmeye yönlendirir. Evlilik ideolojisi ve kadınların öncelikli rolü olarak annelik, bunu gerçekleştirmeye hizmet eder. Kamusal ve özel ayrımı yalnızca kapitalizme yarar sağlamakla kalmaz erkeklere de fayda sağlar. Böylece erkekler ve kapitalistler, hem kadınların ücretsiz emeğinden hem de kadının kamusal alandan dışlanmasından çıkar elde ederler. (Abbott ve Wallace, 1990, s.221)

Postmodern Feminizm ve Queer Kuramı

Feminizm ve postmodernizm, son dönemin en önemli politik ve kültürel yaklaşımları olarak ortaya çıkmışlardır. Her iki yaklaşım da modern düşünceye yönelik önemli eleştiriler geliştirmişlerdir: “Hem feminizm hem de postmodernizm, geleneksel felsefi temellere dayanmayan yeni toplumsal eleştiri paradigmaları geliştirmeye çalışmaktadır” (Sarup, 1995, s.187). Diğer yandan, iki yaklaşım arasında birtakım ayrılıklar da bulunmaktadır. Postmodernler temelciliğe ve özcülüğe ilişkin çok yönlü eleştiriler sunarlar ancak toplumsal eleştiri anlayışlarının “bilişsel içeriği boş olmaya eğilimli”dir. Feministler ise sağlam toplumsal eleştiri anlayışları sunmalarına karşın çoğu, temelcilik ve özcülük eğilimindedir. (1995, s.187).

Postmodern feministler, öznenin bir doğa durumunda eskiden ve şimdi var olduğuna ilişkin hümanist (modern) düşünceyi ve biyolojinin doğalcılığını reddederler. Modern feminist kuramlar, cinsiyet farklılıklarının gerçek bir dünyada var olduğunu iddia etmiştir. Başka deyişle, cinsiyet farklılıklarının bizim onları anlayışımızdan bağımsız biçimde nesnel bir varlıkları olduğunu öne sürmüştür. Buna karşın postmodern feministler, cinsiyet farklılıklarının ‘gerçekten’ var olmadığını; bir dil-öncesi gerçekliklerinin olmadığını savunurlar. (Abbott ve Wallace, 1990, s.236). Cinsiyet farklılıkları ancak dil aracılığıyla bilince taşındıktan sonra var olur, daha önce var olmamıştır.

Postmodern feministler, kadınların hiçbir ortaklığının dolayısıyla ortak politik eylem için bir temelinin olmadığını ileri sürerek feminizmi reddederler. Bu anlamda postmodern feministler, toplumun her alanında var olan kadınların ezilmişliği, ikincilliği ve sömürüsü ile eşitsiz konumlarına ilişkin hiçbir açıklama, öneri veya mücadele politikası sunmadıkları için kolektif bir politik hareket olan feminizm tarafından ciddi şekilde eleştirilir. Buna karşın postmodern feministlerin çoğulculuk, çeşitlilik ve farklılıkları kapsayıcı olmasına dair feminist kuramlara katkı sağladığı belirtilmektedir.

Butler, feminizme yönelik eleştirisinde, feminizmin (kadınerkek) ikili toplumsal cinsiyet ifadelerini idealleştirerek hiyerarşi ve dışlama biçimleri ürettiğini, bu anlamda diğer kimlik ve kimlik karşıtı konumları dışladığını belirtir.

Toplumsal cinsiyet, cinsiyetli bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünü olduğunda, toplumsal cinsiyetin herhangi bir cinsiyetten tek bir şekilde kaynaklandığı söylenemez. Yani kişinin (biyolojik) cinsiyeti ile toplumsal cinsiyeti arasında zorunlu bir bağ yoktur. Başka bir deyişle, erkeklerin sadece eril bedenlere ve kadınların sadece dişil bedenlere yorum getireceği anlamına gelmez. “Ben erkeğim”, “ben kadınım” sözlerinin ima ettiği toplumsal cinsiyetin özsel bir nitelik taşıyıp taşımadığı sorgulanmalıdır. Dolayısıyla “eğer cinsiyetin değişmezliğine itiraz edilirse belki de ‘cinsiyet’ denen bu inşanın da toplumsal cinsiyet denli kültürel bir inşa olduğu; hatta belki de ‘cinsiyet’in aslında zaten başından beri toplumsal cinsiyet olduğu yani cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımın aslında ayrım falan olmadığı ortaya çıkar.” (Butler, 2016, s.50-53).

Sonuç olarak queer kuram; toplumsal cinsiyet, etnisite, sınıf gibi aidiyetlere cinselliği ekleyerek kimlik temelli analizin sınırlarını genişletme olanağı sunmuştur. Böylece cinselliğin iki kutuplu kategoriler üzerinden ele alınmasıyla yeniden üretilen iktidar ilişkilerinin analiz edilmesini sağlar. (Berghan, 2011, s.148). Ayrıca feminist kuramları eleştirmesine karşın biyolojik cinsiyetin ve heteroseksüelliğin sorunsallaştırılması açısından feminist kurama katkı sağlar.