TOPLUMSAL DEĞİŞME KURAMLARI - Ünite 3: Materyalist ve İdealist Toplumsal Değişme Anlayışları: Karl Marx ve Max Weber Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Materyalist ve İdealist Toplumsal Değişme Anlayışları: Karl Marx ve Max Weber

Giriş

Marx düşüncelerini Avrupa’da özellikle kapita- list sistemin çelişkilerinin oldukça yoğun yaşandığı, maddî, yani ekonomik koşulların etkilerinin çok belirgin olduğu bir dönemde yazmıştır. Weber ise ekonomi dışında başka koşulların da etkili olduğu bir dönemde eserlerini ortaya koymuştur. Onların farklı dönemlere tanıklıkları toplum, yapı ve değişme konusundaki görüşleri şekillendirdiğini söylemek mümkündür.

Materyalist Toplumsal Değişme Anlayışı: Karl Marx

Hegel in bu konudaki düşüncelerinden etkilenen Marx’ın temel görüşleri diyalektik ve tarihsel materyalizmi dikkate alarak anlaşılabilir.

Hegel varlık anlayışında sonlu dünyadaki şeylerin, yani insanlar veya diğer fizikî nesnelerin gerçek olduklarını reddeder. Sonlunun hiçbir gerçek varlığa sahip olmadığını, asıl hakikatin akıl sayesinde keşfedildiğinde vücut kazanacağını öne sürer. Tanrı (sonsuz) ve insanlar (sonlu) arasında içkin bir diyalektik ilişki vardır. Diyalektiğin özü çelişkidir: her kavram karşıtını, olumsuzlamasını içerir.

Marx’a göre, Hegel’in sonlu veya ampirik olguların nihayetinde gerçek olmadıkları iddiası kesinlikle yanlıştır. Bu dünyadaki hayat insanların ancak çözebilecekleri birçok farklı pratik probleme sahiptir ve insan aklı sonlu dünyadaki problemlere uygulanmadığı sürece fazla kullanışlı değildir. Hegel için emek zihinseldir. Zihinsel emek onun için insanın özünü teşkil eder. Marx için ise, emek, zihinsel bir etkinlikten ibaret değildir. Üretim etkinliğidir. Hegelci idealizm siyasal açıdan devrimci olmaktan ziyade muhafazakârdır; karşıt çıkarlarla dolu bir toplumsal gerçeklik anlayışından ziyade, gerçek bir insanlar topluluğu yanılsaması yaratır.

Bhaskar’a göre, diyalektik kavramı Marksist gelenek içinde epistemolojik diyalektiğin örneği olarak bilimsel yöntem, ontolojik diyalektiğin bir örneği olarak tüm gerçekliğin bir bölümüne egemen olan yasalar veya ilkeler kümesi ve ilişkisel diyalektiğin bir örneği olarak tarihin hareketi anlamında kullanılır. Hegel’de iki tür diyalektik vardır: bir mantıksal süreç olarak ve daha dar anlamda, bu süreci harekete geçiren güç olarak.

İdealizmi tamamen reddeden Marx, Hegel’in diyalektik yöntemini gerçekliği anlamanın önemli bir aracı olarak görür. Fakat mistik teolojik terimler içinde ifade edildiği için Hegel’in diyalektiğinin baş aşağı durduğunu ve bu mistik kabuğun rasyonel özünün ortaya çıkartılabilmesinin onun yeniden ayakları üzerine oturtulmasıyla mümkün olduğunu iddia eder. Marx’a göre, hiçbir mutlak hakikat olmadığı için, insan düşüncesi veya eyleminin hiçbir ürünü nihaî olamaz. Her toplum insan gelişiminin sonsuz akışı içinde sadece bir geçiş evresidir. Bu gelişme çatışmalar sistematik olarak karşıt çıkarlar yaratırken yaşanır.

Diyalektik düşünceye göre her şey sürekli hareket halindedir. Her şey bir süre varlığını sürdürdükten sonra ortadan kalkar. Hiçbir ayrım sabit değildir. Çelişkiler evrenseldir. Tarihsel materyalizm Marx’ın sınflı toplumların tarihine odaklandığı, onları geniş ölçüde yorumladığı uğraktır. Bu açık uçlu tarih yaklaşımı toplumsal değişme hakkında iki varsayıma dayanır: Bir toplumun ideolojik üstyapıları esasen maddî temelleri tarafından koşullandırılır ve üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkiler hem onların kendi yapıları içinde değişimlere hem de zamanla nitel olarak yeni formların ortaya çıkmasına yol açar. Marx, değerlerin üretimi olarak üretim ve kullanım değerlerinin üretimi olarak üretim arasında yaptığı ayrım ile kapitalizmin gelişimi ile birlikte üretim ilişkilerinde yaşanan değişime dikkat çekmek ister. Diyalektik materyalist bilim anlayışına göre, tarihin gerçek bilgisinin, yani bilimin üretilmesi spekülâtif felsefeden uzak bir faaliyettir. Ritzer’e göre diyalektik analizin temel özellikleri aşağıdaki gibi ifade edilebilir: Diyalektik analiz yönteminde toplumsal dünyanın farklı parçaları arasında basit, tekyönlü değil, çok yönlü ve boyutlu bir nedensonuç ilişkisi olduğu kabul edilir. Ritzer’e göre, Marx toplumsal dünyadaki olgular arasında kesin ve değişmez bölünme çizgileri olmadığını düşünür. Diyalektik yaklaşım ilişkiseldir. Toplumsal dünyanın farklı yanları içindeki ve aralarındaki ilişkilere odaklanır: bir toplumsal birim asla bir başkasından soyutlanarak tek başına incelenemez. Bu felsefe her şeyin başka her şeyle bağlantılı olduğunu varsayar. Toplumsal olgular hem tarihsel süreçlerin hem de toplumsal yapıların ürünleridir. Modern toplum onu tanımlayan bir yapıya eşlik eden bir değişen olgular bütünüdür. Diyalektik yaklaşım sadece çağdaş dünyadaki toplumsal olgular arasındaki ilişkilere değil, aynı zamanda hem geçmiş hem de gelecekteki toplumsal olguların çağdaş gerçekliklerle ilişkilerine odaklanır. Ritzer’e göre, bu diyalektik yaklaşım sosyoloji için iki ayrı sonuca sahiptir. Diyalektik tarzda düşünen bir sosyolog çağdaş dünyanın tarihsel kaynaklarıyla ve toplumun gelecekteki yönelimiyle ilgilenecektir. Tez, antitez, sentez aşamalarından oluşan diyalektik model, Ritzer’e göre, basit düzeyde ele alındığında, kolayca toplumsal bir olgunun kaçınılmaz olarak karşıt bir form yarattığı ve bu ikisi arasındaki çatışmanın kaçınılmaz olarak yeni, sentez niteliğinde bir forma yol açtığı sonucuna ulaşılabilir. Diyalektik yaklaşımda, genelde toplumsal yapılar ve toplum içindeki aktörler ve ayrıca aktörler ve toplumsal yapılar arasındaki diyalektik ilişkiler araştırılır.

Marx’a göre, gözlemlerden hareketle oluşturulan soyutlamalar gerçek tarihten bağımsız olarak ifade edildiklerinde değersizdir. Marx’a göre, insan ve doğa arasındaki yaratıcı ve dinamik etkileşimle insanın bizzat kendini yarattığı üretken süreç üzerinde temellendirilecek bir ampirik toplum bilimine ihtiyaç vardır.

Benton’a göre Marx, maddî gerçekliğin doğrudan gözlemlerle kavranamayan, ancak gözlem alanı içindeki görünür olayları, görünür yapıyı belirleyen daha temel dinamik güçlerin, uzun dönemli eğilimlerin, süreçlerin, derin yapıların önemini vurgular. Marx’a göre, tarih sadece dikkatli bir tarihçinin betimleyebileceği birbirini izleyen olaylar dizisi değil, aynı zamanda bu olayları düzenleyen yasaları ortaya çıkararak açıklanabilecek olaylar bütünüdür. Cuff’a göre Marx, Hegel’i eleştirse de, ilk başlarda Hegel’in bir-bütün-olarak- tarih şeması fikrini ve insan doğasının gerçek karakterinin ilerleyici bir gelişimi olarak tarih fikrini alıkoyar. İnsan tarihinin daha az karmaşık toplumsal yapılardan daha kompleks olanlara doğru evrimci bir örüntü sergilediğine ve değişmenin bizzat toplumun içinden, iç dinamiklerinden kaynaklandığına inanan Marx’a göre, çalışma, dünyayı daha iyi kılma ve değiştirme, insan ihtiyaçlarına daha uygun hâle getirme ve böylece insanî varoluş ve potansiyeli geliştirme kapasitesi insanın özünü oluşturur.

Marx’a göre tarihteki bütün toplum biçimlerini anlayabilmenin anahtarı üretim tarzı kavramıdır. Marx’a göre, üç nedenle toplumsal hayatın temelini ekonomik üretim oluşturur: Üretici etkinlik insanın doğasını belirler. Üretici etkinlik, fiziksel varoluş koşullarını sağlayıncaya kadar bir başka şey yapamamamız anlamında, mantıken diğer etkinliklerden önce gelir. Üretici etkinliğin yapısı diğer toplumsal etkinliklerin kazanacağı biçim açısından nedensel sonuçlara sahiptir. Ritzer’e göre Marx’ın insanî potansiyel anlayışının temellerini onun sadece insanların hâlihazırda ne olduklarını değil, tarihte ne olduklarını ve koşulların değiştiği gelecekte ne olabileceklerini de anlatan insanların güçleri ve ihtiyaçları hakkındaki düşünceleri oluşturur.

Kapitalizm değişen ve dinamik bir sistem olduğu için, Marx bu siyasal-ekonomik araştırma için diyalektik ve tarihsel materyalist ilkeleri devreye sokar. Marx’a göre, kapitalist üretim tarzında kapitalist sınıf ve işçi sınıfı ve dolayısıyla genelde sermaye ve emek-gücü zorunlu olarak iliş- kilidir. Materyaller, araçlar, piyasa veya sınıfsal dinamikler olumsal özel ideolojik sonuçları belirler. Ona göre kapitalizm dünya tarihini görünür, doğrusal ve evrimci kılar. Marx’a göre, kapitalizm insanların çoğunun yaratıcı etkinliklerinin fiilen bir kenara itildiği, sadece arzu ettiği mallara sahip olabileceği miktarda para kazanmayı isteyecek duruma düşürüldüğü, insanî potansiyellerin açığa çıkarılmasından ziyade mülkiyetin asıl hedef hâline geldiği bir çağdır.

Marx yeni ihtiyaçların yaratılmasını, basitçe kapitalizmin ürettiği bir şey değil, aslında aynı zamanda insan olmanın, insanî potansiyellerin açığa çıkmasının, cisimleşerek gerçeklik kazanmasının, yeni insanî ifade biçimlerinin oluşumunun ayrılmaz bir parçası olarak görür. Yeni ihtiyaçların yaratılması sürecinin ve buna bağlı olarak üretim ve tüketim tarzlarının değişmesinin toplumsal ilişkilerdeki merkezî rolü nedeniyle, Marx’a göre sosyal teorinin tarihsel değişimle, değişimin yönü ve kaynağıyla ilgilenmesi gerekir.

Marx’ın yazılarında, işbölümü tarihte her zaman sömürü ve yabancılaşmayı içeren bir hiyerarşik tabakalaşma yapısını anlatır.

Marx’ın kapitalizmdeki işbölümü hakkındaki eleştirileri özetle şöyle sıralanabilir: İşbölümü bireyi bir bütün olarak toplumdan yapay bir biçimde ayırır. Emek süreci ideal olarak bütünleştirilmesi gereken işlevlerin birbirinden koparılmasıyla kesintiye uğrar. Bireyin güçleri sadece üretim sürecindeki bir âlet seviyesine düşürülür. Her birey ürünün son haline sadece küçük bir katkıda bulunur. Dar uzmanlaşma insan üzerinde “onun gelişimini engelleyecek, insanlığından uzaklaştıracak, onu sadece parçalanmış bir insan, kötürüm bir ucube, bir makinenin uzantısı durumuna düşürecek” etkiye sahiptir. İşbölümü, paradoksal olarak, proleterlerin kendilerini köleleştiren kapitalizmi sürekli yeniden-üretmeleri anlamına gelmektedir. Kapitalizm, kendisinden öncekiler gibi, üretim sistemleri arasından sadece biridir ve daha önce tarih sahnesinde yerini almış diğer sistemlerin sonuncusu değildir.

Marx’ta yanlış bilince yol açan, dolayısıyla toplumsal değişmeyi engelleyen bir süreç meta fetişizmidir. Kapitalist toplumda meta fetişizmi iki farklı biçimde yer alır: İşçileri makinelerin sömürdüğü düşünülür. Makinelerin işçileri sömürdüğü düşünüldüğü için, insanlar arasındaki toplumsal bağlar göze görünmez, bu yüzden işçiler kendi hayat tarzlarını anlamak veya değiştirmekte zorlanırlar.

Değişmeyi engelleyen ilişkili bir başka faktör şeyleştirmedir. Şeyleştirme insanlarca yaratılan toplumsal formların doğal, evrensel ve mutlak olduklarına ve neticede gerçekte söz konusu nitelikleri kazandıklarına inanılmasıdır.

Marx’a göre, her sınıflı ekonomik sistem hem kendini yeniden üretmek hem de bu yeniden üretim sürecinde genişlemek zorundadır. Sistemin genişlemesi aşağıdaki nedenlerle işçi sınıfını örgütlenmeye ve kapitalist sisteme karşı çıkmaya iter: Toplumsal ilişkilerin basitleşmesi, nüfusun büyük bir kesiminin keskin bir bölünme içerisindeki iki sınıf içinde toplanması, iki sınıf arasındaki sömürü ilişkisinin yoğunlaşması ve sömürülenlerin yoksullaşması, sefilleşmesi.

Ollman’a göre sosyal sınıflar ‘şeyleşmiş toplumsal ilişkiler’ veya ‘insanlar arasında bağımsız bir varoluş kazanan ilişkiler’dir. Marx’a göre ekonomik malların dağılımı, bölüşümü üretimden ayrı ve bağımsız bir alan olmayıp, aksine üretim tarzı tarafından belirlendiği için, sınıflar gelir grupları değildir. Marx’a göre, tüm sınıflı toplumlar, iki sınıf arasındaki temel bölünme çizgisi etrafında şekillenir. Bu sınıflardan biri egemendir. Diğeri ise tâbî konumdadır. Ve bu ikisi arasında açık bir çıkar uzlaşmazlığı söz konusudur. Uzlaşmazlık ise, beraberinde çatışma getirir.

Marx’a göre, tarihsel evreler statik değildir. Toplumun üretim teknolojisi zamanla değişir ve bu değişimler yaygın özel mülkiyet sisteminin devrini tamamladığı bir noktaya kadar biriktiğinde bir evreden sonrakine geçilir. Bütün toplum tiplerinde sınıfsal ilişkiler üretim faktörlerinin kullanılma tarzının ve bunlara sahiplik biçiminin yansımalarıdır. İlk evre, İlkel Komünizm, ikinci evre Köleci Toplum, üçüncü evre Feodalizm ve dördüncü evre Kapitalizmdir.

Marx, Hegel’den farklı olarak, geleceğin toplumu için ‘nihaî evre’nin (insanın yabancılaşmasının nihayetinde aşılacağı dönemin) yaşanmakta (veya yakın) olduğuna inanır. Geriye sadece bu nihaî evrenin ortaya çıkmasını sağlayacak mekanizmayı bulmak kalmıştır. Marx, işçi sınıfının tüm toplumlarda, gerçekte dünya çapında devrimlerle sömürü ve yabancılaşmaya son vereceğine inanır. Gordon’a göre Marksçı tarih teorisi, bir ölçüde, tarihsel olayları önceki nedenlerine göre açıklayan bir bilimsel teori olarak sunulmasına rağmen, yine de olayları gelişme çizgisinin son noktası olan gelecek duruma göre açıklayan temel bir Aristotelesçi ereklilik içerir. Marx devrimler ve devrimciler yüzyılı olarak gördüğü, ardında sanayileşme ve kapitalizmin bin yıldır egemen olan toplumsal ilişkileri yıkarak feodal dünyayı ortadan kaldırması bulunduğunu düşündüğü 19. yüzyılın paradoksal bir sonuç yarattığına inanır. Bir devrimci olarak mevcut düzeni yıkmaya ve onun yerine işbirliğine dayalı bir ortamda bireylerin kendi insanî potansiyellerini gerçekleştirmekte özgür olacakları, toplumun halkın ortak kontrolünde olduğu bir sistemi geçirmeye çalışır.

İdealist Toplumsal Değişme Anlayışı: Max Weber

Max Weber görüşlerini, çoğu kez adını anmasa bile, Marx’la (gizli) diyalogu, özellikle Marksizm ile hesaplaşmaları bağlamında şekillendirir. Çağdaş Marksistler tarihsel kanıtlarla doğrulanabilirmiş gibi, tarihi geriye döndürülemez yasalar temelinde sunarlar. Weber’e göre, Marx’ın tarihsel gelişme evreleri gerçekliği yansıtmayıp; aslında belirli bir üretim tarzının temel özelliklerini ortaya koyabilecek ideal tiplerdir. Dolayısıyla, teorik inşalar ampirik betimlemelerle karıştırılmakta, yani gerçekliği anlamak için geliştirilen modeller gerçekliğin kesin yansımalarıymış gibi değerlendirilerek, gerçeklik modellere uydurulmaya çalışılmaktadır.

Weber’in toplum yaklaşımında sosyolojik açıklamanın hareket noktası, Durkheim’daki toplum veya yapı değil, bizzat bireyler, onların niyetleri, güdüleri, anlamlarıdır. Çünkü hayat bireylerin gündelik dünyadaki karşılıklı eylemleri ve etkileşimleri içinde cereyan eder, cisimleşir, başka deyişle ete kemiğe bürünür. Kurumlar gibi daha büyük yapılar, Spencer’ın veya Durkheim’ın iddiasının aksine, başlı başına bağımsız kendilikler olmayıp, bireylerin daha geniş alanlara ve uzun bir zaman dilimine yayılmış, onların düzenli eylemlerinde cisimleşen davranış örüntüleridir. Weber toplumun özünde bireylerin nispeten kalıcı, sürekli davranış biçimleri ve bunların oluşturdukları düzenliliklerden meydana geldiğini iddia etmekle, toplumun belirli bir nesnel gerçekliğe sahip olmadığını değil, sadece insanların eylemleri sayesinde var olabileceği, sürebileceği ve değişebileceğini kasteder. Weber sosyolojiyi toplumsal eylemin kapsamlı bir bilimi olarak görür ve onun temel ilgi odağını insanların eylemlerine atfettikleri öznel anlamların oluşturması gerektiğini düşünür. Weber; Spencer ve Durkheim gibi bir genel toplum teorisi ortaya koymaz. Modern iktisadî gelişme tarihi, dünyanın büyük dinleri, toplumsal organizasyonların yapısı ve diğer konular üzerine araştırmalarının ardında temel bir ‘toplumun doğası’ anlayışı yoktur. Weber’in ‘toplum’ veya ‘kültür’e genel düzeyde odaklanmamasının nedeni, bireylerin gruplara ait olduklarını, fakat bu grupların zaten çok daha küçük organizasyonlar olduklarını düşünmesidir. Toplumsal kurumların kollektiviteler ve bir bütün olarak toplumun bir kollektivite olduğunu kabul eden Weber, metodolojik bireyciliği nedeniyle bir kollektivitenin ‘eylem’ içinde olabileceği düşüncesine karşı çıkar.

Sosyoloğun rolünün ‘tarihsel birey’ olarak adlandırdığı şeyi, yani belirli bir tarihsel dönemi analiz etmek ve insanları söz konusu bağlamda belirli biçimlerde davranmaya güdüleyen faktörleri anlamaya çalışmak olduğunu belirten Weber bir tarihsel birey olarak Protestan’a odaklanır ve burada farklı tutumlar, değerler ve inançların Protestan’ın düşünme ve davranış biçimlerini nasıl yapılandırdığını araştırır. Verstehen sosyal psikolojik bir toplumsal empati unsurunu, yani aktörü güdüleyen fikirler, değerler ve tutumları paylaşma ve özdeşim kurmayı içerse de, “bu işlem basitçe ilk olarak davranışın ortaya çıktığı tarihsel bağlama dalarak gerçekleştirilebilir, zira ilişkili tarihsel bağlam söz konusu fikirler, değerler ve tutumların kaynağıdır.

Collins Weber’in tarih anlayışını farklı idealizm türleri karşısındaki konumu bağlamında açıklar. İlki kaynağı Immanuel Kant olan epistemolojik idealizmdir. Maddî dünyanın gerçekte var olmadığı ya da tarihin gerçekte yer almadığını değil, sadece tarihin ne olduğunu asla bilemeyeceğimizi düşünür. İkincisi kaynağı özellikle Dilthey olan tarihselci idealizmdir. Weber’e göre ekonomi, tarih ve sosyoloji esasen idiografik disiplinlerdir. Üçüncüsü Arthur Schopenhauer’la ilişkilendirilen irrasyonalist ya da natüralist idealizmdir. Weber’e göre mesele toplumun insan iradelerinin bir ürünü olarak görülmesi gerektiğidir.

Weber’in yöntem anlayışını şekillendirdiği dönemde Almanya’da iki karşıt yaklaşım vardı: genele odaklanan, yasaları vurgulayan, pozitivist Teorik İktisat Okulu, tekile odaklanan, biricikliği vurgulayan, hermeneutiğin kurucusu Tarihsel İktisat Okulu. Weber’e göre, tarihsel iktisatçıların söylediği gibi, sosyal bilimler toplumsal davranışın genel yasalarını bulmak için doğa bilimlerini taklit et- tiğinde çok fazla kullanışlı bilgilere ulaşamazlar. Weber teorik iktisatçılar gibi, soyut kavramlar geliştirmenin ampirik araştırmaları yürütmek için kesinlikle gerekli olduğunu düşünür.

Weber’e göre tarihin genel örüntülerini yansıtan yasalar yoktur. Olaylar ‘moleküller’ bileşenlerinin her bir somut örnekte bir araya geliş biçimlerine benzer tarzda şekillenir.

Weber hiçbir tarihsel gelişme yasası bulunmadığını ve Batıda kapitalizmin bir dizi tesadüfî olay sonucunda ortaya çıktığını öne sürer. Weber’e göre, modern Batı toplumlarının ortaya çıkışında maddî ve fikrî faktörler rol oynamasına ve kapitalist ahlâk en önemlisi olmasına rağmen, bu olgulardan hiçbirinin gelişimi önceden tahmin edilemez.

Turner’e göre, geliştirdiği egemenlik sistemleri analizi, özellikle otorite tipleri ayrımı bir toplumsal değişme modeli içeren Weber, Marx gibi, değişmenin kaynağını esasen toplumun iç dinamiklerinde (toplumun içinde) görür.

Onun toplumsal düzen veya yapı anlayışında merkezî kavram egemenliktir. Egemenlik “toplumun bazı kesimlerinin diğerleri üzerinde ne yapmaları gerektiğini söyleme otoritesine sahip olduklarını ve bunun bir sonucu olarak, otorite konumundakilerin kaynakların dağılımını kontrol edebileceklerini” ifade eder. Weber’in ünlü otorite tipolojisi içinde üç tür otorite yer alır: Geleneksel otorite, karizmatik otorite, rasyonel-hukuki otorite.

Nedenler olarak fikirler Weber’in idealist (düşünce temelli) toplumsal değişme anlayışının kanıtıdır. Ona göre, fikirler olarak dinsel düşünceler, sadece herhangi bir neden türü olmayıp, belirli bağlamlar ve konjonktürlerde daha temel, bazen birincil rol oynayabilirler.

Weber’e göre Protestanlık (özelde Kalvinizm), daha rasyonel bir dünya görüşüne vurgusuyla, Batı kapitalizminin ortaya çıkışının fikrî temelinin şekillenmesine hizmet etmiştir. Bir fikirler bütünü olan Kalvinizm, Batı kapitalizminin ortaya çıkışının gerekli koşulları olan toplumsal değerler ve toplumsal eylem tiplerinin gelişmesini sağlamıştır. Weber dinsel fikirleri sadece ideoloji olarak, kapitalizmin maddî temelini yansıtan “kitlelerin afyonu” olarak ele almak yerine, bizzat dinsel inançların kapitalizmin ortaya çıkışının temeli olduğunu göstermiştir. Ona göre kapitalizmin gelişimini Püriten fikirler etkilemiştir. Weber kendi sosyolojisinde hem fikirlerin hem de birey kişinin önemini ortaya koyar ve daha özelde her zaman fikirlerin davranışları nasıl etkilediğini göstermeye çalışır.

Din-kapitalizm ilişkisinde Weber, fikirlerin maddî koşulları üretebileceklerini kanıtlamaya çalışsa da, “hiçbir yerde dinin (Pro- testanlığın) kapitalizme yol açtığını iddia etmez. Batı kapitalizminin gelişiminin gerekli bir koşulunun rasyonel bir dünya görüşünün ortaya çıkması olduğunu öne sürer ve bu dünya görüşünün kökenlerinde bir dinsel fikirler topluluğunun bulunduğunu düşünür. Farklı dinsel mezheplerin bir “dinsel ödev olarak çalışma” fikrine katkılarını tartışan Weber onların çoğunun rasyonel-olmayan, büyük ölçüde gelenekçi fikirler içerdiklerini ve bu yüzden kapitalizm için gerekli rasyonel ‘ruh’un kurumsallaşmasına hizmet etmediklerini öne sürer.

Dünyayı çok-boyutlu bir gerçeklik olarak gören Weber, Collins’e göre “bütün faktörlere önem verir, ne tek yanlı idealist ne de tek yanlı materyalist bir tutumu benimser. Rasyonelleşmeyi Batı’da yakın yüzyıllardaki kesinlikle temel bir genel eğilim olarak görmesine rağmen kutsamaz. Weber’e göre rasyonelleşme iki ucu keskin bir kılıçtır, aynı anda hem formel prosedürlerde artıştır hem de insanların temel özelliklerinden biri olan kişinin amaçlarına bilinçli olarak ulaşma kapasitesini zayıflatır”. Weber’e göre, (kapitalist ve komünist) modern sanayi toplumlarının temel özelliği rasyonelleşme eğilimi, toplumda mantıklı, rasyonel ve hesaplı düşünce, eylem ve plânlama biçimlerinin gelişmesidir. Sanayi-öncesi toplumlar din, gelenek veya kişisel karizma gibi irrasyonel inançlar veya düşünce sistemlerine dayanırken, modern toplum mantığa ve kendi düşünce ve örgütlenme sisteminin asıl temeli olarak akla başvurmaya dayanır. Modern bilim ve teknoloji, modern hukuk ve iş hayatı rasyonalitenin modern topluma uygulanma biçiminin örnekleridir.

Weber, çatışmayı birçok faktör arasından sadece biri, çok boyutluluğun, dünyayı meydana getiren farklı gruplar, çıkarlar ve perspektifler çokluğunun bir ifadesi olarak görür. Mücadeleleri modern toplumların temel bileşenlerinden biri olarak gören Weber, sınıfın yanına statü grupları, partiyi (güç gruplarını) ekler ve onların hem kendi aralarında ve diğerleriyle mücadele eden ‘çıkar grupları’ olduklarını, hem de birbirleriyle bağlantı içinde yer aldıklarını öne sürer. Ona göre sınıf çatışması Marx ve Engels’in ortaya koyduğundan çok daha komplekstir. Weber kendi sınıf teorisini sını arın en gerçek oldukları iktisadî çatışmalar, yani piyasada belirli bir yeri kontrol altına alma mücadelesi üzerine inşa eder. Weber sosyal sınıfların, yani üretim araçlarının mülkiyetine dayalı ilişkilerin önemini yadsımasa da, sınıflar aynı tipten insanları içerirken, gerçek, somut gruplaşmaların, etkileşimlerin iktisadî sınıfsal tabakalaşmanın karşıtı olan statü grupları etrafında şekillendiğini düşünür. Statü grupları iktisadî-olmayan birimler değildir, onların hayat tarzları ve bakış açıları iktisadî kaynaklara ve toplumdaki konumlarına bağlıdır.

Weber’e göre, hem siyasal otoritenin meşruiyeti hem de karizmatik liderlerin ortaya çıkış potansiyeli bir toplumun diğer toplumlarla ilişkileriyle bağlantılı bir süreçtir. Weber için dış dinamikle ilişkili bazı faktörler şöyle sıralanabilir: Devletin büyüklüğü veya dış güç uygulamak için kullanılan idarî yapıların ölçeği, temel ekonomik aktörler ve devlet arasındaki ilişki ve ülke içindeki eşitsizlik düzeyi. Dış ilişkilerde başarı bir karizmatik liderin ortaya çıkışını geciktirecektir, ancak devlet dış ilişkilerde prestij kaybettiğinde tabakalaşma sistemine içkin çatışma potansiyeli çarpıcı bir biçimde artacaktır”.