TOPLUMSAL DEĞİŞME KURAMLARI - Ünite 6: Modernleşme Kuramları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 6: Modernleşme Kuramları
Giriş
Modern sosyal bilimlerin birbirlerinden bağımsız birer disiplin olarak ortaya çıktığı ve kurumlaştığı 19. yüzyıldan itibaren sosyoloji doğrudan çalışma konusu olarak toplumu, toplumun yapısını ve işleyiş mekanizmalarını kendisine inceleme nesnesi olarak seçmiştir. Sosyoloji daha önce bir çok kez vurgulandığı üzere bir yönüyle sosyal statiği, diğer yönüyle ise sosyal dinamiği konu edinir. Yani hem toplumun görece durağan, örgütlü yapılarını mercek altına alır hem de dinamik, değişken unsurlarını irdeler.
Tarihler, Toplumlar, Toplumsal Değişme
Çin Kültür Devrimi ya da tam adıyla Büyük Proleter Kültür Devrimi, Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Mao Zedong’un iktidardaki son 10 yılı içinde (1966-1976) devrimci coşkuyu canlandırmak amacıyla başlattığı harekete verilen isimdir. Toplumsal çözümün, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutlarıyla uzun tarih dönemlerine yayılarak yerleşiklik kazanması, bu kurumlaşmanın yaşandığı toplumlarda değişimin olumsuzlanması yönünde değerlendirmeleri beraberinde getirmiştir. “Değişimin geldiği zamanlarda yaşayasın” şeklindeki Çin deyişi, tam da bu anlamda belirli bir toplumsal çözümün uzun tarihlere yayılacak ölçüde kurumlaşmasının tezahürü olarak görülebilir.
Türk Dil Kurumunun Genel Türkçe Sözlüğünde uygarlık “bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, medeniyet” biçiminde tanımlanmış. Sosyal bilimler literatüründe ise, uygarlık, genel olarak, ulaşılmış bir durumu ya da düzenli toplumsal yaşam koşulunu anlatmak üzere kullanılmaktadır (Williams, 2005, s. 70).
Sosyoloji bilimi bize, toplumun canlı ve değişken olduğunu, yeni toplumsal sorunlar karşısında yeni strateji ve çözümler geliştirerek varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Bu anlamda toplumsal değişme, belirli bir toplumsal çözümün kurumlaşma düzeyinin yüksekliği ve tekrarlanabilirliği ölçüsünde toplumların içinde yaşadıkları tarih döneminde ortaya çıkan kriz ve yenilenme ihtiyacına bağlı olarak olumlu ya da olumsuz olarak kabul görmektedir.
Modern Toplum, Batı Avrupa Deneyimi Ve Toplumsal Değişme
Toplumsal değişme konusunun toplum tanımlamalarında ve toplumun incelenmesinde merkezi bir olgu olarak ortaya çıkışı modern dönemle birliktedir. Modern dönem derken 1500-1800 tarihleri arasında ortaya çıkan ve bugün de devam eden tarihsel dönem kastediliyor. Feodalizm ya da Ortaçağ Batı Avrupa düzeni, 1453’te İstanbul’un fethi, 1492’de Amerika kıtasının keşfi, 1497/98’de Ümit Burnu’nun bulunuşu, Köylü ayaklanmaları ve Reform gibi bir dizi tarihi ve siyasi hadise ile birlikte sarsılmaya başlar.
Köylü ayaklanmaları, Feodal Ortaçağ’da, genel itibariyle, köylüler ile toprak sahibi aristokratlar arasındaki ekonomik uyuşmazlıkların sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bunun dışında, bazı salgın hastalıklar, nüfusun azalışı ve toplumun sosyal dengesinin bozulması da zaman zaman köylü ayaklanmalarına sebep olabilmiştir. Bu ayaklanmalarda köylüler, toprak sahiplerine karşı bazı haklar öne sürmüşlerdir. Belçika, İngiltere ve Almanya gibi örneklerde karşımıza çıkan bu ayaklanmalar, feodal üretim tarzının çözülmesinde önemli oranda rol oynamışlardır.
Müstemlekecilik ya da kolonyalizm de denilen sömürgecilik, genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesidir.
1500’lerden itibaren Batı Avrupa coğrafyası kriz durumundan, eski geleneksel yapının çözülüşü durumundan sürekli bir gelişme ve yayılma hamlesi ile yeni bir toplumsal, ekonomik ve siyasi düzen kurma başarısı göstermiştir.
Şehir örgütlenmesi yeni siyasi ve toplumsal düzenin merkezinde yer alırken, üretim yeni ekonomik düzenin merkezi dayanak noktasını oluşturmuştur. Bu iki tanımlayıcı kıstasa eşlik eden ise toplumsal değişmedir. Değişme, toplumsal gelişme endüstri devrimi sonrasında hem bir yoğunluk kazanmış hem de başlı başına bir ideoloji (gelişmecilik ideolojisi) haline gelmiştir.
İngiltere’nin demokratikleşme sürecinde önemli bir aşamayı temsil eden ve parlamento ile taç (kraliyet ailesi) arasındaki iktidar paylaşımına dayalı kavgaya “İngiliz Devrimi” adı verilmektedir. Bu iktidar paylaşımının ilk ayağı 1640 tarihlidir. Diğeri ise 1688’de gerçekleşmiştir.
Aydınlanma Hareketi, 18. yüzyılda Kıta Avrupası’nda ortaya çıkmış ve insanları esasta “kötü” ve bu niteliği ile “köleleştirici” olduğuna inanılan mit, önyargı ve hurafenin (dolayısıyla da dinin) temsil ettiğine inanılan “eski düzen”den kurtararak, yine esasta “iyi” ve “özgürleştirici” olduğu çekincesiz kabul edilen “aklın düzeni”ne sokmayı temel amaç olarak benimsemiştir (Çiğdem, 1997, s. 13- 14).
Toplumlar mevcut sorunları ile baş edebildikleri sürece yerleşik kültür ve kurumların değişimine sıcak bakmazlar. Ekonomik, politik ya da kültürel kriz anlarında ise değişim kolektif bir talep ile ivedilikle gerçekleştirilmesi gereken bir unsur olarak öne çıkar.
Toplumsal değişme olgusunun kendisi, değişme olgusunun olumlu ya da olumsuz kabulü kadar tarihseldir. Çok farklı tarihsel ilişkilerde, insani ve toplumsal etkinliğin seyrine göre değişim olumlu olarak tanımlanırken, olumsuz da tanımlanabilir, algılanabilir.
Çağdaş toplum ve uygarlık iki temel devrim etrafında şekillenir. Endüstri devrimi ve 1789 siyasi devrimi.
Siyasi bir devrim olarak 1789 Fransız Devrimi ile doruğa çıkan eski düzenin tasfiyesi süreci modern siyasi bir yeni model olarak ulus-devletin gelişimi ile tamamlanmıştır. Bu iki devrimin sonucunda merkezi devlet güç kazanmış; merkezi devletin uygulama ve siyaset etme kapasiteleri artmış; ekonomi üretim ve ticaret ekseninde olağanüstü gelişmiştir. İki devrimin sonucunda Batı Avrupa kökenli ulusdevletler uluslararası ilişkilerde başat aktörler haline gelirken, elde ettikleri ekonomik güçle ulusal sınırlar içinde de daha fazla nüfusu refah içerisinde besleyebilme imkânını kazanmışlardır.
Laissez-faire, malların ve hizmetlerin etkili bir şekilde üretilmesi, dağıtılması ve paylaştırılması için olduğu kadar bireysel seçimi en üst düzeye çıkarmak için, bireysel üreticiler ile bireysel alıcılardan oluşan serbest ve rekabetçi piyasanın önemini savunan ve devlet tarafından yapılan düzenlemelerin en az düzeyde olması gerektiğini ileri süren iktisadi yaklaşımın adıdır (Marshall, 1999, s. 452).
19. yüzyıl boyunca değişim olgu ve temasının açıklayıcı bir kavram haline gelmesinin yanında, dönemin Batı Avrupa toplumlarını tarihsel olarak biçimlendiren, etkileyen tarihi ve siyasi gerilimler söz konudur. Bunlar sırasıyla,
- Ulus devletlerin yükselişi, kurumlaşması ve birbirleri aleyhine Avrupa üzerinde etkinliklerini artırma mücadelesi,
- Sınıf çatışmaları, sınıf temelli talep ve düzen önerileri,
- Dünya pazarı için, Avrupalı merkezlerin güç mücadelesi, sömürge edinme yarışı.
19. yüzyıl Batı düşüncesinde “milliyetçilik” akımlarının yaygınlaşmasını, Pan-Cermen, Pan-Slav örneklerinde “pan hareketleri”nin yükselişini getirmiştir. 19. yüzyıla damgasını vuran bu sorun ve gerilim alanı, zaman zaman sert hamlelerle gelişmiştir. Fransa-İngiltere, AlmanyaFransa savaşları, Napolyon Savaşları hemen bütünüyle bu yöndeki çekişmelerin bir neticesi olarak değerlendirilmelidir.
19. yüzyılın sonlarına gelirken Batı düşüncesinde siyaset terminolojisine egemen olan emperyalizm kavramı, biraz da bu çekişmenin en üst düzeye tırmanmasıyla yaygınlık kazanmıştır.
‘20. yüzyılın ilk yarısını tanımlayıcı olgu nedir?’ diye sorduğumuzda cevap krizdir. Avrupa merkezli bu kriz ekonomik, siyasi ve düşünsel boyutta hayli kapsamlı yaşanmış bir krizdir ve dönemin toplumsal değişme anlayışını da, siyasi ve ekonomik paradigmalarını da derinden etkilemiştir. 20. yüzyılınilk yarısında krize kaynaklık eden sorunlar, sırasıyla:
- I. Dünya Savaşı,
- Rus Devrimi,
- Sömürgelerde ayaklanma ve
- 1929 ekonomik krizidir.
I. Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914’te başlayan ve 11 Kasım 1918’de sona eren Avrupa merkezli bir küresel savaştır. Dönemin büyük güçleri iki ayrı gruba ayrılarak savaşmışlardır. İtilaf ve İttifak Devletleri. Savaş, Osmanlı Devleti’nin de içinde yer aldığı İttifak Devletleri’nin mağlubiyeti ile sonuçlanmış ve beraberinde kitlesel bir yıkım ve kayıp getirmiştir.
Dairevi, döngüsel ya da çevrimsel tarih anlayışlarına göre tarih döngüsel bir seyir izler. Yani tıpkı insanlar gibi, uygarlıklar da çocukluk, gençlik ve yaşlılık çağlarından geçerler. Doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Dolayısıyla bu bakış açısında, sürekli bir ilerleme, gelişme fikri saklı değildir. Aksine, ilerlemeci tarih anlayışının açık bir reddi söz konusudur.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, 1919 Versailles görüşmeleri ile merkezinde İngiltere’nin yer aldığı yeni bir uluslararası ilişkiler sistemi görece bir denge içinde tanımlanmıştı. Ancak bu denge kısa sürmüştür. 20 yıl sonra, 1939’da Almanya, adeta nerde kalmıştık dercesine eski taleplerini, uluslararası sistemde daha etkin rol alma ve sömürgelerden, dolayısıyla dünya pazarından daha fazla pay alma talebini yenileyerek yeni bir meydan okumaya yöneldi.
II. Dünya Savaşı, 1939-45 arasında gerçekleşen küresel nitelikli bir savaştır. I. Dünya Savaşı’nın çözümsüz bıraktığı anlaşmazlıklarla belirlenen yirmi yıllık gergin bir dönemin ardından patlak veren savaşta Almanya, İtalya ve Japonya’nın oluşturduğu Mihver devletleriyle Fransa, İngiltere, ABD, SSCB ve daha sınırlı bir konumla Çin’in oluşturduğu Müttefik devletler karşı karşıya gelmiştir. Yükselen Nazi tehdidine karşı genel bir mücadele niteliğini kazanan savaşın sonunda dünya güç dengesi yeniden biçimlenmiştir. Savaş sonunda SSCB ve bazı Doğu Avrupa Ülkeleri yeni topraklar kazanırken Japon ve İtalya İmparatorlukları yıkılmıştır.
Gunbot politikası, güçlü bir devletin gönderdiği savaş gemileri ile güçsüz bir devleti tehdit etmesini ifade etmektedir.
Dekolonizasyon, sömürgeci devletlerin sömürgeleştirdikleri coğrafyalarda yaşayan insanların sömürge idaresinin sona erdirilmesi ile kendi bağımsız ulus-devletlerini kurma sürecidir.
II. Dünya Savaşı sonrasında eski ve yerleşik sorunları çözmeye yönelik yeni politika arayışları üç ana unsur üzerinde durmuştur:
- Ortak bir yönetim mekanizması etrafında tek bir uluslararası ilişkiler sistemi,
- Yeni uluslararası ilişkiler sisteminin alt yapısını oluşturacak ekonomik ilişkiler sistemi,
- 3. Batı Avrupa öncülüğünde ortaya çıkmış modern ilişkiler sisteminde geleneksel Batılı aktörlerin konumunun korunması.
Modernleşme Kuramları
Modernleşme kuramları II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal bilimler alanında doğdu. Daha özelde sosyolojide güçlü bir karşılık buldu. Sosyolojinin hemen yanında, iktisat, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplin ve alanları yer aldı. Çoğu kez bu bilim dalları birlikte yol aldı. Özellikle “bölge araştırmaları” çalışmalarında birçok bilim alanı birlikte çalıştı. Modernleşme kuramları II. Dünya Savaşı sonrasında modernliğin çekirdeğinde yer alan Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da sosyal bilim çevrelerince geliştirildi. Modernleşme kuramları, toplumsal değişme açıklamalarının hemen bütününü etkiledi ve değişme süreçlerini açıklayan ana paradigma haline geldi.
Modernleşme kuramı, ABD’deki bir grup gelişme uzmanının, Marksist toplumsal gelişme değerlendirmesine bir alternatif ortaya koyma gayretlerinin sonucu olarak, 1960’ların başında yaygın biçimde kullanılmaya başlanan bir terim ve yaklaşımdır. (Marshall, 1999, s. 508).
19. yüzyılın ilerlemeci tarih anlayışında dönüşüm ilkel toplumlardan uygar Batılı toplumlara doğrudur. Modernleşme kuramında ise, benzer bir biçimde, geleneksel toplumların modern Batılı toplumlara doğru evrilmesi öngörülür.
Şarkiyatçılık ya da oryantalizm, Avrupa’ya göre, yani ırkmerkezci bir biçimde, doğuda yer alan ulusların dillerini, tarihlerini, kültür ve törelerini inceleyen bilime verilen isimdir.
Modernleşme kuramları, II. Dünya Savaşı sonrasında toplumsal ilişkilerin tarihsel bakımdan yeniden oluştuğu ve tanımlandığı bir evrede ortaya çıkmışlardır. Bu kuramlar etkinliklerini, 1970’lere kadar sürdürmüşlerdir. 1960’larda ABD’de ortaya çıkan sivil haklar hareketi, Soğuk Savaş sürecinde SSCB ve ABD’nin etkinlik arayışları ve Vietnam Savaşı gibi hadiseler modernleşme kuramlarının ciddi eleştirilere maruz kalmasına kapı aralamıştır.
Bağımlılık Kuramı, Üçüncü Dünya ülkelerinin yeterli ve sürdürülebilir kalkınma düzeyine ulaşmamalarını, ileri kapitalist dünyaya bağımlılıklarına bağlayan kuramları anlatan terimdir (Marshall, 1999, s. 55). Bu kuramı savunanlar açısından, düşük gelirli ülkelerin yoksul olmalarının temel sebebi, zengin ülkeler ve bu zengin ülkelerde konuşlanmış çokuluslu şirketlerdir. Onlara göre, küresel kapitalizm, ülkeleri bir yoksullaşma ve sömürü girdabına hapsetmektedir (Giddens, 2008, s. 455).