TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 8: Çok Partili Yaşama Geçiş ve Sonrası Düşünce, Akımlar ve Portreler: 1950’den Günümüze Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 8: Çok Partili Yaşama Geçiş ve Sonrası Düşünce, Akımlar ve Portreler: 1950’den Günümüze
Çok Partili Yaşama Geçiş
Çok partili hayata geçiş için girişimlerde bulunmuş olan Mustafa Kemal Atatürk, öncelikle Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kuruluşuna öncülük yapmıştır. Yine Atatürk’ün yaşadığı dönemde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin dışında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Ancak bu son iki partinin çeşitli siyasal meseleler yüzünden kısa sürede kapatılmış olması nedeniyle Atatürk’ün yaşadığı dönemde çok partili hayata geçiş sağlanamamıştır. Türkiye, 1939- 1945 yılları arasında gerçekleşen İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmamış olsa da savaşın ekonomik ve siyasi alandaki olumsuz etkilerini dramatik bir biçimde hissetmiştir. Savaş koşulları nedeniyle savunma harcamalarında yaşanan artış, bazı temel ihtiyaç mallarının yokluğu ve hayat pahalılığı gibi etkenler, yurttaşları oldukça olumsuz biçimde etkilemiştir. Bu sorunları aşmak için birçok önlem alınmış olsa da savaşın yıkıcılığı karşısında bunlar etkili olmamıştır. “Harp zenginleri” adı verilen yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır. Savaş döneminde oluşan bu olumsuz koşullarda, yurttaşlar ve harp zenginleri arasında tek parti yönetimine yönelik hoşnutsuzluk artmış ve bu hoşnutsuzluk çok partili hayata geçişin iç dinamiğini oluşturmuştur.
Çok partili hayata geçişin dış dinamiğini ise İkinci Dünya Savaşı oluşturur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da, demokratik olmayan yönetimler yıkılmış, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar öne çıkmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere girişi ve Sovyetler Birliği karşısında Batılı devletlerle yakınlaşmak istemesi, Türkiye’de çok partili hayata geçişi bir bakıma zorunlu kılmıştır. Türkiye’nin Batı’yla yakınlaşmak istemesi tek taraflı bir istek değildir. ABD, Soğuk Savaş koşullarında, Sovyet rejiminin yayılmasından endişe duymuş ve bu nedenle, özellikle SSCB’ye yakın bölgelerde yer alan devletlerin Sovyet sistemine yakınlaşmasını engellemeye ve Sovyetlerin etrafını çevrelemeye çalışmıştır. Bunun için ABD, Sovyetlere karşı “hür dünya” olarak sloganlaştırılan ve totalitarizme karşı “demokrasi”yi ön plana çıkaran bir strateji benimsemiştir.
Demokrasiye Geçiş Süreci: 1950-60
Bu dönemde siyasi olarak ABD’ye yakınlaşmanın sağladığı mali imkânları kullanarak hızlı fakat plansız bir ekonomik gelişmenin sağlandığı görülür. Daha çok tarım ürünlerinin ihracatına dayalı gelişme, teknoloji ve ulaştırmadaki yenilikler yoluyla kırsal alanda toplumsal yapı büyük ölçüde dönüşüme uğramıştır. DP’nin, ekonomik, toplumsal ve kültürel politikalarıyla edindiği yoğun kırsal desteği, siyasal düzeyde otoriter biçimler alan bir popülizme çevirdiği söylenebilir. Toplumsal ve politik düzeyde 1950-60 arasındaki dönüşümleri belirleyen iki önemli dinamikten söz edilebilir: ilki, hızlı toplumsal modernleşme; ikincisi ise geniş toplumsal kesimlerin seçimler aracılığı ile de olsa siyasete katılımı.
Kırsal kesim ve küçük kentler bir yandan modernleşme sürecinden etkilenip dönüşürken öte yandan siyasal bakımdan dinî eksenli politik söylemin de yükselişi söz konusudur. 27 Mayıs 1960 darbesi DP’ye karşı, çok boyutlu bir tepkiyi içeren ve içinde çeşitli toplumsal sınıf ve kesimlerin zımni ittifakının bir ifadesidir denilebilir. 27 Mayıs darbesi ve kurduğu rejim, Türkiye siyasal hayatında kalıcı izler ve etkiler bırakmasının yanı sıra gelecek on yıllarda varlığını sürdürecek yeni kurumlar ve bir de anayasa yarattı. Millî Birlik Komitesi darbenin belirleyici unsurlarından biri oldu.
1960-70 Dönemi
Kapatılan DP mirasını devralan Adalet Partisi (AP) 1965’te iktidara geldi. AP geçmiş dönemde DP’nin tersine iktidar bloğuna ordu ve sanayi çevrelerini de dâhil etti. Öte yandan, 60’lı yıllarda izlenen ithal ikameci sanayileşme politikaları yoluyla hızla genişleyen bir iç pazar ve bu arzı emebilecek bir ücret artışının gerçekleşmesi kentli sınıfların düzene umutla bakmalarını sağlıyordu. Bu dönemde montaj sanayisinde üretilen dayanıklı tüketim malları ve özellikle beyaz ev eşyası, gündelik yaşamın bir parçası olmaya başladı. Bu dönemde toplumsal, ekonomik ve kültürel alanların uyumlu bir bütün oluşturdukları görülmektedir. Türkiye İşçi Partisi 1965 seçimlerinde 15 milletvekili ile parlamentoya girmeyi başarmıştır. Bu parti emekçi sınıflar için bir çekim merkezi hâline gelmiştir.
1968 yılı Türkiye için önemli bir dönüm noktası oldu. Cumhuriyetin başından beri sürdürülen modernleşme politikaları toplumsal yapıyı büyük ölçüde dönüştürmüştü. Tarım büyük ölçüde kapitalizme açılmış ve modernize olmuştu. Ancak bu dönemde yoksul ve topraksız köylüler, toprak işgalleri yoluyla seslerini duyurmaya başladılar. Öte yandan tarımda istihdam edilemeyen nüfus, 1950’li yıllardan beri kitleler hâlinde büyük şehirlere göçüyor, ülkenin siyasi, ekonomik ve kültürel sorunlarına farklı boyutlar katıyorlardı. Artık kır/ kent ayrımı, kentin kendi içindeki bir ayrımdı. Tüketim malları üretimine dayalı sanayi bir ölçüde gelişmiş, ancak göçenleri emebilecek boyutlara varmamıştı. Sanayide istihdam edilen kitlelerin hâlâ kır ile bağlantıları sürüyor ve bu durum siyasi bilinçlerini etkiliyordu. Yine de 1960’lar sendikalaşmanın ve grevlerin hızla arttığı yıllar oldu. Öte yandan, ülke ekonomisi hâlâ küçük üreticilere dayanıyor, kentlerde sanayinin gelişmesi de farklı biçimlerde bu eğilimi körüklüyordu. Buna karşın sanayinin gelişmesi küçük meta üreticilerini tehdit eden bir boyuta varmıştı. Eğitim imkânlarının artması ve yaygınlaşması ile birlikte, kentlerde önemli bir nicelik kazanan öğrenci gençliğin büyük bir kısmını artık taşradan gelenler oluşturuyordu. Bu kitle, geleneksel öğeleri modern tarzlarla bütünleştirerek hayatına yeni bir yön vermeye çalışıyordu. Büyük bir kısmı, sol söylemi geleneksel öğelerle bezerken, bir kısmı da modern yaşamın çelişkilerine ve yükselen sola duydukları tepkiyi milliyetçi veya dini politik tutum ve örgütlenmeler aracılığıyla ifade ediyordu.
1980-2000’li Yıllar
Kamuoyunda 24 Ocak kararları olarak adlandırılan 1980 ekonomi politika değişiklikleri ile başlatılabilecek bu dönem, aynı yıl gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi ile demokrasi ve parlamenter sistemin rafa kaldırıldığı, anti demokratik bir yöne evrildi. 24 Ocak kararlarıyla Türkiye için yeni bir ekonomik birikim modeline geçiş yapıldı. 12 Eylül rejimi bu kararlar üzerine inşa edilmişti. Bu rejimin inşasında birbirleriyle bağlantılı bir dizi yapısal dönüşümün yapılması gerekmekteydi. 1980 öncesi ithal ikameci sanayileşme modeli terk edilerek, ihracata dayalı bir büyüme anlayışı benimsendi. Dünya pazarları ve uluslararası para piyasalarıyla bütünleşmek ve bu yolla ödemeler dengesini düzenlemek amacıyla IMF istikrar politikaları temelinde bir program yürürlüğe kondu. Türkiye ekonomisi, serbest faiz ve döviz kuru politikalarıyla ve düşük emek maliyetleri aracılığıyla ihracat yapabilir duruma getirildi. Bu yaklaşım, dünyada Thatcher ve Reagan’ın temsil ettiği arz merkezli monetarist politikalarla birebir aynı politikalardır. Buna göre ekonomik karar alımında tümüyle serbest piyasa koşullarında oluşan fiyatların egemen olması, iç ve dış pazarlarda serbestlik, faiz oranlarının yukarı çekilmesi, devalüasyon, piyasaya en az devlet müdahalesi, kamu giderlerinin azaltılması, destekleme alımlarının gözden geçirilmesi, para arzının sıkı bir biçimde denetlenmesi vb. gerektiriyordu. Bu ekonomi politikalarının, aynı zamanda kapitalist dünya sistemi ile bütünleşmeyi hedeflediği de açıktır.
Yeni ekonomik birikim rejimi/modelinin uygulanması ile 1980-90 arasında ihracat artmıştır. İhracat devlet tarafından sağlanan teşviklerle belirli düzeyde artmış fakat imalat sanayii bu ihracat oranını koruyacak veya artıracak bir sanayi altyapı yatırımını gerçekleştirememiştir (Saraçoğlu, 2015:753). 1980’li yıllar boyunca uygulanan ithalât rejiminin ulusal mali piyasaların serbestleştirilmesine dönük politikaları 1990’lı yıllara tamamıyla dışa açık bir ekonomiyi miras bıraktı (Yeldan, 2001: 25). Dünya ekonomisine bu bağlamda eklemlenmiş Türkiye’deki finansal liberalizasyon lüks malların ithaline ve iç tüketime yol açtı. Bu durumun en dolaysız sonuçları olarak enflasyonun yükselmesi, bütçe açığının büyümesi ve dış borçlanmanın artması olmuştur. Oldukça hassas dengeler üzerinden ilerleyen mevcut büyüme modeli 1994’te yaşanan büyük bir ekonomik krizle tıkanma noktasına geldi (Saraçoğlu, 2015: 755).
Türkiye’nin 1990’lı yıllar boyunca ve 2000’lerin başında yaşadığı ekonomik krizler aynı zamanda ülke ekonomisinin küresel kapitalizme daha sıkı eklemlenmesine yönelik düzenlemelerin uygulanmasına yol açmıştır. 2001 Şubatında Cumhuriyet tarihinin en büyük krizlerinden birinin yaşanmasının ardından DSP, MHP ve ANAP’tan oluşan koalisyon hükümeti IMF yönlendiriciliği de hazırlanan ve dalgalı döviz kuru ve sıkı mali politikalarına dayalı bir dizi ekonomik önlemi devreye soktu. Bu sıkı ekonomik politikaların yönetimi parlamento dışından bir teknokrata yani Kemal Derviş’e bırakıldı. 2001’de yaşanan kriz Türkiye’de yıllardır etkinliklerini sürdürmekte olan merkez sağ ve sol partileri önemli ölçüde siyasal haritadan silerek Adalet ve Kalkınma Partisi’nin günümüze dek uzanan iktidarının da koşullarını mümkün kılmıştır.
1960’dan Sonra Türkiye’de Sol-Sosyalist Düşünce
27 Mayıs’tan sonra sosyalist solda üç ana akım belirdi. Bunlardan birincisi Türkiye İşçi Partisi, ikincisi YönDevrim Hareketi ve üçüncüsü de Millî Demokratik Devrim akımıydı.
Sol ve Sosyalist Düşünce/Hareket
Çok partili yaşama geçişten 1960’lı yıllara değin öne çıkan düşünsel eğilimler söz konusu olduğunda özellikle öne çıkan önemli bir eğilim olarak Kemalizmin sol olarak tarif edilen yanını görüyoruz. Esas olarak Yön ve Devrim dergileri etrafında ve ağırlıklı olarak Doğan Avcıoğlu’nun öncülüğünde ortaya çıkan bir politik ve entelektüel hareket söz konusudur. Çağdaşlaşma, kalkınma, bağımsızlık ve antiemperyalizm kavramları ekseninde gelişen sol Kemalizm, 1930’lardaki Kadro hareketinden sonra, bu kez 1960’larda, yeni koşullar altında ve bu koşullar ile uyumlu yeni tezlerle birlikte, Yön-Devrim hareketi içinde yeniden ortaya çıkmıştır. 27 Mayıs sonrası yapılan ilk seçimlerin ardından 20 Aralık 1961’de çıkarılmaya başlayan Yön, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Cemal Eyüboğlu vb. radikal sol aydınlar öncülüğünde eski Türkiye Komünist Parti (TKP)’lilerden, sosyal demokratlara, sosyalistlerden Kemalistlere solun çeşitli eğilimlerini içine alıyordu. Başlangıçta sosyal demokrat eğilimlere hitap eden Yön için daha sonraları ordu içindeki radikal saydıkları kesimleri etkileme çabası öne çıkmıştır.
Yön, çekirdek bir kadro ile sınırlı, dar bir çevrenin yayın organı olmamıştır. Dönemin sol yazarları için önemli bir çekim merkezi olan Yön, sayfalarını birçok yazara açmış ve geniş bir yazar kadrosuna sahip olmuştur. Kendisini solda konumlandıran ve daha sonraları sol içinde belirecek ayrışmaların karşıt tarafları olacak birçok aydın-düşünür, Yön içinde görüşlerini ifade etme olanağı bulmuştur. Sadun Aren, Mihri Belli, Muzaffer Erdost, İdris Küçükömer, Fethi Naci, Muammer Aksoy, Turan Güneş gibi yazarlar bunlardan sadece birkaçıdır (Seyit, 2007: 191).
Yön’ün politik konumu kabaca yukarıdan devrim perspektifine sahip küçük burjuva radikalizmi olarak tanımlanabilir. Yöncülere göre toplumun “zinde kuvvetler”i toplumsal devrimi gerçekleştirirken, aydınlardan, üniversitelilerden, işçilerden, şehirli orta tabakalardan, köylülerden ve iç pazar üzerindeki çıkarları emperyalizmle çatışan millî sanayicilerden destek görecektir. Yöncülerin başlangıçta etkilemeye çalıştıkları odaklar CHP, bürokratlar ve ordu çevreleridir. Sloganları “sosyal adalet içinde hızlı kalkınma”, “gerçek demokrasi”, “köklü reformlar” vb. idi. Fakat beklentilerinin gerçekleşmemesi daha radikal bir stratejiye yönelmelerine ve CHP’den de umut kesmelerinden sonra darbeci bir yöne savrulmuşlardır. 1960’ların ortalarında antiemperyalist bir söyleme sahip olan Yöncüler, hedeflerine ulaşmak için parlamenter demokrasi yerine, “zinde kuvvetler”e (askerlere) dayanmayı tercih etmişlerdir (Zorlu, 2006). Yöncülerin, 1960’lar Türkiye’sinde en önemli gördükleri üç sorun bağımsızlık, kalkınma ve demokrasiydi. Bağımsızlık ve kalkınmanın ise demokrasi sorununa göre önceliği vardı. Bağımsızlık için milliyetçiliği, kalkınma için devletçiliği, demokrasi için de sosyalizmi öneriyorlardı. Yöncüler, Marksistler gibi iktisadi yapıya siyasi yapıdan daha fazla önem veriyorlardı ancak Marksizmi tüm yönleriyle benimsedikleri söylenemez; iktisadi yapıya önem veriyorlardı ve sınıfların varlığını kabul ediyorlardı ancak örneğin devrimci süreçte işçi sınıfının önderliği fikrine sıcak bakmıyorlardı. Yöncülerin eklektik söylemlerinde temel çelişki sınıf çelişkisi değildir, sömüren sömürülen çelişkisidir (Zorlu, 2006).
Doğan Avcıoğlu: “Türkiye siyasal düşünce tarihinde Kemalizm ile sosyalizmi birleştirmeye yönelik kuramsal çabanın önde gelen ismidir. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Demokrat Parti iktidarına karşı yürütülen muhalefet hareketi içinde yer aldı. Bu dönemde haftalık Akis ve Kim dergileri ile CHP’nin yayın organı niteliğindeki Ulus gazetesinde yazılar yazdı. Kuruluşunda aktif olarak yer aldığı ve müdür yardımcılığını yaptığı CHP Araştırma Bürosu’nda iktisadi ve toplumsal konular üzerine çalışmalar yaptı. 27 Mayıs sonrasında İsmet İnönü kontenjanından Kurucu Meclis’e girdi. Bir yandan 1961 Anayasası’nın ortaya çıkardığı siyasi iklimin elverişli koşullarında Cemal Reşit Eyüboğlu, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal ve İlhan Selçuk ile birlikte Yön dergisini çıkardı. İlk sayısı 20 Aralık 1961’de yayımlanan Yön’ün çıkış bildirgesi geniş yankılar uyandırdı. Avcıoğlu’nun başyazarı olduğu Yön, yayın hayatında kaldığı beş buçuk yıllık dönem boyunca Türkiye’nin bütün temel sorunlarını tartışmaya açtığı gibi, Türkiye’nin belli, başlı tabularının yıkılmasında cesur ve öncü bir rol oynadı.
Mehmet Ali Aybar: “Mehmet Ali Aybar (1908-1995), gerek Marksist-Leninist tezlere karşı savunduğu hümanist bakış açısı ve bu doğrultuda Türkiye sosyalizmine ilişkin değerlendirmeleri, gerekse eylem adamı ve lider kimliğiyle, Türkiye’de sosyalist düşünce ve pratiğin mihenk taşlarından biridir. Öğrenimini Galatasaray Lisesi ve ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Aybar, aynı fakültede anayasa hukuku asistanı olarak göreve başlamış, 1942 yılında devletler hukuku alanında doçent unvanını almıştır. Ancak, Aybar’ın akademik hayatı uzun sürmemiş ve 1946’da Vatan gazetesinde tek parti rejiminin baskıcı tutumunu eleştirdiği ve iktidar çevrelerinde yarattığı rahatsızlık nedeniyle üniversitedeki görevine son verilmiştir (...) Aybar düşüncesine yön veren en kritik sorulardan biri Türkiye’ye özgü sosyalist bir rejimin hangi koşullarda kurulabileceği, niteliği ve uygulanmasına ilişkindir (...) Türkiye’de sosyalist düşünce geleneği kapsamında Aybar’ın özgünlüğünün, temelde, Marksist kuramda hürriyet sorunsalının belirle yiciliğine ilişkin görüşleri çerçevesinde somutluk kazandığı söylenebilir (...) Demokrasi ve sosyalizm birlikteliğinin yanı sıra, (ulusal) bağımsızlık Aybar düşüncesinde Türkiye’ye özgü “hürriyetçi”, “güler yüzlü sosyalizm”in diğer bir vazgeçilmezi olarak karşımıza çıkar” (Özman, 2007: 376- 403).
Mihri Belli: “Mihri Belli, hırslı, atak, efsanevi militan imgesiyle Türkiye sosyalist hareketinin belirgin simalarından birisi; solda 1960’lara kadar damgasını vuran aşamacı devrim fikrinin Doğuculuk, millicilik, cuntacılık ve koyu bir Kemalizm ile kaynaştırılması ile ortaya çıkan Millî Demokratik Devrim (MDD) çizgisinin kuramcısıdır.
Türkiye’de Sağ-Muhafazakâr Düşünce: Türk Milliyetçiliği, Muhafazakârlık ve İslamcılık
Çok partili yaşama geçişten günümüze uzanan tarihsel aralıkta öne çıkan belli başlı düşünce eğilimleri olarak hiç kuşkusuz Milliyetçilik, İslamcılık ve Muhafazakârlık eksenli yaklaşımlardan söz etmek gerekmektedir. Erken Cumhuriyet döneminin işlendiği ünitede de görüldüğü üzere her ne kadar müstakil birer düşünsel-siyasal eğilim olsalar da Türk siyaset ve düşünce tarihi söz konusu olduğunda milliyetçilik, İslamcılık ve muhafazakârlık arasındaki eklemlenmeleri göz ardı eden her girişim, bu anlayışları ve düşünsel eğilimleri kaçınılmaz olarak eksik okuyacak veya kavrayacaktır (Bora, 1999); çünkü bu anlayışlar birbirlerinden ayrışsalar da siyasal ve toplumsal koşullara bağlı olarak zaman zaman birbirlerinin söylemlerine kolaylıkla eklemlenebilmektedirler, bu ise düşünsel-politik sınırları tayin etmeyi kısmen güçleştirmektedir. Dolayısıyla aşağıda değinilecek bu düşünsel/siyasal eğilimlere bakarken bu hususun göz önünde bulundurulmasında yarar var. Türkiye’deki sağmuhafazakâr siyaset geleneği, bünyesinde farklı politik parti, örgüt, kurum, ideoloji, söylem ve gelenekleri barındıran oldukça heterojen bir yapı arz etmektedir. Bu heterojen yapıyı parti ve kurum ölçeğinde temsil eden üç ana öbekten söz edilebilir. Sıralamaya herhangi bir değer atfetmeden söylenirse, bunlardan ilkini, merkez-sağ gelenek oluşturmaktadır. İkinci öbeği, İslami dinî motifleri öne çıkarması ve dinî ideolojiyi politik söyleminin merkezine yerleştiren Millî Görüş partileri oluşturmaktadır. Milliyetçi ideolojiyi parti olarak temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Büyük Birlik Partisi (BBP) ise sağ gelenekteki üçüncü öbeği temsil etmektedir.
Necip Fazıl Kısakürek: tarihinde, sağcı yaklaşımları teşkil eden çeşitli siyasal ve ideolojik bütünlükler arasındaki önemli “geçiş figürü”dür. İslamcılık ile milliyetçilik, milliyetçilik ile muhafazakârlık, muhafazakârlık ile İslamcılık; deyim yerindeyse onun aracılığıyla birbirleriyle “konuşup anlaşırlar”. Türk sağındaki en önemli ideolojik ve siyasal konumları teşkil eden bu üç yaklaşım da ya Kısakürek’in eserlerinde dile gelen düşüncelerle söze başlarlar ya da onlarla lafı bağlamaya özen gösterirler. Bu açıdan Kısakürek’in siyasi görüşleri, bu üç konum arasındaki “yumuşak” geçişlere imkân tanıyan iletişim kanallarını, “dil”i ve “gramer”i temin ve temsil eder. Ancak, Necip Fazıl Kısakürek, son kertede, Batılılaşma sürecine ve Batıcılığa yönelttiği sert eleştiriler dolayısıyla, İslamcılık düşüncesinin sınırları içinde yer alır; kendisini, bu düşünsel ve siyasal yaklaşımın ‘babası’ olarak görür. Bu sebeple, İslamcılığın diğer sağcı siyasal konumlarla yakınlaşma, eklemlenme ya da uzlaşma ve çatışma durumları en iyi onun eserlerinde izlenir.
Türk Milliyetçiliği
Batı Bloku ülkelerinin tümünde olduğu gibi Türkiye’de de İkinci Dünya Savaşı sonrasında antikomünist eğilimler öne çıkmış ve ağırlık kazanmış, komünizm karşıtı hareketler kitleselleşmeye başlamıştır (Bayraktar, 2016). Bu dönemde, Türkçüler komünizm karşıtlığının önde gelen aktörlerinden birisi olmuştur. Zaman zaman saldırganlığa dönüşen komünizm karşıtı eylem, miting ve gösteri yürüyüşleri oldukça yaygınlaşmıştır. 1945’te İstanbul’da Tan gazetesi ile 1947’de İzmir’de Zincirli Hürriyet gazetesi matbaalarının tahrip edilmesi ve Millî Türk Talebe Birliği’nin 1947’de Ankara Üniversitesi’nde Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav gibi öğretim üyelerine karşı başlattığı “Üniversitede komünist hoca istemiyoruz!” kampanyası, bu anti-komünist eylemlere örnek olarak gösterilebilir. Bu dönemde etkisi uzun süre devam edecek dernekler kurulmuştur. Bunlardan biri ülkücülerin ileride çok rağbet edeceği Tanrı Türk’ü Korusun! sloganının mucidi, 1947’de kurulan Türk Gençlik Teşkilatı olmuştur. Bir diğer etkili dernek ise 1950 yılında kurulan Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’dir (Ağaoğulları, 2006: 209). Bu dernek ülke çapında oldukça geniş bir örgütlenme ağına sahip olmuştur. İleride siyasette ün yapacak birçok sağcı politikacı, gençlik yıllarında siyasete bu dernek vasıtasıyla girmişlerdir.
Dönemin önemli milliyetçi kuruluşlarından biri de 1949’da Hamdullah Suphi Tanrıöver’in başkanlığında yeniden açılan Türk Ocağıdır. Yeniden kuruluş sürecindeki Türk Ocakları artık, 1944’te resmî milliyetçilik ile arasındaki mesafe iyice büyüyen Türkçü akımın ve diğer muhafazakâr-milliyetçi eğilimlerin, çok partili hayata geçiş sürecinde Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) karşı DP muhalefetinin yanında saf tutan seferberliğin bir parçası hâline gelmiştir. Nitekim derneğin genel başkanı Tanrıöver, 1950 seçimlerinde DP listesinden bağımsız Manisa milletvekili, 1954 seçimlerinde yine DP’den İstanbul milletvekili seçilmiştir (Üstel, 2009: 266).
Erol Güngör: Erol Güngör (1938-1983) memleketi Kırşehir’de bir ulema ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kırşehir’deki Ahi tekkesinin son şeyhi olan dedesi Hacı Hafızoğlu’ndan ve babasından çok etkilenen Güngör, ailenin İslami ilim ve manevi havası içinde yetişmiş, Taberi tarihini ezberle miş ve Osmanlıca öğrenmiştir. Üniversite eğitimi sırasında Mümtaz Turhan’ın tavsiyesiyle sosyal psikolojiye yönelmiş ve onun asistanı olmuştur. Türk Kültürü ve Milliyetçilik (1975) adlı eseri yetmişli yılların en etkili kitaplarından biri olmuştur. Erol Güngör, özellikle yetmişlerin siyasi çatışma ve şiddet ortamında bir iç harp ideolojisi hâline gelen milliyetçiliğin, Gökalp-Turhan geleneğinden gelen sosyal bilimler kavramlarıyla serinkanlı analizler yapabilen istisnai örnekler arasında yer almıştır. Güngör kendisini Gökalp-Turhan geleneğine yerleştirerek ancak bu gelenekle hesaplaşarak geleneği devam ettirmesiyle de Türk düşünce hayatında miladı kendisinden başlatan müstesna bir örnektir (Yılmaz, 2003: 650-651).
Dokuz Işık, resmî milliyetçiliğin ön kabullerine göz kırpan ve fakat aynı zamanda onu değiştirme/ geliştirme iddiasını taşıyan eklektik bir metindi. Sol düşüncenin entelektüel ve politik etkisine karşı yerlilik/yerellik ile harmanlanmış milliyetçi bir ideoloji çıkarma çabasının ürünüydü. Dokuz Işık şu ilkelerden oluşmaktadır: Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, Toplumculuk-Özel Teşebbüscülük, İlimcilik, Hürriyetçilik, Köycülük, Gelişmecilik ve Halkçılık ve Endüstricilik-Teknikçilik.
Muhafazakârlık ve İslamcılık
Çok partili yaşama geçişle birlikte dinî canlanmanın asıl yoğunlaştığı dönem DP’nin iktidara geldiği 1950’den sonraki dönemdir. DP’nin iktidara gelişiyle İslam’ın canlandığı ve İslami faaliyetlerin yükseldiği görülmektedir (Maviş, 2017). Bunda, tek parti döneminin laiklik anlayışındaki yumuşamasının ve DP’nin dinî alana dönük hoşgörülü politikaları İslam’a olan ilginin canlanmasını hızlandırmıştır. DP’nin iktidara gelir gelmez dindar kitlelere yaptığı en büyük jest ezanın tekrar Arapça okunmasına izin vermek olmuştur. Bu karar büyük bir sevinçle karşılanmış, başta Sebilürreşad olmak üzere dönemin İslamcı basınında geniş yankı bulmuş ve heyecan uyandırmıştır (Maviş, 2017).
Şerif Mardin, 1940’ların sonlarından itibaren beliren “dine dönüş” arzusunun iki biçimi olduğunu öne sürmektedir. Mardin’e göre bunlardan biri, Ortodoks-Sünni ulemanın fikirlerini devam ettirmek isteği; diğeri ise geniş halk tabakalarının “hurafeler”e ve “volk İslam” a dönüş isteğidir (Mardin, 1992: 35). Bu nedenle Mardin 1940’lı yıllardan itibaren oluşan bu gelişmelere İslamcılık demenin mümkün olmadığını düşünmektedir. 1960’tan sonraki yıllar, İslamcılığın siyasi bir kimlik olarak şekillenmeye başladığı yıllardır (Maviş, 2017). 1960 darbesi ile oluşan siyasal ortam ve sosyo-ekonomik yapıda meydana gelen değişimler, dindar kesimlerin taleplerine siyasi bir nitelik kazandırmış ve İslam siyasal bir kimlik talebi olarak da inşa edilmeye başlanmıştır.
İslamcılık milliyetçilikle eklemlenmek suretiyle, bir yandan var olma ve kabul edilme yolları aramış; diğer yandan rejime muhalefeti meşru bir kanaldan sürdürmek istemiştir. Bu itibarla Türk İslamcılığının 1970 lerin başlarına kadar milliyetçimuhafazakârlıkla oluşturduğu eklektik ilişki, pragmatik bir ilişki olarak da tanımlanabilir (Ete, 2003: 58). Aslında bu eklektik tutumun kültürel dayanağını, devleti kutsal sayan “Türk töresi” ile devlet yöneticisine itaati emreden, itaatsizliği “fitne” gören ehli sünnete dayalı din anlayışı oluşturmuştur denilebilir (Maviş, 2017). Böylelikle din-devlet-millet, hem İslamcıların hem milliyetçilerin ortak kesişim kümesi olarak bu eklemlenmenin zeminini oluşturdu (Bora, 1999: 126). İslamcılık, 1970 lerin sonlarına kadar milliyetçimuhafazakâr çizgiyle olan beraberliğini giderek silikleşen bir biçimde olsa da sürdürmüş (Bora, 1999: 120); 1960’lı yılların sonlarına doğru milliyetçi muhafazakâr çizginin etkisi azalmaya, İslamcılıkla sağcılık arasında bir kırılma ve gerilim yaşanmaya başlamıştır. 1960’ların sonlarına kadar kendine özgü bir kimlik ve söyleme sahip olmayan İslamcılık, bundan sonraki yıllarda bağımsız bir siyasal kimlik kazanmaya başlamıştır (Ete, 2003: 56).
1960’lı yılların sonuna doğru milliyetçilik ve muhafazakârlık sorgulanmaya başlamış; 1960’larda komünizm karşıtlığı ekseninde oluşmuş İslamcı söylem, 1970’lerde milliyetçiliğe ve sağcılığa karşı da eleştirel bir tutum oluşturmuştur (Bulut, 2013: 362). Bu yıllarda İslam dünyasının çeşitli bölgelerinden yapılan çeviriler ve İslam’ı yeniden yorumlayan düşünürlerin eserleri ile Müslümanlık ve sağın amaçları arasındaki çelişkiler fark edilmiş, yeni kavram ve düşüncelerle sağcılıktan ayrışan yeni bir İslamcılık düşüncesi oluşmaya başlamıştır. 1960’lı yıllarda Yeni Türkiye Partisi (YTP), Millet Partisi (MP) ve daha çok Adalet Partisi (AP) içerisinde kendilerini ifade etmeye çalışan dindar kesimler düşünsel düzeyde yaşanan ayrışma ve yenilenme süreci ile beraber, siyasal düzeyde de yeni arayış ve ayrışmalara yöneldiler. Bu bağlamda dindar kesimler bağımsız ve örgütlü bir siyasi girişim olarak sağ ve sol yönelişlerin dışında İslam’ı popüler bir siyasi söyleme dönüştüren Millî Görüş Hareketi’ni oluşturmuşlardır.
İsmet Özel: “İsmet Özel 1944 yılında Sökeli bir polis memurunun altıncı çocuğu olarak Kayseri’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini sırasıyla Kastamonu, Çankırı ve Ankara’da yaptı. Bir süre Siyasal Bilgiler Fakültesinde okudu. Daha sonra Hacettepe Üniversitesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1970’te Ataol Behramoğlu ile birlikte Halkın Dostları dergisini çıkardı. Sonraki yıllarda siyasi ve felsefi görüşleri bakımından köklü değişiklikler yaşayan İsmet Özel, Müslüman dünya görüşüne bağlandı” (Aktay ve Özensel, 2004: 782). Bora’ya göre Özel, İslamcı düşünceye taze bir soluk getirmiştir; geleneksel/gelenekçi dilin de, milliyetçimuhafazakâr vasatla simbiyoz hâlindeki sağ çizginin de varoluşçu edebi söylemin de, 1960’ların sonlarından itibaren tesirini arttıran beynelmilel İslamcılık literatürünün de dışındadır. Hepsinin ve güncelliğin yukarılarında bir yerlerden konuşur (...) Muhafazakâr karamsarlıkla, iman teyakkuzu arasında bir gerilim görürüz Özel’de.
Erbakan’ın siyasi görüşlerinin bütününe dikkatlice bakıldığında onun ideolojisini ve mücadelesini iki temel hedef üzerine kurduğu görülecektir: “Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni Bir Dünya”. Erbakan hemen her konuda ileri sürdüğü görüşlerini, ya da iktidar ortağı olduğu dönemlerde ortaya koyduğu icraatlarını bu iki temel hedefe göre oluşturmuştur. Erbakan’ın düşüncesinde, Yeniden Büyük Türkiye’yi kurmanın yolu maddi ve manevi kalkınmanın sağlanmasından, yeni bir dünyayı kurmanın yolu da İslam birliğinin tesis edilmesinden geçmektedir. Dolayısıyla Erbakan’ın, ideolojisini kalkınmacılık, maneviyatçılık ve İslam birliği temaları üzerine inşa ettiği söylenebilir. Erbakan, bütün siyasi hayatı boyunca bir taraftan dindar kitlelerin taleplerini politize etmek suretiyle onların siyasal temsilini üstlenirken diğer taraftan siyasal alanın içinde dinî kimliğe dayalı yeni bir yol açmıştır. Yürüttüğü mücadele ve oluşturduğu ideolojik dilden dolayı sevenlerince İslamî bir lider, muarızlarınca da siyasal İslam’ın inatçı bir temsilcisi olarak görülmüştür.