TOPLUMSAL TABAKALAŞMA VE EŞİTSİZLİK - Ünite 2: Toplumsal Sınıfların Kuramsal Kapsamı ve Metodolojik Yaklaşımlar Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Toplumsal Sınıfların Kuramsal Kapsamı ve Metodolojik Yaklaşımlar
Sınıf Çalışmalarında Temel Yaklaşımlar
Toplumsal sınıf çalışmaları, sosyolojik bilgi birikimi içinde tartışmasız bir ağırlığa sahiptir. 19’uncu ve 20’nci yüzyılın sosyoloji birikimi bakımından tümüyle geçerli olan bu saptamayı günümüze kadar uzatmak, zorlama bir değerlendirme olarak görülebilir. Zira günümüzün anaakım sosyoloji yaklaşımları sanayi sonrası toplum çözümlemesinde sınıf kavramının açıklayıcı gücünün zayıfladığı görüşündedir. Bu tartışmalı görüşün geçerli olması şu iki koşulun kabulüne bağlıdır: İlk olarak toplumu oluşturan ilişki örüntüleri içinde, toplumsal üretim ilişkisinin önemsizleşmiş olması gerekir. İkinci olarak, bir toplumu tanımlamak için toplumsal üretimin sektörel dağılımına bakmanın yeterli görülmesi de gerekir. Oysa ne üretim faaliyeti toplumsal etkileşimin ana aksı olmaktan çıkmıştır ne de üretimin kapitalist niteliği sektör ağırlıklarından daha önemsizdir. Öte yandan sınıf çalışmalarının sosyolojik bilgi birikimi içindeki önemi salt sınıf temelli toplum çözümlemesini önemseyen yaklaşımlardan kaynaklanıyor değildir, aksine “Toplumu anlamak bakımından sınıf ilişkilerinin analitik önemi yoktur.” şeklinde görüşler ileri süren yaklaşımlar da sınıf sosyolojisi içinde önemli bir yere sahiptir.
Toplumsal sınıf çalışmalarına damgasını vuran iki sosyal düşünce geleneği vardır: sosyolojinin de kurucu sütunlarını oluşturan bu gelenekten ilki Karl Marx’ın diğeri de Max Weber’in düşünsel mirasını taşır. Marx için sınıf temelli toplumsal tabakalaşmanın odağında sömürü ilişkisi yer alır. Bu ilişkinin bir yanında üretim fazlasını üretenler -ki sömürülen sınıfı teşkil ederler, diğer yanda da üretilen artığa el koyanlar yer alır -ki bunlar da sömürücü sınıfı teşkil ederler. Ara sınıflar ise bu iki temel sınıfın alt katmanları şeklinde tanımlanır. Marksçı gelenekte toplumsal sınıf, kavramsal bir soyutlama olmayıp tarihsel bir oluşumdur. Bu bağlamda sınıf teriminin insanların bilişsel sistemlerinde yer etmesinin 19. yüzyılda, sanayi kapitalizmiyle başlamış olması da not edilmelidir. Toplumsal sınıflar konusu, Max Weber’in merkezi ilgisi içinde yer almaz; sosyolojisinin merkezine toplumsal hayatın ve değişimin kültürel nedenlerini ortaya koymayı yerleştirir. Dolayısıyla Weber’in çözümlemelerinde kültür asli bir unsurdur; bunun belki de tek istisnası, sınıf kavramsallaştırmasıdır! Weber’de toplumsal sınıflar, güç dağılımının bir olgusu olarak iktisadi terimlerle tanımlanır; mülkiyet sahipliği ölçütü önemli bir iktisadi güç alanıdır. Tanımlayıcı bir unsur olarak kültür boyutu ancak statü grupları söz konusu olduğunda devreye girer. Bu çözümleme tarzıyla Weber’in nasıl olup da çağdaş sınıf çalışmalarını derinden etkileyebildiği ayrıca tartışılması gereken bir sorudur. Marx ve Weber’in toplumsal sınıf çözümlemelerini belli bir sentezle bütünleştirmeye çaba gösterenler de olmuştur. Sentez çabalarını etkili bir kuramsal çerçeveye yerleştiren ve güncel sınıf çalışmalarını derinden etkileyen Eric Olin Wright’ın katkısı, anılmaya değerdir. İzleyen başlıklarda sırasıyla Marksçı ve Weberci sınıf kuramları ile E.O. Wright’ın katkısı ele alınacak ve metodolojik bakımdan irdelenecektir. Söz konusu irdeleme, toplumsal sınıf kuramlarının iki temel sorun alanı ekseninde gerçekleştirilecektir. Bunlardan ilki toplumsal sınıfların nasıl tanımlanacağı, bu tanımın hangi değişkenlerle ölçüleceği sorusuyla ilgilidir. İkincisi ise nesnel sınıf konumları ile öznel tutum ve davranışlar arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı sorusudur.
Kutuplaşmacı Sınıf Yaklaşımı
Marksçı sınıf kuramında analitik öncelik, toplumsal sınıfta değil, sınıflar mücadelesindedir. Bu saptamanın iki önemli metodolojik sonucundan söz edilebilir: Öncelikle toplumsal sınıflar, ayrıksı bir biçimde ele alınıp tekil olarak incelenemezler; sınıflar ancak, artığa el koymanın belirli biçim ve mekanizmalarında girdikleri karşılıklı ilişkiler çerçevesinde kavranabilirler. Bir başka ifade ile sınıf çözümlemesi, ayrıksı ve durağan değil, ilişkili ve etkileşimli bir alanı konu almalıdır. İkinci olarak, toplumsal sınıflar, oluşturulmuş kategoriler olarak değil, tarihsel oluşumlar olarak kavramsallaştırılır (Özuğurlu, 2008, s.24). Bu nedenle toplumsal sınıfları zaman kesiti içinde değil, ancak belirli bir süreç içinde kavramak gerekir. Toplumsal sınıfları dondurulmuş bir zaman kesitinde değil de süreç içerisinde kavramak gerektiğini ileri süren Marksçı yaklaşım, somut tarihsel süreci de kapitalizm çözümlemesine dayandırır. Kapitalist toplumsal üretim süreci, artık-değer üreten ücretli emek ile yaratılan artığa el koyan sermaye sınıfı arasındaki çelişki tarafından belirlenir. Bu süreç dar anlamda iktisadi bir süreç değildir. Marx’ın (1986, s.552) sözleri ile “Kapitalist üretim süreci, sadece meta üretmekle, artık-değer üretmekle kalmıyor aynı zamanda, kapitalist ile ücretli işçi arasındaki toplumsal ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor.” Marksçı yaklaşımda toplumsal sınıfları tanımlayan ölçüt, üretim araçlarının mülkiyetidir. Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile mülk sahibi olmayan üreticiler iki temel sınıfı teşkil ederler. Kapitalizm söz konusu olduğunda bu ikili, işçi sınıfı ve burjuvazidir; her iki temel sınıfın dışında yer alan ara katmanların ise kapitalist gelişme neticesinde tasfiyeye uğrayacağı ileri sürülür. Tasfiye süreci, aynı zamanda, sınıfsal kutuplaşma sürecidir, zira tasfiye neticesinde ara katmanların büyük çoğunluğu işçileşirken ancak küçük bir bölümü mülk sahibi sınıfların safına katılır. Sınıfsal kutuplaşma; ara katmanların tasfiye olarak toplumun, sermaye sınıfı ve işçi sınıfı şeklinde iki büyük kampa ayrılması süreci olarak tanımlanabilir. Marksçı yaklaşıma göre bu kutuplaşma, kapitalist gelişmenin nesnel ve kaçınılmaz sonucudur. Sermaye birikiminin genişleyen yeniden-üretimi şeklinde de tanımlanan kapitalist gelişme, Marksist çözümlemede kritik bir öneme sahiptir. Sermaye birikiminin yaygınlaşıp genişlemesi, aynı anlama gelecek şekilde, kapitalist toplumsal iliş kilerin gelişmesi sorunu, kapitalizm bakımından varlık-yokluk sorunudur. Kapitalizm; kapitalist olmayan toplumsal ilişkileri ve varlıkları kendi bünyesine alarak sermaye ilişkisinin bir parçası kılabildiği ölçüde varlığını sürdürebilen bir sistemdir. Dolayısıyla, kapitalist gelişme süreci zorunlu olarak işçileşme sürecini bünyesinde barındırır. Tarihsel bir çözümleme yapıldığında, tarım ve zanaat üretiminin, işçileşme sürecinin iki büyük toplumsal kaynağını oluşturduğu görülür. İşçileşme; insanlığın en azından son üç yüz yıldır yaşadığı en kapsamlı sosyal değişim süreçlerinin başında gelir. Kapitalizmin tarihi boyunca, hem dünya nüfusu, hem de o nüfus içindeki işçilerin sayısı, coğrafi ağırlık merkezlerindeki kaymalarla birlikte katlanarak artmıştır. Tarihsel bir eğilim olarak işçileşme süreci ile yoksullaşma, mülksüzleşme, sermayeleşme ve metalaşma süreçleri iç içe yaşanmıştır. İşçileşme süreci, en yalın biçimiyle tarım ve zanaatın bağımsız üreticilerinin kendine yeter üretim olanak ve koşullarından kopartılarak işgücü piyasasına fırlatılmaları sürecidir. Bu süreçte, bağımsız köylü ve zanaatkâr kendilerine ait üretim araç ve gereçlerini, başta da toprak olmak üzere, kaybederler, mülksüzleşirler. Mülksüzleşme sonucu bağımsız üreticilerden kopartılan üretim araçlarının mülksüzleşmiş emekçileri sömürme ve denetleme araçları hâline dönüşmesine de sermayeleşme süreci denir. Metalaşma süreci ise varlıkların piyasada alınır-satılır bir sermaye malı hâline gelme sürecidir ki Marksçı yaklaşıma göre kapitalizm “genelleşmiş meta ekonomisi” şeklinde tanımlanabilir. Meta ekonomisini genelleştiren biricik olgu, insanın üretken kapasitesinin (emekgücü) de nihayet metalaşmış olmasıdır. Bunlara ek olarak, mühendislik, eğitim, sağlık gibi profesyonel meslek grupları mensuplarının toplumsal tabakalaşmada aşağı doğru hareketleri de işçileşme kavramı ile tanımlanmaktadır. Marksçı yaklaşımda toplumsal sınıf çalışmalarının kapsamı, iktisadi değişkenlerle sınırlı bir alanı değil, toplumsal ilişkilerin neredeyse tamamını kavramaktadır. Kapitalist gelişme ve kutuplaşmacı sınıf kavrayışı nedeniyle, geniş kapsamlı toplum çözümlemesinde analitik öncelik, toplumsal sınıfa değil, sınıflar mücadelesine verilmektedir. Bu ise üretken kapasitesi (emek-gücü) metalaşan emekçinin mücadele (sınıf) kapasitesini gündeme getirir. Marksçı sınıf kuramı, üretim araçlarının mülkiyeti ve artığa el koyma gibi iktisadi düzleme ait kavramlara yaslanır ancak orada durmaz; sömüren ve sömürülen iki temel sınıf arasındaki ilişkinin, içinde yer aldığı toplumun ana fay hattını oluşturduğunu ileri sürerek, iktisadi ilişkinin aynı zamanda toplumsal bir ilişki olduğunu da söylemiş olur. İktisadi düzeyle başlayıp toplumsal düzeye ulaşan sınıf çalışmaları, temel sınıflar arasındaki ilişkinin uzlaşmaz karşıtlık içeren çelişkili bir ilişki olduğu yönündeki kuramsal tespitiyle, siyasi ve kültürel düzeyleri de kavrayan bir kapsama ulaşmıştır. ‘Sömürü temelli’, ‘çatışmacı’ ya da burada kullanıldığı şekliyle ‘kutuplaşmacı’ gibi terimlerle anılan Marksist sınıf kuramı sosyoloji disiplini üzerinde derin ve yaygın bir etkide bulunmuştur. Bunun temel nedeni, toplumsal sınıf kavramsallaştırmasının, sosyal gerçekliğin dört analitik düzeyini teşkil eden, iktisadi, toplumsal, siyasal ve kültürel düzeyi içeriyor olmasıdır. İzleyen bölümde ele alınacak olan Max Weber ise, tersine, kültürel bir oluşum olarak gördüğü toplumu anlamak bakımından analitik öncelik vermediği toplumsal sınıf olgusunu, piyasa ortamında vukuu bulan iktisadi bir olgu olarak tanımlar. Bununla birlikte Weberci yaklaşım, özellikle ampirik sınıf çalışmaları üzerinde neredeyse rakipsizdir ve son derece belirgin bir etkiye sahiptir.
Çoklu Sınıf Yaklaşımı
Weber’in toplumsal sınıf çalışmalarına katkısı, statü ve sınıf arasında yaptığı ayrımla yakından ilgilidir. Weber’de kalıcı ve sürekli olan toplumsal konum sınıf değil statüdür. Sınıf; piyasası ortamında sözleşme ilişkisi çerçevesinde edinilen ve varlığını sözleşme süresince devam ettiren bir toplumsal konumdur. Belli süreli bir toplumsal konum olarak sınıfı tanımlamak için bakılması gereken ölçüt ise mülkiyettir. Buradan yola çıkılarak Weber ile Marx arasındaki benzerliğe işaret edilirse de, Giddens’ın (1999) altını çizdiği gibi, Weber’in anladığı iktisat, klasik iktisatçıların değil neo-klasik iktisadın kökeninde yer alan marjinalist okulun iktisadıdır. Weber’in sınıf çalışmalarına en kritik katkısı çoklu sınıf kavrayışını geliştirmiş olmasıdır. Bu katkının kuramsal temelleri sınıf ve statü kavramları arasındaki ilişkide bulunabilir. Weber toplumsal sınıf ve toplumsal statü konumlarını, tabakalaşmanın iki ayrı boyutu olarak değil de, ilki geçici, ikincisi kalıcı olmak üzere, örtüşme ya da kesişme noktalarına sahip toplumsal konumlar şeklinde resmetmiştir. Bu kuramsal temele yaslanan çağdaş araştırmacılar, toplumsal sınıfların içinde farklı statü grubu özellikleri aramak suretiyle yaşam tarzı esasına göre farklılaşmış sınıf tiplemeleri çizmişlerdir. Eric Olin Wright (1997) konu hakkında dikkat çekici bir sav ortaya atar; Wright’a göre ampirik düzleme inildikçe Marx ve Weber arasındaki benzerlikler artmaktadır. Marx ve Weber arasındaki benzerlikler konusunda ise şunlara vurgu yapılmaktadır: İlk olarak, iki düşünür de kademeli değil, ilişkisel bir sınıf kavrayışına sahiptir; verili bir sınıf konumu ancak diğer sınıf konumu ile arasındaki sosyal ilişkilerle tanımlanabilir. Her iki gelenek de sınıfı, insanlar ve iktisaden anlamlı koşullar arasındaki ilişki ile tanımlar. Marksistler bu ilişkiyi üretim araçları ile kurarken Weberci gelenek “piyasa kapasitesi” üzerinde durur. Son olarak, her iki gelenek de hem yapılarla sosyal ilişkiler arasında hem de maddi çıkarlarla gelir getirici faaliyetler arasında nedensel ilişkiler aramıştır. Toplumsal sınıflara analitik öncelik vermeyen Weber nasıl olup da sınıf çalışmalarını derinden etkileyebilmiştir? Bu sorunun yanıtını verebilmek için önce Weber’in sınıf çalışmalarına yaptığı kritik katkıyı özetlemek gerekir. İlk olarak Weber, çoklu sınıf kavrayışını geliştirmiştir. Bu kavrayış temelinde, Weberci gelenek, dikkatleri işçi sınıfı içi farklılaşmalara yöneltmiş, sınıf içi farklılıklar ayrı sınıf tiplemeleri şeklinde tanımlanmıştır. Weber ikinci olarak, sınıf çalışmalarının sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi gibi iki önemli boyutunu, iktisadi ölçütlerle tanımlanan sınıf konumundan bağımsızlaştırmıştır. Böylece çağdaş emek çalışmalarını hâlâ meşgul eden temel bir sorunun hazırlayıcısı olmuştur. Bu, birey ya da grupların nesnel toplumsal koşulları ile mevcut koşulların öznel algılanışı arasındaki ilişki sorunudur (Özuğurlu, 2008, s.52). Bu iki katkının yaslandığı kuramsal zemine gelince Weber toplumsal sınıf ve toplumsal statü konumlarını, tabakalaşmanın iki ayrı boyutu olarak değil de ilki geçici, ikincisi kalıcı olmak üzere, örtüşme ya da kesişme noktalarına sahip toplumsal konumlar şeklinde resmetmiştir. İşte bu kuramsal temele yaslanan çağdaş araştırmacılar, toplumsal sınıfların içinde farklı statü grubu özellikleri aramışlardır. Weberci ekol, çoğulcu sınıf kavrayışı ile zengin işçi tiplemeleri geliştirmiş bir ekoldür. Bunlar içinde, etkileri günümüzde de süren Lockwood’un katkıları, anılmaya değerdir. Lockwood’a (1975, s.16-31) göre sınıf çalışmalarına yol gösterecek iki kuramsal model mevcuttur. Bunlardan ilki, gücü, çatışmayı ya da karşıtlığı esas alırken, diğeri prestij, statü ya da hiyerarşiyi esas alır. Endüstriyel yaşam deneyimi içinde bunlardan ilki işçi sınıfına, ikincisi ise orta sınıflara atfedilmişlerdir. Lockwood ise, her iki modeli kullanarak işçi sınıfı içinde iki genel tipleme geliştirmiştir. Bunlardan ilki, güç ya da çatışma odaklı toplum imgesine sahip olan “geleneksel işçilerdir”. Bu tiplemenin “militan” ve “uysal” şeklinde tanımlanmış alt tiplemeleri vardır. İkincisi ise, paraya dayalı toplum imgesine sahip olan “bireyselleşmiş işçi” tiplemesidir. Lockwood, bu tiplemeleri, iş ortamı ve topluluk yapısının özellikleri ile farklı toplum ve grup algılarını irdelemek suretiyle tanımlamıştır.
Çelişkili Sınıf Konumları Yaklaşımı
Marx ve Weber gibi iki önemli sosyoloji geleneğinin katkılarını doğrudan doğruya toplumsal sınıf kuramı inşasında kullanan en etkili isim Eric Olin Wright’tir. E.O. Wright (1997, s.29), geliştirdiği analitik ve ampirik kategorilerin Marksist ve Weberci sınıf analizlerinden birlikte beslenen bir tür melez kategoriler olduğunu söyler. Toplumsal sınıf çalışmalarına ilginin azaldığı 1980’li yıllardan günümüze ısrarlı bir biçimde sınıf kuramı geliştirmek için çaba gösteren E. O. Wright, soyut ve somut arasında bağlantı kuran, bütünleşik bir sınıf kuramı geliştirmeyi başarmıştır. E. O. Wright’in geliştirdiği sınıf kuramı sömürü ilişkilerini temel alıyor olsa da burada sözü edilen emek değer yasasına dayalı Marksçı sömürü kuramı değildir. E. O. Wright, Marksist sömürü kavramını Weberci güç ilişkileri yaklaşımı içine yerleştiren ve böylece her iki gelenek arasındaki ayrımları aşmayı amaçlayan bir kuramsal inşa stratejisi uygulamıştır. E. O. Wright’a (1997, s.373) göre, sınıf çalışmalarının en temel sorunlarından biri, nedensellik ilişkisinin nasıl tanımlanacağıdır. Buna yanıt vermeden önce analiz düzeyi ve analiz birimlerini saptamak gerekecektir; zira E. O. Wright için analiz düzeylerini ve analiz birimini belirlemek, nedensellik ilişkisinin nasıl kurulacağı sorusuyla doğrudan ilişkilidir. Nedensellik ilişkisinin belirleme mi, biçimleme mi, ya da sınırlandırıcı basınç uygulama mı olacağı, analiz düzey ve birimlerine bağlı olarak yanıtlanabilir. E. O. Wright’ın şemasında makro düzeyin analiz birimleri; sınıf yapısı ve sınıf oluşumu iken, mikro düzeyde sınıf konumları ve sınıf bilinci yer alır. Sosyolojinin ünlü ikiliği olan yapı ve özne, E. O. Wright’ın modelinde yapısal ve konjoktürel şeklini almıştır; her iki düzeyi birbirine bağlayan ise toplumsal oluşum düzeyidir. Güncel sınıf çalışmalarının kilit kavramlarından olan sınıf oluşumu, E. O. Wright için, yapı ve özne arasındaki ‘bağlantı kayışıdır’. E.O. Wright’ın sınıf analizinin temelinde sınıf yapısı kavramsallaştırması yer alır. Buna göre, analitik öncelik sınıflar mücadelesine değil, sınıf yapısına verilmelidir. Öncelikle yapısal toplumsal ilişkilerin belirleyiciliğini ifade eden sınıf yapısı ortaya konmalı, ardından sınıfların örgütlü kolektif aktörler şeklindeki oluşumlarını ifade eden sınıf oluşumu tanımlanmalıdır. Mikro analiz düzeyinde ise sınıf çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla aktörlerin ortaya koydukları pratikleri ifade eden sınıflar mücadelesi ile başlanmalı, bunu aktörlerin sınıf çıkarlarının ayırtında olmalarını ifade eden sınıf bilinci kavramsallaştırması izlemeli ve nihayet analitik çerçeve kişilerin işi ya da dahil oldukları sosyal ilişkiler aracılığıyla sınıf yapısında işgal ettikleri yerleri ifade eden sınıf konumları kavramları ile tamamlanmalıdır (Özuğurlu, 2008, s. 41).
Özellikle Marksçı gelenek bakımından sınıf çalışmalarının temel sorun alanlarından biri de temel sınıflar arasında yer alan ara katmanların hangi ölçütlerle ve nasıl tanımlanacağı olmuştur. E.O. Wright’ın çelişkili sınıf konumları kavramsallaştırması bu soruya verilmiş en etkili yanıtlardan biridir. Buna göre, sınıf konumlarını tanımlayan, dolayısıyla da bu konumları farklılaştıran üç ölçüt söz konusudur:
- İlki Marx ve Weber’de de mevcut olan “üretim araçlarının mülkiyeti” ölçütüdür.
- İkincisi, “üretim araçları üzerinde kontrole sahip olmak” ölçütüdür.
- Üçüncüsü de “diğer çalışanlar üzerinde kontrole sahip olmak”tır.
Toplumsal Sınıf Kuramlarının Post-Modern Eleştirisi
Post-modern yaklaşımdan söz ederken kendi içinde türdeş olmayan bir düşünce akımından söz edildiği unutulmamalıdır. Postmodernist, postyapısalcı vb. terimlerle anılan çağdaş düşünce akımlarını tek bir şemsiye kavramla nitelemek fazlasıyla zorlama olsa da, post öneki ile anılan yaklaşımların kendi iç farklılıkları, toplumsal sınıf teması söz konusu olduğunda, en alt düzeye inebilmektedir. Bu gerekli nottan sonra toplumsal sınıf çalışmalarına dönük postmodernist katkıların ana hatlarıyla iki tema etrafında tasnif edilebileceği söylenebilir. İlki üretimin merkezi öneminin kaybolarak yerini tüketime bıraktığı görüşünü içerir; toplumsal kimlikler ve dahi toplumsal sınıflar, tüketim ilişkileri içinde inşa edilirler. Diğer tema, işçi sınıfının çözüldüğü ve ileri kapitalist toplumların sınıflı toplumlar olmaktan çıktıkları görüşünü içerir
Belirlemecilik, İndirgemecilik, Özcülük Eleştirisi
Epistemolojik eleştiri noktalarını açıklığa kavuşturabilmek için, özcülük, belirlemecilik ve indirgemecilik şeklindeki eğilimlerin sınıf çalışmalarındaki dayanakları tanımlanmak durumundadır. Bu açıdan ilk olarak ekonomik belirlemecilik eleştirisine bakılabilir. Bu eleştirinin sınıf çalışmalarındaki tematik karşılığı, toplumsal sınıfların nesnel varlıkları ile öznel tutum alışları arasındaki ilişki sorunudur. Kuramsal bakımdan buradaki temel sorun şöyle özetlenebilir: Sınıf yapısı ile sınıf mensuplarının eylemleri, politik tutumları ve bilinç düzeyleri arasında açıklayıcı bir ilişkinin kurulup kurulmayacağı, kurulacaksa açıklayıcı ilişkinin niteliğinin ne olacağı sorusudur. Bu soru, postmodernist eleştirinin hedef tahtasına yerleştirdiği en temel sorudur; zira, toplumsal gerçekliğin farklı düzeyleri arasında nedensel açıklayıcılığa dayalı bir ilişkinin kurulmasına kapı açmaktadır. Sınıfların nesnel varlıkları iktisadi düzlemin, öznel tutum alışlar ise siyasi ve kültürel düzlemin konusunu oluşturduğuna göre, iktisadi düzeyin siyasi ve kültürel düzeyi belirlediği gibi bir sonuca ulaşmak zor olmayacaktır. Tam da bu noktada postmodernizmin ünlü meydan okumasını hatırlamakta fayda vardır: Toplumsal gerçekliğin siyasi ve kültürel düzeylerine ait olgular, siyasi ve kültürel düzeylerde kalarak açıklanabilir! Siyasal bir olayın açıklayıcı nedenleri siyaset düzleminin içinde mevcuttur; bunun tersini ileri sürmek ve ekonominin siyaseti belirlediğini söylemek metodolojik bir hatadır! Öncelikle metodolojik bir hata olarak belirlemecilik hakkında açıklayıcı bir not düşmek gerekecektir. Postmodernist eleştirinin odağında özellikle Marksçı yaklaşımın olduğu da vurgulanmalıdır. Postmodernistler Marksçı yaklaşım özelinde geleneksel sınıf çalışmalarına atfettikleri ‘belirlemecilik’ hatasının kaynağını “toplumsal sınıf yapısı” kavramsallaştırmasında görürler. Toplumsal sınıf yapısı; toplum inşasını, sınıfsal olmayan toplumsal ilişkileri, toplumsal çelişkileri, dolayısıyla da toplumsal değişmeyi belirleyen merkezi önemdeki bir değişken olarak kavranmıştır (Pakulski, 2005, s.154). Postmodernistlere göre belirlemeci hataların kaynağı da burasıdır. Zira, sınıf yapısına atfedilen bu merkezi önem gereği işçi sınıfı, nesnel çıkarlara (sınıf çıkarı) sahip olan, değiştirici gücü verili bir özne olarak tarif edilmiş, ampirik sınıf çalışmalarında ise işçilerin hangi ölçüde ve neden “devrimci sınıf” tiplemesine uzak durduklarını betimleyen bulgular ortaya konmuştur. Postmodernistler, bütün bir sınıf literatürünü, “devrimci proletarya” şeklindeki işçi sınıfının “doğru” tipolojisine işaret eden bu “sabit öznenin” aranması çabasının ürünü olarak görürler. Ve derler ki “doğru” işçi sınıfını aramanın kendisi yanlış bir sorudur! (Laclau ve Mouffe, 1985).
Olasılığa Açık İnşa Olarak Toplumsal Sınıf Anlayışı
Klaus Eder’e (1993) göre sınıf, toplumsal konumların, olasılığa açık bir inşasıdır. Sınıf, asla salt yapısal değil, olumsal bir kategoridir. Eder’e (1993) göre toplumsal sınıf ile kolektif eylem bağlantısının artan ölçüde kopması, sınıf siyasetinin krizine güçlü bir kanıttır. Dolayısıyla sınıf ve eylem bağlantısını üç katmanlı bir dolayımla tanımlamak gerekir. İlk katmanda sınıf bir toplumsal yapıdır. İkinci katmanda kültürel doku yer alır; bu değerlerin, kimliklerin ve bilginin alanıdır. Son katman ise kolektif eylemi içerir. post-pozitivist sınıf çalışmalarında, toplumsal sınıflar nesnel, sabit varlıklar olarak değil, özneler arası etkileşimde inşa edilen, akışkan varlıklar olarak tanımlanmıştır. Fark edileceği gibi bu tanım, salt toplumsal sınıfa ait değildir, her türlü kolektif içindir. Gerek tarihsel sosyolojiden gerekse de zamanın baskın yapısalcı-işlevselci havasının dışına çıkabilmiş eleştirel sosyal bilimcilerden gelen kuramsal katkılarla, ilişkisel sınıf kavrayışının analitik çerçevesi henüz 1970’li yıllarda büyük ölçüde şekillenmişti. Postmodernist meydan okuma karşısında sosyolojinin sessizliğe büründüğü 1980’li yıllarda, tarihsel sosyoloji, toplumsal sınıf çalışmalarının en verimli kanallarından biri olmuştur. Gerek kuramsal gerekse de metodolojik bakımdan sağladığı açılımlar, post-pozitivist yaklaşımın bu alandaki hâkimiyetine ciddi bir alternatif oluşturmaktadır.
Tarihsel Sosyolojiden Katkı: İlişkisel Sınıf Kavrayışı
Tarihsel sosyolojinin emek tarihi kanadından gelen kavramsallaştırmada toplumsal sınıf; hem süreç, hem ilişkidir; hem uyum, hem de çatışmadır. Toplumsal sınıf ve sınıf mücadelesi kavramları arasındaki ilişki konusunda ise E. P. Thompson’un (2004) geliştirdiği tanım dikkat çekicidir. Buna göre toplumsal sınıflar ayrı ayrı unsurlar olarak önce var olup eski savaşlarda olduğu gibi düz bir ovada karşı karşıya dizilip birbirine düşmanca baktıktan sonra savaşa tutuşmazlar. Tam tersine, insanlar, önceden yapılanmış bir toplumun içine doğarlar. Bu toplum, genellikle -ama asla tümüyle değil, üretim ilişkilerinin belirlediği kanallar içinde yapılanmıştır. İnsanlar sömürü ilişkilerini deneyimleyip uzlaşmaz çelişki noktalarını tanımlarlar, bu konular etrafında mücadeleye tutuşurlar ve ancak bu mücadele içinde kendilerini bir sınıf olarak keşfederler. Sınıf ve sınıf bilinci, tarihsel sürecin başlangıç aşamasında değil, sonunda yer alır. Dolayısıyla analitik bakımdan önceliği bulunan ve daha evrensel olan toplumsal sınıf değil, sınıflar mücadelesidir.
Toplumsal Sınıf Oluşumu
Toplumsal sınıf, toplumsal ilişkiler bağı ya da seti ise, bu durumda, toplumsal sınıf araştırmasında yanıtı aranacak soru, toplumsal ilişki örüntüleri içinde sınıfların nasıl oluştuğu sorusu olacaktır. Sınıf oluşumu kavramsallaştırması, tarihsel sosyoloji alanından yapılan katkılarda kilit bir öneme sahip bir kavramdır. Toplumsal sınıf, toplumsal ilişkiler bağı ya da seti ise, bu durumda, toplumsal sınıf araştırmasında yanıtı aranacak soru, toplumsal ilişki örüntüleri içinde sınıfların nasıl oluştuğu sorusu olacaktır. Sınıf oluşumu kavramsallaştırması, tarihsel sosyoloji alanından yapılan katkılarda kilit bir öneme sahip bir kavramdır. Üçüncüsü kültürel düzeydir ve işçilerin paylaştıkları eğilimleri, davranışları ve normları kapsar. Nihayet dördüncü olarak sınıfların geliştirdikleri örgütleri ve kolektif eylemlilikleri içeren politik düzey söz konusudur. Katznelson’a göre toplumsal sınıflar; toplumsal yapı, yaşam örgüleri, eğilimler ve eylemler gibi, dört düzeyde de var olduğunda, ancak bir sınıf oluşumundan söz edilebilir.