TOPLUMSAL TABAKALAŞMA VE EŞİTSİZLİK - Ünite 5: Vatandaşlık, Eşitsizlikler ve Tabakalaşma Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: Vatandaşlık, Eşitsizlikler ve Tabakalaşma

Vatandaşlığın Sosyolojik Temeli ve Tarihsel Arkaplan

Vatandaşlık ya da yurttaşlık genel olarak bir devlete ait olmakla ilgili haklar ve yükümlülükler getiren birey ve devlet arasındaki bir hukuksal bağ olarak tanımlanmaktadır. Vatandaşlığın kavram ve kurum olarak ortaya çıkışının, Antik Yunan’da siyasal\kamusal alanın ortaya çıkışıyla eş zamanlı olduğu kabul edilmektedir. Vatandaşlık teriminin Antik Yunan’da siteden (cite) türediğini, siyasal anlamıyla bir sitenin üyesi ile eş anlamlı olarak kullanıldığını; zaman içinde ise Roma’nın civis, civitas kavramlarına göre düzenlenmiş siyasal bir cemaatin üyesi olmak biçiminde daha kesin bir anlam kazandığını söylemek mümkündür. Antik Yunan’da vatandaşlık, kadınları, köleleri ve yabancıları dışarıda bırakmakla birlikte, hür ve servet sahibi erkeklerin kamusal yaşama sırası geldiğinde yöneten ve yönetilen olarak katılması anlamına gelmekteydi (Heater, 2007: 32). Antik Yunan’daki yurttaşlık deneyimi zaman içerisinde dönüşerek Roma, orta çağ ve feodalizm, Rönesans ve Reform’un ardından günümüzdeki şekline en yakın hâlini Fransız Devrimi’nin etkisiyle kazanmıştır.

Sosyolojik tanımlamalara bakılırsa vatandaşlık bir topluluğun üyesi olmakla kazanılacak bir statü olarak düşünülebilir. Vatandaşlık, siyaset kuramı ile hukuk kuramında bir ulus devletin ya da şehrin üyelerinin hakları ile ödevlerini anlatmak üzere kullanılır. Vatandaşlık yüzyıllar içinde üç hak biçimi üzerinden gelişmiştir: Ekonomik, kültürel ve sosyal haklar. Bununla birlikte, vatandaşlık, bir topluluğa aktif katılım yoluyla o topluluğu dönüştürme ve siyasal topluluğa üye olma etkinliklerini de içermektedir. Aslında, vatandaşlık, aynı anda üç farklı sürece işaret etmektedir: Birincisi, vatandaşlık, hak ve sorumluluklardan oluşmuş formel hukuki bir “statüdür”; ikincisi, içinde bulunulan toplumun geleceğini şekillendirecek olan siyasal alana katılıma işaret eder; üçüncüsü ise içinde bulunulan topluluğa bağlılık veya aidiyet bağıdır.

Yönetenler ve tebaa arasındaki ayrım mutlak ve sürekli olduğu zaman, yurttaşlık yoktur. Yurttaşlık, bu anlamda, bir denge ya da daha iyisi, yükümlülüklerin ve hakların karşılıklı etkileşimi üzerinde durur (Leca, 1998, s. 19). Sonuç olarak, vatandaşlık, modern ulus-devletlerin kendi sınırları içerisindeki bireylerle olan ilişkilerini tanımlayan siyasi ve hukuki bir aidiyetlik biçimidir.

Modern Ulus-Devlet ve Vatandaşlık

Her modern devlet, alenen bir grup kişiyi kendi üyesi olarak tanıyıp geri kalan herkesi vatandaş olmayan ya da yabancı ilan ederek kendi vatandaş topluluğunu resmen tanımlar. Modern ulusal vatandaşlık, Fransız Devrimi’nin bir icadıdır. Vatandaş topluluğunun sınırlarının resmi olarak belirlenmesi, ortak hak ve yükümlülükler doğuran vatandaş eşitliğinin getirilmesi, siyasal hakların kurumsallaştırılması; vatandaşlarla yabancılar arasındaki ayrımın yasal olarak rasyonelleştirilmesi ve ideolojik ağırlık kazandırılması; ulusal egemenlik öğretisi ile vatandaşlık ve ulusallık arasında bağlantının ortaya atılması; vatandaş ve devlet arasında eski rejime özgü aracılı ve dolaylı ilişkilerin yerine aracısız, doğrudan ilişkilerin geçirilmesi.

Vatandaşlık kavramının kendisi burjuva toplumunun yükselişiyle ve bilhassa sivil toplum geleneğiyle bir bağlantıya işaret eder. Vatandaşlık kavramının kendisi burjuva toplumunun yükselişiyle ve bilhassa sivil toplum geleneğiyle bir bağlantıya işaret eder. Vatandaşlık kavramının kendisi burjuva toplumunun yükselişiyle ve bilhassa sivil toplum geleneğiyle bir bağlantıya işaret eder. Yurttaşlık, siyasal modernliğin belirleyici özelliği olan demokratik pratiğin merkezinde yer alır. İnsanların farklılıklarının ve eşitsizliklerinin ötesinde, onursallık açısından eşit oldukları ve hukuksal/siyasal anlamda eşit muamele görmeleri gerektiği düşüncesine dayanır.

Vatandaşlığın Sınıfsal Eleştirisi

Vatandaşlığın sınıfsal ya da Marksist eleştirisi, liberal prensip ve pratiklerinin yurttaşlığın biçimsel bir eşitlik olarak deneyimlenmesine yol açtığı üzerinedir. Açlığını doyuramayan bir işsiz ya da hayatını onurlu bir şekilde sürdürme olanakları bulamayan biri, gerçek bir yurttaş olamayacaktır. Vatandaşlık ilkesi, demokratik toplumlara, her bireyin haklarını tam olarak kullanabilmesine imkân verecek yaşam koşullarını güvence altına almayı dayatır. Aynı zamanda ekonomik ve toplumsal koşulları daha eşitlikçi duruma getirmeye çalışan bir etkinlik yürütmeksizin, sadece siyasal ve hukuksal eşitlik, toplumsal bağlılık ve eşit yurttaşlık ideallerine yol açamaz (Schnapper, 1998, s. 153).

Marksizm’in yurttaşlık eleştirisi, modern liberal yurttaşlığın herkesi eşit sayan soyut ve resmi eşitlik idealinin bir çerçevesi olan evrensellik iddiasının gerçek yaşanan ilişkilerdeki eşitsizliği hem gizlediği hem de yurttaşlığı bu eşitsizliklerin üzerine inşa ettiğini iddia eder. Buna göre, yurttaşlığın soyut eşitlik prensibi, sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri görünmez kılmakta ve ekonomik eşitsizliklere yönelik eleştiriyi etkisizleştirmektedir. Sonuç olarak vatandaşlık, uygulamada, bazı insanları belli ölçütlerle içine alan, bazılarını da yine aynı ölçütlerle dışarıda bırakan, sınırları belli bir toplum oluşturur. Bu toplumun istikrarlı ve sürekli olması amaçlanmakta, vatandaşlardan da iyi günde kötü günde, kısaca yaşam boyu sürdürecekleri bir bağlılık beklenmektedir.

Kadınların Vatandaşlığı

Kadınlar ulus-devletin inşa sürecinde vatandaşlık dairesine en geç dahil olan toplumsal kesimdir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, tarih disiplini içindeki geleneksel “özne” anlayışında, devletlerin, ulusların, yurttaşların, partilerin ya da kurumların anlatısında eril bir dilin egemen olmasıdır. Diğeri ise feminist çalışmaların kadın ve yurttaş meselesinin kuramsal boyutunu ihmal etmesidir; çünkü kadın hareketi daha çok kadınların pratik sorunlarına odaklanmıştır (Üstel, 1999, s.119). Kadınlar, özellikle yasal haklar açısından vatandaşlık hukukunun ataerkil cinsiyetçiliğinin gölgesinde kalmış ve toplumsal eşitsizlikler için yüzyıllardır mücadele etmiştir.

Feminist hareket, kadınların yurttaşlığı önündeki ataerkil kapitalist devlet ve iktidar biçimlerinin isleyişiyle süregelen kısıtlamaları ve engelleri açığa çıkarmıştır. Feministler, kadınların sosyal, siyasi ve medeni haklara sahip olmalarının tam anlamıyla yurttaşlık pratikleri açısından tam ve eşit olmaları için yeterli olmadığını göstermiştir. Feminist kuramlaştırmanın yurttaşlık tartışmalarına en önemli katkısı, kavramı eleştirel bir biçimde ele alması ve yurttaşlığın kurucu kavramları üzerinde (eşitlik, kamusal alan, haklar ve ödevler gibi) hâkim söylemlerin açmazlarını ortaya koymasıdır (Kartal,2016, s. 81).

Vatandaşlığın Dışladıkları: Göçmenler ve Mülteciler

Küresel açıdan bakıldığında vatandaşlık, zengin devletleri yoksul göçmenlerden koruyan güçlü bir toplumsal kapanma aracıdır. Vatandaşlık aynı zamanda devleti içi kapanmanın da bir aracıdır. Her devlet vatandaşlarla yabancılar arasına kavramsal, yasal ve ideolojik bir ayrım koyar.

Ulus-devlet prensip olarak sadece tek bir üyeliğe izin verse de göçmenler ve onların soylarının birden fazla devletle ilişkileri söz konusudur. İki devletin vatandaşı olabilirler veya bir devletin vatandaşı olup başka bir devlette yaşayabilirler. Böylesi durumlar “bölünmüş sadakate” yol açabilir ve kültürel homojenliğe zarar vereceği düşünülür (Castles ve Miller, 2008). Bu nedenle her kitlesel göç eylemi ve göçten sonra yeni toplumda yerleşikleşmeye çalışan göçmenlerin hayatı öncelikle vatandaşlık etrafında bir tartışmaya yol açar. Göçmenler için birinci öncelik vatandaşlık haklarının içeriği değildir, toplumdaki diğer insanlarla biçimsel anlamda eşit olacak şekilde yasal bir statü kazanmak için vatandaşlığın nasıl kazanılacağıdır. Çifte vatandaşlık, göçmenler için önemli bir hâle gelmiştir çünkü bu küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan çoğul kimlikleri yönetmenin iyi bir yolu olarak görülmektedir.

Vatandaşlık statüsünden doğan sosyal, siyasal ve kültürel haklar kişi yurttaş, statüsünü kaybettiği andan itibaren veya bu statüye zaten sahip olmadığı durumda ise mevcut olmaktan çıkmıştır. 1951 tarihinde Cenevre’de imzalanan Mültecilerin Statüsüne İlişkin Birleşmiş Milletler Konvansiyonuna göre mülteci özel bir sosyal veya politik gruba üyeliği, milliyeti, dini, ırkı gibi nedenlerle şiddete maruz kalma korkusu yaşayan ve bu nedenle ülkesine dönme imkânına ve isteğine sahip olmayan, milliyetine tabi olduğu ülkenin sınırları dışında yaşayan kimsedir. Göçmen alan ülkelerin devletleri artan kültürel ve etnik farklılıktan kaynaklanan sorunlara cevap üretebilmek adına siyasal, kültürel ve hukuksal kurumlarında düzenlemelere gitmek durumunda kalmışlardır. Bu politikalar asimilasyon, çokkültürlülük, entegrasyon, eritme potası, bütünleşme vb. farklı dozda ve biçimde dahil etme biçimleriyle göçmenlerin ana akım topluma dâhil edilmesini amaçlamıştır. Sığınmacılar ise uluslararası sınırlar içinde koruma arayışında olan ancak mülteci statüleri henüz karara bağlanmamış kişilerdir. Sığınmacılar, statülerinin belirlenme süreci ve karara bağlanması yıllar aldığından uzun süreli belirsizlik içinde beklerler.

Küreselleşme Sürecinde Yeni Vatandaşlık Biçimleri

Küreselleşme ulus-devletin vatandaşlığı ulusla eşitleyen kimliksel bir kapanma eğilimini ve haklar açısından da coğrafi/hukuki sınırlarını aşındırmış görünüyor. Son yıllarda kimlik kaynaklarını çoğullaştıran ve bu anlamda ulusal sınırları zayıflatan ve geçirgenleştiren küreselleşme süreci ve ulus-ötesi küresel göçler, dijital küreselleşme eğilimleri, bugüne kadar bütünlüklü oldukları öne sürülen ulusal topluluklar içinde farklı kültürel kimlikler ve vatandaşlık anlayışları ortaya çıkarmıştır (Gülalp,2007). Küreselleşmenin küçülttüğü dünyada yurttaş, kendi sınırlarının ötesinde yaşananlarla ilgili de sorumluluklara sahiptir.

AB vatandaşlığı, ilk kez bir ülkenin coğrafi sınırları olmaksızın ve ulus-devlet egemenlik alanı dışında hukuksal bir gövde olarak açığa çıkan bir vatandaşlık kategorisidir. Bu yönüyle, özellikle üçüncü dünya halklarına yönelik olarak taşıdığı tüm dışlayıcı ve eşit olmayan kural ve pratiklerine rağmen, belki de küresel bir dünya vatandaşlığı fikrinin ilk nüvelerini içermektedir.

Radikal demokratik vatandaşlık teorisinin temelleri E. Laclau ve C. Mouffe’un 1985’te birlikte yazdığı Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı eserinde dile getirilen radikal demokrasi anlayışına dayanır. Bu yaklaşımın savunucuları, klasik liberal bir demokrasi anlayışındaki uzlaşma arayışının farklı ırk, sınıf, cinsiyet, dünya görüşleri gibi unsurları baskı altına aldığını ve toplumsal hareketlerin toplumsal ve siyasal arenada değişim yaratabilmesi için demokrasinin liberal tanımının farklılıkları içerecek şekilde bir özgürlük ve eşitlik temelinde genişletilmesi gerektiğini savunurlar.

Iris Marion Young gibi kuramcılar homojen ve evrensel bir yurttaş idealinin, insanların cinsiyet, ırk, yaş, cinsel yönelim, sınıfsal özellik, din vb. özelliklerine bakılmaksızın herkese uygulandığında bahsedilen grupların aleyhine bir eşitsizlik yaratabileceğini öne sürmektedir. Dolayısıyla, tüm hakları vatandaşların farklılıklarını dikkate alarak farklılaştırmanın ve “farklılaştırılmış bir vatandaşlık” anlayışının toplumun heterojenliğini tanıyan ve daha adil bir uygulama olacağı konusunda ısrarcıdır. Hakların farklı gruplara göre düzenlenmemesinin, toplumdaki güç, servet, statü ve sermaye açısından zaten var olan eşitsizlikleri görmezden gelme riskiyle karşı karşıya kalınacağına işaret etmektedir.