TOPLUMSAL DEĞİŞME KURAMLARI - Ünite 2: Pozitivist, Organizmacı ve Evrimci Toplumsal Değişme Anlayışı Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: Pozitivist, Organizmacı ve Evrimci Toplumsal Değişme Anlayışı

Giriş

Değişme anlayışı büyük ölçüde tarıma dayalı Ortaçağ’ın kurumlarının Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin etkisiyle önemli ölçüde yıkılmasının, fakat yeni sınaî ve kapitalist toplumun kurumlarının uzun vadede oluşmasının yarattığı sancıların ve kargaşanın nasıl giderilebileceğine ilişkin pratik kaygılar etrafında şekillenmiştir.

Fikri Temel

Sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan kapsamlı değişimler karşısında üç tepki gelişmiştir. Bunlardan ilki, doğaları gereği çıkarcı ve rasyonel hareket eden bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için devletin toplumsal barışı ve huzuru sağlama dışında devreye girmediği, her türlü müdahaleden uzak bir serbest piyasa toplumunu öngören olumlu tepki liberalizmdir. Doğrudan olumsuz ve muhafazakar olan ikinci tepki, gelenek içindeki toplumsal, kültürel, iktisadî, siyasal bütün yeni gelişmelerin yarattığı karışıklıklardan cidden rahatsız olan insanlar, kaybolduğunu düşündükleri huzuru bulmak için ya Ortaçağ toplumuna, Altın Çağ’a dönmeyi önerirler ya da düzenin doğal, ilâhî olduğunu, değişmenin, özellikle insanların müdahalesiyle değişim çabalarının bu doğal, kendiliğinden düzeni daha da çıkmaza sokacağını ve daha ciddi felâketlere yol açacağını öne sürerler. Üçüncü tepki olan sosyalizm öncelikle ‘kapitalist’ olarak nitelendirilen yeni dönemin yarattığı eşitsizlik, sömürü, baskı ve yabancılaşmaya karşı yoğun bir tepki biçiminde ortaya çıkarken, öte yandan özellikle Aydınlanma kaynaklı değişme ve yeni bir toplum vaadini benimser. İnsanların toplum yaratılmadan önce ‘doğa durumu’nda yaşadıklarını varsayan Hobbes, Locke ve Rousseau’yu eleştiren Montesquieu, pozitivist, organizmacı ve evrimci toplumsal düzen ve değişme anlayışının öncüsüdür. İnsanın özü ve insan toplumlarının kaynakları hakkında spekülâsyonlardan ziyade somut verilerle ilgilenen bir empirist olan Montesquieu, toplumun tıpkı fizik madde gibi bir ‘şey’ veya ‘olgu’ olduğunu, ‘ahlâk, örf ve âdetler’in ve ‘bir ulusun ruhunun’ bilimsel olarak incelenebileceğini kabul eder. ‘Yasa’ terimini iki anlamda kullanır: İnsanların kendi davranışlarını düzenlemek için yarattıkları bir emir veya kural olarak yasa; ve fiziksel, biyolojik ve toplumsal görünümleri içinde, evrendeki özellikler arasındaki ilişkilerin bilimsel bir ifadesi olarak yasa. Bu bağlamda düzenin sağlanması için birinci anlamdaki yasaların ikinciye uygun olması gerektiğini varsayar ve bir yasalar hiyerarşisi ima eder. Saint-Simon, Comte, Spencer ve Durkheim Montesquieu’nun öncüsü olduğu anlayışın temsilcileridir.

Saint-Simon

Diğer pozitivistler gibi Saint-Simon’a göre de zihin doğanın bir parçasıdır ve bu yüzden doğa yasalarına tâbîdir.

Saint-Simon sosyal bilimler paradigması olarak fizikten biyoloji ve fizyolojiye, seçkinler sınıfı olarak aydınlardan sanayiciler ve ticaret adamlarına doğru bir yönelme olmasına rağmen, uzmanların toplumun yöneticisi olmaları gerektiğini ve olacaklarını ve barış, düzen, adalet ve kitlelerin refahının seçkinlerin sınırsız otoriteye sahip olmalarını gerektirdiğini düşünür. Ona göre, araştırma yapan çoğu bilim insanının ilham kaynağı genelde doğadaki olguların iç anlamlarını sezgisel bir biçimde kavrayan bir felsefî dâhinin görüşleridir. Bir toplumu yöneten seçkinlerin toplumsal olguların özünü kavrayabilen ve insan tarihini düzenleyen ve sıradan insanların kavrayamayacakları yasaları algılayabilen eşsiz dâhinin toplumsal vizyonunu gerçekleştirmek için ortak bir amaç etrafında güçlerini birleştirmeleri gerekir. SaintSimon toplumun bir makine veya gezegenler sistemi değil, yaşayan bir organizma olduğunu düşündüğü için, toplumsal olgulara ilişkin bilimsel araştırmanın doğa bilimlerinin metodolojisini benimsemesi, bilimsel bir sosyal bilimin yaşam bilimlerini model alması gerektiğini öne sürer. Gordon’un “toplum, içindeki bireylerin ve bireyler kategorilerinin hücreler ve organlara benzer roller yüklendikleri bir tür süper- organizmadır” fikri SaintSimon’a göre, toplum felsefesi ve sosyal bilimlere nüfuz etmiştir. Saint-Simon’a göre, bütün toplumsal gelişmeler ve değişme temel bir plâna göre gerçekleşir; insanlığın tarihi, en azından kendi yörüngelerinde hareket eden gezegenlerde olduğu gibi, tek yasa tarafından yönlendirilir. Bu bağlamda Simon, toplumsal evrimin merkezi dinamik gücünü iktisadi sınıflar arasındaki çatışmanın oluşturduğunu öne süren ilk kişidir. Simon tam determinist değildir ve determinizmin kadercilik olduğunu düşünür. Tarihin genel yasaları ihlâl edilemez ve nihaî hedefleri kaçınılmaz olsa da, insan ayrıntıları etkileyebilecek ve daha önemlisi bu yasaların işleyişini kolaylaştırabilecek ve hızlandırabilecek bir kapasiteye sahiptir. Tarihsel evrime inanan Saint-Simon tarihin üç evreye ayrılabileceğini düşünür: Ön Hazırlık Dönemi, Varsayımsal Dönem ve Pozitif EvreSaint-Simon’a göre ‘Pozitif Evre’de insanlar birbirlerine egemen olmaya çalışmaktan vazgeçerek doğaya egemen olacaklardır.

Toplumsal düzenin devletin mutlak gücünü ve sınırsız kontrolünü gerektirdiğini düşünen Saint-Simon klâsik politik iktisadın merkezî tezi ‘kendiliğinden düzen’ fikrini reddeder.

Yeni toplumun eski rejimden iki önemli açıdan farklı olduğunu düşünür: Yönetici seçkinlerin toplumun bütün kesimlerinden yetenek temelinde gelmesi ve bu seçkinlerin görevinin ülkeyi herkesin çıkarlarını gözeterek yönetmek olması. Saint-Simon’a göre yeni toplum ‘eşitsiz’dir, seçkinlerin yönetimindedir ve kitlelerin seçkinlere itaat ettiği bir toplumdur. Pozitivist yaklaşımı nedeniyle bu yeni toplumun doğayla, doğa yasalarıyla uyum içinde olacağını, çünkü insanların doğaları gereği eşit yetenekler ve kapasitelere sahip olmadıklarını kabul eder. Simon, teorik ve uygulamalı bilimlerde uzman olan seçkinler kendilerini pozitif felsefeye adasalar da, proletaryaya onları kendi sınırlı kapasitelerine uygun ve kanaatkâr işçiler olarak yetiştirecek bir inancın aşılanması gerekir: Bu inanç ‘Yeni Hıristiyanlık’ olacaktır. Saint- Simon’a göre gerçek ‘ilerleme’ modern sınaî ekonomiye Ortaçağ’daki feodalizmin merkeziyetçi bir biçimi olacak bir siyasal ve sosyal sistemin dâhil edileceği mükemmel toplumsal düzende mümkündür.

August Comte

August Comte modern sanayi toplumunun gelişme nedenleri, Fransız Devrimi ve sonrasını şekillendiren düzensizliğin nedenleri ile ilgileniyordu. Comte, bütün olguların değişmez doğa yasalarına tâbî olduklarını, bu yasaları keşfedecek olan sosyolojinin “en genel veya basit olgulardan daha özel veya kompleks olgulara doğru ilerleyen” bilimlerin tepesinde yer aldığını öne sürer. Comte’a göre her bilim kendisinden önce gelen daha alt düzey ancak temel bilim üzerine inşa edilir. Sosyoloji kendisinden önce gelen bütün bilimlerin doruk noktasıdır. Comte’a göre sosyoloji öncelikle bir bilimdir ve bu sosyolojide bireyler önemli değildir, onu esasen toplum ve yasaları ilgilendirir. Bu bağlamda Comte toplumun hem düzeni hem de değişmeyi sağlayan ve düzenleyen insanî örgütlenme yasalarının bulunabileceğini düşünür.

Toplumu bir organizma olarak gören Comte bu fikri diğer 19.yüzyıl sosyologlarından önce sistemli bir biçimde ortaya koymuştur. Comte toplumsal organizma terimini toplumun parçaları arasında bir uyum olduğunu, kurumlar arasındaki karşılıklı bağlantıların bir organizma içindeki işlevlerin karşılıklı bağlantısına benzediğini göstermek için kullanmıştır. Bununla beraber Comte, bir organizma olarak toplum analojisini aşırı zorlamaz; her şeyin organik analojilerle açıklanamayacağını kabul eder. Toplum ve yöntem anlayışı araştırma tekniklerini işbölümüne dayandıran Comte’a göre, toplumsal dünyayı açıklamak için dört temel tekniğe başvurulabilir: gözlem, deney, tarihsel gözlem ve karşılaştırma. Yöntem anlayışını ayrıca organik analojiler etrafında geliştiren Comte çoğu kez toplumu biyolojik organizmayla karşılaştırır ve bir parça/unsurun, örneğin aile veya devletin ‘toplumsal beden’ için yaptığı şeye veya katkısına göre anlaşılabileceğini öne sürer.

Comte sosyolojiyi “sosyal statik” (ve “sosyal dinamik” biçiminde ikiye ayırır. Comte sosyal statikte toplumsal dayanışmayla ve işbölümünün dayanışma üzerindeki etkisiyle ilgilenir. Statik bilimi sosyal sistemin normal olarak parçalar ve bütün arasında denge sağlayan farklı parçalarının hareket ve tepkime yasalarını araştırır. Bu yüzden bir sosyal sistem açısından işlevsel olan işbölümü, aile, din ve yönetim gibi toplumsal olgular arasındaki karşılıklı bağları açıklığa kavuşturmayı ve doğası gereği açıkça eşzamanlı analizleri gerektirir. Comte sosyal dinamikte evrimci bir insan ilerlemesi anlayışına bağlıdır; ilerleme, değişme ve evrimi konu alır. Toplumlar basitten karmaşık toplumsal yapı örüntülerine ve buna bağlı olarak dinsel düşüncelerden lâik düşüncelere doğru ilerledikleri için, sosyal dinamik ‘ardışıklık yasaları’nı veya sosyal sistemlerdeki ‘değişme örüntüleri’ni zamansal boyutta araştırır.

Comte, Fransız Devrimi’nin yol açtığı kargaşanın ve çatışmanın kaçınılması gereken bir durum olduğunu, evrensel ve uyumlu bir toplum olma yolunda ilerlemesi için istikrara gerek olduğunu öne sürerek, toplumsal değişme anlayışını toplumsal düzenin fiziksel ve toplumsal yasalar çerçevesinde sancısız, çatışmasız bir biçimde nasıl sağlanacağı üzerine inşa eder. Comte ‘görev dağılımı’ ile işbölümünü ve buna bağlı olarak emeğin artan uzmanlaşmasını ve ‘çabaların birliği’ ile bütün toplumun eylemlerinin ortak bir hedef etrafında bir araya gelmesini kasteder. Comte’a göre, işbölümü ve uzmanlaşmanın ihtisaslaşmış veya ‘bireyci’ hâle gelmesi sonucu toplum işleyişini İnsanlık Dini’nin kontrol etmesi gerektiğini öne sürer.

Ütopist ve determinist olan Comte insan zihninin gelişiminin tâbi olduğunu öne sürer. Ona göre insan zihni, doğası gereği, tüm araştırmalarında, her şeyden önce, karakterleri farklı ve hatta kesinlikle birbirine zıt olan üç felsefe yapma yöntemini kullanır; önce teolojik yöntem, sonra metafizik yöntem ve son olarak pozitif yöntem. Teolojik hâlde insan zihni kendisini etkileyen her şeyin ilk ve son nedenlerine, başka ifadeyle mutlak bilgisine yönelir. Bu ‘evre’nin belirgin özelliği olayların ardında Tanrı iradesinin aranmasıdır. Metafizik hâl teolojik hâlin basit bir dönüşümünden ibarettir. Burada doğal ve toplumsal olaylar soyut güçlerle açıklanır. Toplumsal evrimin sonucu olan pozitif evrede, insan zihni iyi düzenlenmiş bir akıl yürütme sayesinde metafizik olan her şeyi reddeder. Bütün toplumlar bilginin birikmesi sonucu, aynı evrelerden geçerek, sonunda bilimsel düşünce tarzı tarafından belirlenen pozitif evreye ulaşacaklardır. Comte, üç hâl yasasıyla değişmenin gerçekleştirilmesinde fikirlerin önemini vurgular. Comte dini doğaüstü bir tanrıya tapınmak olarak değil, daha ziyade hem bireysel hem kolektif biçiminde insan hayatına özgü tam uyum durumunun, hayatın bütün parçalarının birbirleriyle doğal ilişkiler içinde düzenlenmesinin ifadesi olarak görür. Çatışmayı mümkün olduğu kadar kaçınılması gereken bir unsur olarak gören Comte’a göre, çatışma toplum pozitif evreye geçmediği için ortaya çıkmaktadır.

Herbert Spencer

Herbert Spencer, evrim teorisinin modern düşünceyi etkilemesinde, devrim kavramının genişletilmesinde, etkisinin biyoloji bilimin çok ötesine geçmesinde, evrim teorisinin de bilim insanları ve aydınlar kadar sokaktaki insanın da kendisini ve dünyayı görme biçimini kapsamlı olarak değiştirmesinde çok önemli rol oynamıştır.

Diğer sosyal bilimciler gibi pozitivist olan Spencer, sosyal bilimlerin kendine model olarak doğa bilimlerini alması, onun yöntemlerini kendine uyarlayarak, bir ‘toplumun doğa bilimini oluşturarak ‘toplumsal yasalar’ı ortaya çıkarması gerektiğini savunur. Spencer, Sentetik Felsefesinde evrendeki büyük ayrışmaları bilimsel ilkeler aracılığıyla bütünüyle anlamayı amaçlar. Onun toplum modeli, sosyolojisi doğa bilimleri ve fizik hakkındaki kabullerine dayanır. Bu makro şemanın iki temel kavramı‘evren’ ve onun ayrılmaz bir parçası olduğunu düşündüğü ‘evrim’, diğer yardımcı ve ilişkili kavramları ‘farklılaşma’ ve ‘bütünleşme’, ‘çevre’ ve ‘denge’dir.

Spencer’a göre, evrenin hâkim süreci evrimdir ve bu süreç basit yapı biçimlerinden daha kompleks formlara doğru ilerler. Kimyasal tepkimeye giren maddelerin kütleleri toplamının tepkimede oluşan maddelerin kütleleri toplamına eşit olduğunu savunan Maddenin Korunumu Kanunu’nda olduğu gibi belirli bir çevrede varlığını sürdürmesi gereken bu kompleks bütün bir sistem oluşturur ve bir araya gelen, farklılaşan ve yeniden bütünleşen kuvvetler (‘madde’) varlığını sürdürdükçe sistem mevcut ortamda iç bütünlüğünü korur. Spencer’a göre, evren hareket halinde olduğu ve karşıt kuvvetlerin etkileşimi işlerlikte olduğu için uzun vadede bütünleşmenin temeli zayıflar ve dış etkenlere açık hale gelir. Enerji ortadan kaybolmaz başka biçim veya biçimlere dönüşür. Dolayısıyla iki yönlü bu kuvvetler bir diyalektik içinde işlerler ve sistemin hem bütünleşmesinin hem zayıflamasının temel faktörleridir.

Spencer evrim konusundaki açıklamalarını üç temel aksiyoma dayandırır: Kuvvetlerin sürekliliği, maddenin yok olmaması ve hareketin sürekliliği. Bunlardan hareketle dört önerme sunar: Bütün gerçeklik düzeylerinde bir sürekli düzen olması, kuvvetlerin birbirlerine dönüşmesi ve denklikleri, en az direnç veya en büyük çekim kluvveti ilkesi ve kuvvetin bir ritme sahip olduğu ve yer değiştirdiği ilkesi. Spencer’a göre, evrim maddenin oluşumu, farklılaşması ve bütünleşmesi etrafında ilerler. Spencer’ın evrim teorisinin köklerinde Darwin’inkinde olduğu gibi adaptasyon, hayatta kalma mücadelesi ve bu süreçler aracılığıyla toplumsal hayatta dengenin kurulması ve sürdürülmesi zorunluluğu ilkeleri vardır. Spencer, evrimin hem basit veya homojen formlardan farklılaşmış ve heterojen formlara doğru genel toplumsal hareketin hem de bu “formların ortamlarıyla bütünleşmeleri”ni sağlayan mekanizmaların analizini gerektirdiğini düşünür. Spencer’a göre evrim bir maddenin bütünlüğü ve buna bağlı olarak daha az bütünlüklü, daha tutarsız bir homojenlikten daha bütünlüklü, heterojen bir biçime geçerken hareketin yayılması ve bu esnada korunan hareketin paralel olarak dönüşmesidir.

Spencer homojenlik ve heterojenlik ilkesine göre, bir toplumun homojenden heterojene doğru evrimleştiğinde dengesinin bozulduğunu, ancak heterojenliğe ulaştığında dengesini yeniden kazandığını ifade eder. Homojenlik özünde istikrarsız, yani iç-bütünlükten yoksundur ve evrimin temel varlık nedeni homojen bedenlerin her zaman istikrarsız olmalarıdır. Topluma bir kuvvet uygulandığında bütün kuvvetlerin değişimlere ve nihayetinde yeni bir toplumsal düzene yol açtığını söyler. Spencer’a göre, toplumların küçük ve homojen formlardan büyük ve kompleks formlara doğru hareketi üç temel faktörden etkilenir: İlgili insanların doğası, çevre koşulları ve toplumun evriminin yarattığı yeni ortamlarla ilişkili faktörler ve gelişmeler.

Spencer’a göre organizma ve toplumların evrimin ortak örüntüleri şu şekilde sıralanabilir: Küçük birimlerden daha büyüklere doğru ilerleme içerir. Farklılaşmanın büyüklüğü ve düzeyi çeşitlenir. Hem organik hem de süper-organik bedenlerde gelişme birleşme ve yeniden birleşme aracılığıyla ortaya çıkar. Gelişme ve yapısal farklılaşmaya bütünleşme eşlik eder. Karşılıklı bağımlılık ve kontrolün merkezileşmesi sistemin ‘iç bütünlüğünü ve ortama adaptasyon yeteneğini artırır.

Spencer’ın burada ortaya koyduğu model şu temel süreçleri içerir: Sistem büyüklüğünde artışa yol açan kuvvetler, birimlerin farklılaşması, farklılaşan birimlerin bütünleşme süreçleri ve çevreye adaptasyon düzeyini artıran bir ‘iç bütünlüklü’ heterojenliğin yaratılması. Bu süreçler temelinde kurumsallaşmayı bir büyüklük artışı, farklılaşma, bütünleşme ve adaptasyon süreci olarak gören Spencer’a göre, yeni bir sistem bütünleşme ve artan adaptasyon sayesinde kurumsallaşır. Spencer burada, diğer çoğu evrimciden farklı olarak, genelde ilerlemeyi onaylamasına rağmen, her zaman düz bir çizgide determinist, kaçınılmaz bir gelişme, farklılaşma ve bütünleşme süreci görmez. Nitekim ona göre, çoğu toplum bütünleşmeyle ilişkili baskılara uygun tepkiyi verememiş ve neticede çökmüş veya büyük ihtimalle daha bütünleşmiş ve güçlü bir nüfus tarafından işgal edilmiştir

Spencer’a göre bütün insanlar hayatta kalma mücadelesi içindedir. Bu mücadele adaptasyonda sergilenir; insanların hayatta kalabilmek için adaptasyon sağlamaları gerekir ve ‘en uygunlar’ en iyi adaptasyon sağlayanlardır. Homojen bir bedenin dengesi bozulduğunda yeni bir dengeye doğru evrimleşmeye başlar ve adaptasyonla sonuçlanır. Toplumsal-tarihsel kuvvetler toplumu bombardıman ettiğinde ortaya çıkan farklılaşma süregelen kuvvetler karşısında benzer tepkiler sergileyen ortak toplamların seçilimine yol açar.

Spencer’a göre dengenin sağlanması için bu türden bir çatışmanın kendi doğal işleyişine bırakılması, insanların çatışmaya asla müdahale etmemesi gerekir, çünkü çatışma doğal yollardan, yani sadece ‘en uygun’un hayatta kalmasını mümkün kılan doğal evrim süreçleriyle çözüme kavuşabilir. Spencer’a göre insanın evrimi ayrıca beraberinde belirli türden kontrollere yol açacak belirli korkuları getirir: Hayatta kalabilme korkusu siyasi kontrollere, ölüm korkusu dinsel kontrollere yol açar. Homojenden heterojene doğru ilerlemenin ve insanların bu harekete adaptasyonlarının sonucu olarak, ayrışmadan ziyade karşılıklı bağımlılık arayan yeni bir toplumsal kişilik tipi ortaya çıkar.

Emile Durkheim

Durkheimcı teoride düzen/dayanışma ve çatışmanın kaynağıyla ilişkili üç eksen kavram işbölümü, konsensüs ve ahlâkî normlardır. Ona göre, toplumsal düzen ve bütünleşmeyi sağlayan aynı ahlâkî normlar çatışan ve rakip dinsel mezhepler söz konusu olduğunda sosyal sistemi parçalayabilir, toplumu arzu edilmeyen değişmelere zorlayabilir. Durkheim toplumsal değişmeyi kendi evrimci yaklaşımı ve anomiye yol açan gelişmeler bağlamında ele alır.

Durkheim, bir evrim süreci olarak toplumsal değişmede diğer öncülerinin fikirlerini sürdürür ve Spencer’ın da vurguladığı gibi toplumların basit toplumsal yapı örüntülerinden karmaşık olanlara, dolayısıyla dinsel düşüncelerden lâik düşüncelere doğru ilerlediğini düşünür. Durkheim’ın iş bölümü anlayışına göre, toplum uzun vadede aynı kalarak genişlemesini sürdüremeyeceği için, Hegel’in ‘niceliğin niteliğe dönüşmesi’ fikrinde olduğu gibi, nüfus artışının yarattığı baskı mekanik bir toplumun doğasını değiştirmeye başlayacak, toplumun artan miktarlarla baş etme ihtiyacı uzmanlaşmanın, yani işbölümünün gelişmesine yol açacaktır. Ona göre işbölümünün temel nedenleri mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğru yönelten güçler, artan nüfusun ahlâkî ve dinamik yoğunluk boyutları olarak adlandırdığı faktörlerdir. Organik dayanışmada, mekanik dayanışmadan farklı olarak, farklılaşmanın yol açtığı güçlü bir ‘bireycilik’ vardır; hayatını sürdürebilmek gerçekte pazarlanabilir becerilere bağlıdır. Durkheim yoğunluğu ‘dinamik yoğunluk’ ve ‘ahlâkî yoğunluk’ biçiminde ikiye ayırır. Dinamik yoğunluk bir toplumdaki insanların sayısı ve aralarındaki etkileşim miktarıdır. Bir nüfusun maddi yoğunluğunda artışa yol açan faktörler, maddi yoğunlukta artışa, bu da ayrıca ahlaki veya dinamik yoğunlukta artışa yol açar. İşbölümünün ortaya çıkışıyla, insanlar ve onların yarattıkları toplumsal yapılar, çatışmaktan ziyade, birbirlerini tamamlar ve ayrıca, barışçı beraberliği daha fazla mümkün kılarlar.

Toplumlar değişim sırasında bir toplumsal dayanışma esasından bir başkasına geçerken, özellikle bu geçiş süreci hızlıysa düzensizlik (anomi) ve bireyin toplumdan uzaklaşması (bencillik) söz konusu olabilir. Bu düzensizlik yüksek oranlarda sapmanın yanı sıra toplumsal düzenin devamlılığı açısından problemler yaratır. Durkheim’a göre sanayileşme, kentleşme, meslekî uzmanlaşma ve bürokrasinin gelişimi gibi faktörler bireylerin toplumla bütünleşmesine yardımcı mekanizmalar olan aile, din, bölge ve komşuluğun işleyişini zayıflattığı için, geleneksel toplumsal yapılar bu yeni toplumsal bütünleşme temelini sağlamakta yetersiz kalır. Modern toplumsal yapılarda aile ve dinin azalan etkisinin yerini alacak, birey ve devlet arasında arabuluculuk yapacak ve devletin artan gücünü kontrol edecek ara gruplara gerek vardır. Bu ara yapılar sadece meslek gruplarını değil, ayrıca uzmanlaşmış meslekleri birbirine bağlayan, devletin gücü karşısında bir denge oluşturan ve kollektif bilincin daha soyut değerleri ve inançlarına kendilerine özgü yorumlar getiren siyasal ve ahlâkî grupları da içerir. Ona göre, uyum ve sapmayı anlamak için gerekli iki temel değişken ‘gruba bağlılık derecesi’ ve ‘normatif düzenleme derecesi’dir.

Durkheim geliştirdiği sosyolojizminde dikkati toplumsal güçlerin önceliğine ve belirleyici niteliklerine çeker. Hayatta kalma mücadelesini, Spencer’dan farklı olarak, Darwinist evrimci güçler değil, toplumsal güçler içinde konumlandırır. İşbölümü zamanla gelişirken, dinsel ve toplumsal hareketliliği etkileyen gelişmeler kollektif bilinci zayıflatır. Neticede, insanlar toplumlarından koparken hem anonimlik hem de hareketlilik çarpıcı bir biçimde artar ve kuşatıcı bir kollektif bilincin sosyal kontrol sağlaması neredeyse imkânsız hâle gelir. Yeni ‘zorunlu işbölümü’ gelişirken insanların içlerinde bir kez daha kollektif olarak ilişki içinde oldukları meslek gruplarını içeren organik dayanışma artar.

Durkheim değişmeye yol açan üç normal dışı işbölümü biçimi tespit eder: Anomik işbölümü, zorunlu işbölümü, yetersiz koordine edilmiş işbölümü. Durkheim bireylerin toplumdan soyutlanmaları, uzaklaşmaları, kopmaları, yabancılaşma duyguları, güçlüler tarafından sömürülmeleri gibi hususlarda yabancılaşmadan ziyade anomi kavramını tercih eder. Durkheim bu konuda Comte’un modern toplumlara ilişkin işaret ettiği temel bir ikilemi esas alır: “Böylece, her birey kitleye ahlâkî açıdan yakından bağlı kılınırken, kendi özel etkinliğinin doğası yüzünden kitleden doğal olarak uzaklaştırılır”. Geçişin hızlı olması değerlerin genelleşmesine ve sonuçta bireylerin değerlere bağlılıklarının ve bu değerlerin düzenleyici gücünün zayıflamasına yol açar. Bu anomik durum, bağlı oldukları tek şey sa- nayi çağı makinelerinin dikte ettiği tekdüzelik ve ezici bir program olan bireylerin yabancılaşma duygusuna kapılmalarına yol açar. Durkheim’a göre anominin ortadan kaldırılabilmesi için bireylerin ortak bir ideal etrafında bir araya gelerek kolektif hayatla yeniden bütünleşmelerinin sağlanması gerekir. Ekonomik açıdan, meslek grupları ilişkili meslekî uzmanlık dallarını, çalışma saatlerini ve ücretleri düzenleyen, şirketler ve devlet yönetici- leriyle pazarlıklar yapabilecek bir örgüt içinde bir araya getirebilirler. Siyasal açıdan, meslek grupları, temsilcileri yönetime katılan bir tür siyasal parti hâline geleceklerdir. Ahlâkî açıdan, meslek gruplarının daha ön- ceden aile, komşuluk ve kilisenin yüklendiği boş zamanları değerlendirme işlevini, eğitsel ve toplumsal işlevleri yerine getirmek zorunda olduklarını kabul eder.

Durkheim, atfedilen ve miras temelli eşitsizlikleri ‘normal dışı’ olarak görür. Ona göre, organik toplumlarda normal dışı olan şey miras yoluyla servetin kuşaktan kuşağa geçmesi ve bu miras kalan ayrıcalığın bir sınıf tarafından başka bir sınıfı baskı altına almak ve sömürmek için kullanılmasıdır. Bu zorunlu işbölümü demektir.

Durkheim’a göre, değişmeye yol açabilecek bir başka normal dışı biçim koordinasyon eksikliğidir.

Mekanik dayanışmada düzenin kaynağı benzerliklere dayanan ve köklerinde benzerlikler yatan bir konsensüstür. Organik dayanışmada da benzer toplumsal süreçler işlerliktedir, burada düzen/dayanışma yeni bir konsensüs tipine dayanır ve yeni ahlâkî normların köklerinde benzerliklerden ziyade farklılıklar vardır.