TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 6: Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Düşünce Akımları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 6: Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Düşünce Akımları
1908 Devrimi’ne Doğru
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı-Rus Savaşı’nın kötüye gitmesi, bazı milletvekillerinin Meclis-i Mebusan’da savaşın seyri hakkında eleştirilerde bulunması ve hükümeti yenilgiden sorumlu tutması üzerine Meclis-i Umûmi’yi 14 Şubat 1878’de “tatil” ettiğini açıkladı. Muhalifler, Sultan II. Abdülhamid’in yönetim anlayışına iki darbe girişimiyle karşılık verdi. İlki, ünlü Jön Türk liderlerinden Ali Suavi’nin 20 Mayıs 1878’de giriştiği Çırağan Sarayı baskınıdır. İkincisi ise Cleanthi Scalieri ve Aziz Bey Komitesi’nin Temmuz 1878 girişimidir. İki darbe girişiminin amacı V. Murat’ı tekrar tahta çıkartıp, meşruti rejimi yeniden inşa etmekti. Sultan II. Abdülhamid, eğitime verdiği özel önemin sonucunda bu alandaki kurumların her kademesinde önemli reformlar gerçekleştirdi. Bu çerçevede Mekteb-i Harbiye, Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Mülkiye gibi yüksekokulların müfredatını Batılı tarzda değiştirmeye çalıştı. Padişah’ın eğitim alanındaki reformlarının temel yansımalarından biri de pozitivist, biyolojik ve materyalist felsefi akımlarının yüksekokul öğrencilerini etkilemesidir. Padişahın rejimine ilk örgütlü muhalefet hareketleri de bu okullarda çıktı. Tıbbiye-i Şahâne de (Askerî Tıbbiye) İbrahim Temo, İshak Sükûtî, Abdullah Cevdet ve Mehmed Reşit adında dört öğrenci, 3 Haziran 1889’da İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Cemiyet’in amacı 1876 Kanûn-ı Esasi’sine (Anayasasına) işlerlik kazandırmak, Meclis-i Mebusan’ın tekrar açılmasını sağlamaktı. Osmanlı İttihad ve Terâkki Cemiyeti’nin 1895-1896 yıllarında hazırlandığı tahmin edilen tüzüğünde; Cemiyet’in adalet, eşitlik ve özgürlük uğruna mücadele etmek, insan haklarını çiğneyen, Osmanlıların ilerlemesine ve gelişmesine engel olan ve ülkeyi yabancıların ellerine bırakan hükümetin hareket şeklini değiştirmek için kurulduğu açıklanmıştır. Avrupalılarca “prens” olarak nitelendirilecek Sabahaddin Bey’in çabasıyla, uzun süreden beri bir araya gelemeyen muhalif gruplar, 4-9 Şubat 1902’de bir araya gelerek Birinci Jön Türk Kongresi düzenlendi. Birinci Jön Türk Kongresi’nden sonra iki ana akım ortaya çıktı. Tartışmanın taraflarından biri liberal ve âdem-i merkeziyetçi fikirleriyle bilinen Prens Sabahaddin’dir. Diğeri de pozitivist ve merkeziyetçi Ahmed Rıza grubudur. Ancak her iki cemiyet etkili eylemlerde bulunamadı ve adeta kâğıt üzerinde kaldılar.
20. yüzyılın başındaki iki önemli olay Jön Türkleri etkiledi ve harekete dinamizm kazandırdı. Bu iki olay Rus-Japon Savaşı ve Çarlık Rusya’sındaki 1905 Devrimi girişimidir. Hiç kuşkusuz Meşrutiyet’in ilânına giden süreçte Rumeli’deki örgütlenme ve İttihad ve Terâkki Cemiyeti’nin bu bölgedeki eylemleri belirleyici bir role sahip olmuştur.
Çok geçmeden Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Paris’teki Ahmed Rıza’nın yönetimdeki Osmanlı Terâkki ve İttihad Cemiyeti arasında temas kuruldu ve iki Cemiyet’in birleşmesi sağlandı. Osmanlı İttihad ve Terâkki Cemiyeti adıyla politik mücadele sürdürüldü. Bu yapıya Mustafa Kemal (Atatürk)’in Şam’da bulunduğu sıralarda kuruluşuna önderlik yaptığı Vatan ve Hürriyet Cemiyeti de katıldı.
Sultan II. Abdülhamid rejimine muhalif olan Jön Türkler, 27-29 Aralık 1907’de Paris’te bir araya gelerek ikinci kongreyi topladılar. Görüş ayrılıkları giderilemedi ancak Sultan II. Abdülhamid’in tahtan inmeye zorlanması, mutlakiyetçi rejimin değiştirilmesi ve meşruti rejimin tekrar kurulması gibi kararlar alındı. 1908 yılının ilk yarısında özellikle Haziran-Temmuz aylarında yoğunlaşan eylemler, Meşrutiyet’in ilânına bir adım kaldığını gösteriyordu. Sadrazam Said Paşa’nın başkanlığında toplanan Meclis-i Vükela’nın önerisi üzerine Sultan II. Abdülhamid, 23 Temmuz 1908’de “Meclis-i Mebusan’ın İçtimaya Davet Olunması Hakkında İrade-i Seniye”yi yayınlamak zorunda kaldı. Bülent Tanör’e göre, Meşrutiyet’in ikinci kez ilân edilmesi, “Türk ve Türk olmayan unsurların demokratik ve liberal bir anlaşma zemini içinde giriştikleri ilk ve son hareketti”.
Meşrutiyet’in ilân edilmesi kutlamalarını organize edenler, çeşitli etnik ve dinî grupların birlikte, el ele olmasına özen göstermişlerdir. Dolayısıyla, Meşrutiyet’in ilân edilmesine Osmanlıcılık ideolojisi rengini vermeye çalışmışlardır.
Üç Tarz-ı Siyaset
İttihadcıların temel hedefi, sadece her yıl devlet salnamelerinde yayımlanan ancak fiilen uygulanmayan 1876 Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe konulmasını ve Meclis-i Mebusan’ın (Meşveret) açılmasını sağlamaktı. Böylece bütün sorunlara çözüm bulabileceklerine inanıyorlardı.
Osmanlıcılık
Osmanlıcılık düşüncesi, Fransız Devrimi’nin milliyetçilik ilkesinin Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı ağır tahribatı önlemek ve gittikçe artan ayrılıkçı hareketleri etkisiz hale getirmek üzere ortaya atılmıştı. Fransa’nın devrimden sonra Avrupa’nın yükselen gücü olması, 17 Ekim 1797 tarihli Campo Formio Antlaşması’yla rakibi Avusturya’ya diz çöktürmesi dengeleri alt-üst etmişti. Milliyetçilik fikirlerinin özellikle koalisyon dönemi savaşları sonucu Yedi Ada üzerinden Balkan topraklarını etkisi altına alması, Osmanlı Devleti’nin derinden sarsılacağının ilk mesajını vermişti. Ardından Fransız ordusunun parlak generali olan Napolyon Bonapart’ın birlikleriyle 1799’da Mısır’a çıkması ve bir bildiri yayımlaması Osmanlı Devletini doğuda köşeye sıkıştırdı.
Bir yandan ülke içindeki farklı etnik unsurların hareketliliği diğer yandan ise Osmanlı yönetiminin uluslararası destekten mahrum oluşu (hatta dış güçlerin etnik unsurları kışkırtması) Padişahı yeni bir arayışa itti. Fatih’ten itibaren süregelen farklı dinî ve etnik toplulukların örgütleme modeli olan “millet sistemi” 19. yüzyılın yeni paradigmaları karşısında büyük yara aldı.
1908‘e Kadar Osmanlıcılık
Osmanlı Devleti’nde II. Mahmud’tan başlayarak modernleşme çalışmalarına hız verilmesi ve ayrılıkçı hareketlerin önlenmesine yönelik yeni bir dil ve üslûp geliştirilmeye çalışıldı. Farklı dinî ve etnik grupları Osmanlı milleti ideali etrafında toplama hedefi ortaya kondu. Hiç kuşkusuz Tanzimat Fermanı’na egemen olan siyasal dil Osmanlıcılık ideolojisinin diliydi. Müslüman ve Müslüman olmayanların eşitliğini sağlamak ve çeşitli alanlarda bu niyeti pratiğe dökmek Tanzimat’ın en önemli hedefiydi. Bunu tamamlayan diğer bir belge de 18 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı’ydı. Ferman, açık bir şekilde Osmanlı vatandaşı gayrimüslimlerin eşitliğini söz konusu etmişti ve bunların zimmî statüsünü kaldırmıştı. Hukukî eşitlik kavramı temel bir kavram olmaya başlamıştı. Bu tespit, Islahat Fermanı’nın Osmanlıcılık siyasetinde bir dönüm noktası olduğunu göstermektedir.
19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlıcılık düşüncesinin pratiğe dökülmesinde iki metin dikkati çekmektedir. İlki 1851 tarihli Fransız Vatandaşlık Kanunu’ndan yararlanılarak hazırlanan Tabiiyet-i Osmaniye Kanunu’dur. İkinci metin ise, 23 Aralık 1876 tarihli Kanun-ı Esâsi’dir.
19 Mart 1877’de Meclis-i Umumî açılmıştır. Meclis-i Umumî’nin bir kanadını oluşturan Meclis-i Mebusan’daki milletvekillerinin dağılımı gayrimüslimlerin lehinedir. Çünkü gayrimüslimler nüfuslarına oranla daha fazla milletvekiline sahip olmuşlardı.
II. Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı 13 Şubat 1878’de feshettikten sonra kurduğu mutlakiyet rejiminde İslamcılık düşüncesine meyletti. II. Abdülhamid’in rejimine karşı mücadele eden gruplarda Osmanlıcılık düşüncesi önemli bir yer tutmaktadır. Selçuk Akşin Somel’e göre, Jön Türk muhalefeti içerisinde Osmanlıcılık üzerine entelektüel anlamda düşünce üretmiş iki kişi vardır. Bunlar, Dr. Abdullah Cevdet ve Prens Sabahaddin’di.
Hiç kuşkusuz 1908 Devrimi’nden önce ülkenin kurtarılmasına ilişkin ideolojik arayışta Yusuf Akçura ve onunla özdeşleşen “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makale özel bir yere sahiptir. Yusuf Akçura’nın ele aldığı ana konular veya düşünce akımları şunlardı:
- Bir Osmanlı milleti meydana getirmek,
- Osmanlı Devleti şemsiyesi altında İslam birliği meydana getirmek,
- Irk esasına dayalı Türk milliyetçiliği meydana getirmek.
Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’te dile getirdiği görüşlerine sıcağı sıcağına iki tepki verildi. İlki Ali Kemal’in “Cevabımız” adını taşıyan makalesiydi. İkinci karşı çıkışı da Ahmed Ferit yaptı.
İkinci Meşrutiyet Yıllarında Osmanlıcılık
II. Meşrutiyet döneminde kurulan bazı siyasi partilerin programlarında Osmanlıcı vurgular söz konusudur. Bu partiler genellikle Prens Sabahaddin’in görüşlerinden etkilenen siyasal yapılardı. Meclis-i Mebusan içerisinde Kasım 1909’da kurulan Mutedil Hürriyetperveran Partisi’nin kurucuları arasında Türk, Arnavut ve Arap kökenli mebuslar yer almaktaydı. Programında yer yer Osmanlıcı bir yaklaşım vardı. Meşrutiyet döneminin en etkili siyasal partilerinden biri olan Hürriyet ve İtilâf Partisi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin baskıcı, merkeziyetçi ve Türkçü eğilimlerine karşı kurulmuştu. Parti’nin siyasi programına Osmanlıcılık ideolojisi egemendir. Partinin esas amacının meşruti düzenin bütün kurum ve kuruluşlarına işlerlik kazandırmak ve anasır-ı muhtelife-i Osmaniye arasında (her unsurun sahip olduğu sosyal, kültürel vb. özellikler saklı olmak üzere) gerçek bir siyasi birlik oluşturmak olduğu açıklandı.
II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlıcılık düşüncesi Türkçü ve Osmanlıcı aydınlar arasında tartışılmaya devam etti. Bu dönemin çeşitli gazete ve dergilerinde Osmanlıcılık düşüncesine bağlı olanlarla Türkçüler arasında sert tartışmalara da rastlanmaktadır.
II. Meşrutiyet döneminde Türkçüler ile Osmanlıcılar arasındaki tartışma, Balkan Savaşlarında alınan yenilgiden sonra hızını kaybetmiştir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkçülerin lehine bir yayın artışı vardır ve Ziya Gökalp’in ağırlığı söz konusudur.
İslamcılık
Türk modernleşmesi, İslam ve laiklik üzerine çalışmalarıyla tanınan Şerif Mardin, İslamcılık düşüncesine ait ilk kıpırtıların 17. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıktığını öne sürmektedir. Ancak bu düşüncenin bir ideoloji hâline gelmesinin 19. yüzyılın ikinci yarısını bulduğunu iddia etmektedir. Batı’nın Osmanlı Devleti’ne saldırması İslamcılık düşüncesinin bir akım/ideoloji hâline dönüşmesini hızlandırmıştır. İslam dünyasında İslamcılık; “techid, ıslah, ihya ve İttihad-ı İslam” gibi sözcüklerle de ifade edilmektedir.
İslam dünyasında İttihad-ı İslam sözcüğüne Panislamizm de denilmektedir. Batı dünyası da Panislamizm sözcüğünü kullanmaktadır. İslamcılık üzerine çok sayıda çalışması bulunan İsmail Kara, İslamcılığı şöyle tanımlamaktadır: “İslamcılık, 19. ve 20. yy.’da İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, eğitim...) ‘yeniden’ hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını Batı sömürüsünden, zâlim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden... kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir harekettir.”
1908’e Kadar İslamcılık
1860’larda Osmanlı Devleti’nin başkentinde İslam’ın ideolojileştirilmesi yönünde etkili adımlar atılmaya başlandı. Namık Kemal’in çıkardığı Hürriyet gazetesinde ve başka bazı gazetelerde “İttihad-ı İslam” başlıklı yazılar yayımlandı ve Müslüman toplumların geri kalmasının nedenleri üzerinde duruldu.
İslam’ın ideolojileştirilmesinde Mısır’da Cemaleddin Afgani (aslen İranlıdır), onun öğrencisi Mısır Müftüsü Muhammed Abduh, Hindistan’da Seyyid Ahmed Han ve Seyyid Emir Ali gibi kişileri de kaydetmek gerekmektedir.
İslamcılık düşüncesi II. Abdülhamid döneminde iç ve dış siyasette etkili bir araç olarak kullanıldı. II. Abdülhamid, sultan-hükümdar vasfı yerine “halifelik” vasfının kullanılmasına önem verdi. Halifelik makamının itibarını arttırmaya çalıştı.
II. Abdülhamid, üç tarz-ı siyasetin diğer ayakları olan Osmanlıcılık ve Türkçülük kanallarını da kapatmamış, yer yer pragmatik sebeplerle bunlardan da yararlanmıştır.
II. Meşrutiyet Yıllarında İslamcılık
İslamcılık II. Meşrutiyet’in ilanından sonra güçlü bir fikir hareketi olarak belirmiştir. İsmail Kara’ya göre İslamcılık bir fikir hareketi olarak Meşrutiyet’in ikinci kez ilânından kısa bir süre sonra yayın hayatına başlayan (14 Ağustos 1908) Sırât-ı Müstakîm adlı dergiyle mümkün olmuştur.
İslamcılar arasında da düşünce ve yöntem açısından ayrılıklar söz konusuydu. Bu nedenle İslamcı aydınlar gruplandırılmıştı. En genel ayrım İslamcıların modernist ve muhafazakâr olarak bir tasnife tabi tutulmasıdır.
Hilmi Ziya Ülken, bu ayrımı biraz daha detaylandırılmış ve İslamcıları dört gruba ayırmıştır:
- Gelenekçi-muhafazakâr (Babanzâde Ahmed Naim gibi),
- Modernistler-Medrese ile mektebi; Doğu ile Batı’yı birleştirmek isteyenler (İsmail Hakkı İzmirli ve M. Şemseddin (Günaltay) gibi),
- Gelenekçi–Muhafazakâr İslamcılar ile Modernist İslamcılar arasında orta bir yol izleyenler (Musa Kazım gibi),
- Modernizme, Modernist İslamcılara karşı olanlar (Mustafa Sabri gibi).
İsmail Kara, bu ayrımların çok doğru ve tutarlı olmadığı kanısındadır. Ona göre gruplandırmayı ictihâd ekseninde yapmak daha uygundur:
- İctihâddan yana olanlar (Seyyid Bey, Elmalılı Hamdi ve Mehmet Akif gibi),
- İctihâda karşı olanlar (kısmen Mustafa Sabri),
- İctihâddan yana olmakla birlikte şartları müsait görmeyenler (Said Nursi)
Bu dönemin etkili İslamcılarından biri olan İskilipli Mehmed Atıf, hükûmet şekillerini dörde ayırarak (hükûmet-i mutlaka, hükûmet-i meşruta, hükûmet-i cumhuriye ve hilafet-i kâmile) halifenin etkin olduğu bir düzenden yana olduğunu belirtmiştir.
İslamcılar, Kanun-ı Esâsi’nin ülkeyi yönetenleri keyfi idareye yönelmekten, zulüm yapmaktan, istibdatçı rejim kurmaktan alıkoyacağına inanmaktadırlar.
II. Meşrutiyet döneminde -özellikle Balkan Savaşlarından sonra- İslamcıların üzerinde durduğu ve zaman zaman Türkçülerle karşı karşıya geldikleri konu milliyetçiliktir.
İslamcı yayın organlarında toplumun geri kalmasının nedenleri, çözüm yolları, dinin hurafelerden arındırılması, eğitim, kadın sorunu ve tesettür gibi daha pek çok konuya yer verilmiştir. İslam’ın terakkiye mâni (gelişmeye engel) bir din olmadığı sıklıkla üzerinde durulan bir konu başlığı olmuştur. Bu konular ve bu konular ekseninde yapılan tartışmalar, zengin İslamcı literatürün oluşmasını sağlamıştır.
Türkçülük
Osmanlı Devleti’nde Türkçülük düşüncesinin ortaya çıkmasını 1860’lı yıllara, yani diğer bir ifadeyle Birinci Jön Türk Hareketi devresine kadar götürmek mümkündür.
Türkçülük Düşüncesinin Doğmasına Etki Eden Faktörler
Osmanlı Devleti’nde Türkçülüğün doğuşunda Fransız Devrimi’nden sonra yaygınlaşan milliyetçilik hareketleri başta olmak üzere çeşitli faktörler etkili oldu. Osmanlı Devleti çok etnik yapılı, çok dinli ve çok kültürlü yapıya sahipti. Bu yapı, Fransız Devrimi’nden sonra büyük yara aldı. Gayrimüslim unsurlar arasında milliyetçilik hareketleri baş gösterdi. Başlangıçta Osmanlı Devleti’ni bir bütün olarak bir arada tutmaya çalışan Türk unsuru, milliyetçilik düşüncesine mesafeli yaklaşmıştı. Ancak ayrılıkçı hareketlerin artması üzerine İslamcılık ve Türkçülük düşüncesi Türk aydınları arasında taraftar bulmaya başladı. Araplar ve Arnavutlar gibi Müslüman toplulukların Osmanlı yönetimine karşı milliyetçi bir tavır takınmaları ve zaman zaman ayaklanmaları, Türkler arasında milliyetçi duyguların canlanmasına etki etmiştir. Hiç kuşkusuz Türkçülük düşüncesinin 1860’lardan itibaren Osmanlı-Türk aydınları arasında uç vermeye başlamasında Türkiye dışındaki Türkçülük hareketlerinin doğrudan payı vardır. İsmail Gaspıralı’nın 1883’te çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesi, Türkler arasında kültürel Türkçülüğün sesi oldu.
Osmanlı Devleti’nin sürekli toprak kaybetmesi, reformların Osmanlı toplumunu sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan değiştirmeye başlaması, gayrimüslimlerin ayrılıkçı (milliyetçi) hareketlerinin artması, Türklerin dışındaki Müslüman unsurların milliyetçi arzularının artması, Batı’daki Türkoloji çalışmalarının Türk aydınlarını etkilemesi ve Rusya’daki Türkçü aydınların etki gücünün artması gibi hususlar Türkçülük düşüncesinin doğmasına etki yapmıştır.
Türkçülük Düşüncesinin Doğuşu
Osmanlı toplumunda Türk aydınları 1860’lardan itibaren dil, tarih ve kültür alanlarında eserler yayınlayarak kültürel Türkçülüğün temellerini atmışlardır. Dil konusunu ele alan örgütler kuruldu ve yayın organları oluşturuldu. 1861’de kurulan Osmanlı İlim Cemiyeti’nin yayın organı olan Mecmua-ı Fünûn’da Batı kökenli bilim ve teknik terimlere Türkçe karşılık bulunmaya çalışıldı. Encümen-i Daniş Türkçenin sözlüğünü hazırlama çalışmaları başlattı. Dönemin aydınlarından Şinasi ve Ziya Paşa konuşma ve yazı dili ikiliğini ortadan kaldırmak istediler.
Yusuf Akçura’nın “Osmanlı Türkleri içinde ilk Türkçü” diye takdim ettiği Ahmet Vefik Paşa, 1863-1864’te Çağataycadan Osmanlı Türkçesine Ebûl Gazi Bahadır Han’ın “Eşâl-ı Şecere-i Türkî”sini tercüme etti. Süleyman Hüsnü Paşa’nın “Tarih-i Âlem” adlı eseri de önemli bir özelliğe sahipti. Kitabın bir bölümü İslamiyet öncesi Türk Tarihine ayrılmıştı. Bu kısa bölüm, Türk Tarihçiliğinde İslamiyet’ten önceki Türkleri anlatan ilk metindir.
Kültürel Türkçülük sürecinde; Ali Suavi, Ahmed Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Bursalı Mehmed Tahir, Necip Asım ve Veled Çelebi gibi yazarlar dil, tarih ve edebiyat alanındaki çalışmalarıyla adlarından söz ettirmişlerdir. Denilebilir ki, art arda yayımlanan çalışmalarla 19. yüzyılın sonlarında, diğer bir ifadeyle II. Abdülhamid döneminde net bir “Türklük” bilinci ortaya çıkmış ve Anadolu, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türklerin “ocağı” olarak kabul edilir olmuştur.
Türk milliyetçilik tarihini inceleyenler, Yusuf Akçura’nın kültürel boyutlar taşıyan bir akıma siyasal bir boyut kattığı konusunda hem fikirdirler.
II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülük
1908’de gerçekleştirilen “siyasi inkılâbın” “içtimai bir inkılâbla” tamamlanması ve bu yolla ülkenin kurtuluşunun sağlanması ekseninde yapılan tartışmalar, Türkçülük düşüncesinin boyutunu genişletmiştir. 1860’larda başlayan kültürel Türkçülük hareketi 20. Yüzyılın başında siyasi bir boyut kazandı. Bu dönüşüm 1908 sonrası tartışmaları derinden etkiledi. Yeni dönemde Türkçülük ekseninde yapılan tartışmalar iki hat üzerinden sürdürüldü. İlki uzun süredir (1860’lı yıllara kadar) kaybolmuş bulunan millî Türk kimliğinin inşası, ikincisi ise bilinçlenen Türkler tarafından toplumsal birliğin kurulması ve güçlendirilmesidir. II. Meşrutiyet döneminde Türkçüler, sadece gazete ve dergilerde yayımladıkları yazılarla değil, kurdukları derneklerle de adlarından söz ettirmişlerdir. Diğer bir ifadeyle örgütlenmeye başlamışlardır. Bu süreçte, 18 Aralık 1908’de dönemin ilk Türkçü/ Milliyetçi örgütü olan Türk Derneği kuruldu. Hiç kuşkusuz, bu dönemin Türkçülük düşüncesinin yaygınlaştırılmasında ve çok boyutlu hâle getirilmesinde Türk Yurdu Cemiyeti’nin ve Türk Ocağı’nın payı büyüktür. Türk topluluklarının birliği ve kardeşliği anlamına gelen Turancılık (PanTürkizm) derginin sütunlarında ve diğer platformlarda Türkçü aydınlar tarafından dikkatle ele alınan temel konulardan biriydi.
Türkçülük düşüncesini 1908’den sonra bir ideoloji hâline getiren kişi Ziya Gökalp’tir. Türk düşünce tarihinin son yüzyılına damga vuran Gökalp’in, 1908’den önce Osmanlıcılığı benimsediği görülmektedir. Ziya Gökalp, Durkheim ekolünün izlediği dörtlü toplum modelini benimsemiştir. Buna göre toplumlar dört aşamadan geçmiştir. Bunlar; ilkel ya da kabile toplumu (aşiret); ırk yakınlığına dayanan toplum (kavim); ortak dine dayanan toplum (ümmet) ve kültürle bağlanan toplum (millet)’dur. Gökalp, millet kavramına yüklediği anlamdan, kültür (hars); uygarlık (medeniyet) ayrımına yönelmiştir. Bu bağlamda Durkheim’den ayrılmıştır. Ziya Gökalp’ın düşünce dünyasında büyük bir alanı kapsayan kavramlardan biri de Turan’dır. Gökalp’ın Turancılığında Hüseyinzade Ali Bey’in izleri görülmektedir. Ona göre, “Turan, Türklerin efradını cami ve ağyarını mani olan ideal vatandır. Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerin mecmuudur (toplamıdır)”. “Millet ve Vatan” adlı makalesinde de Türkler için vatanın Turan olduğunu söyler.
Türkçülük düşüncesinin iki önemli figürü, yani Yusuf Akçura ile Ziya Gökalp arasında bazı düşünce ayrılıkları vardır. Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” anlayışı ile Yusuf Akçura’nın milliyetçilik yaklaşımı örtüşmüyordu. Akçura’nın Orta Asya Türklerinin medeniyetçe Osmanlı Türklerinden üstün olduğu görüşüne, Gökalp itiraz etmiştir. Gökalp, Akçura’nın “ırk” söylemine de mesafeliydi.
II. Meşrutiyet Döneminde Diğer Düşünce Akımları
Batıcılık
Türkiye’de değişim süreci asrileşme, Avrupaîleşme, garplılaşma, Batılılaşma, alafrangalaşma, muasırlaşma, çağdaşlaşma ve modernleşme gibi kavramlarla ifade edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Batı’ya yönelmesinde Avrupa ülkeleri karşısında art arda alınan askeri yenilgiler ve büyük miktarda toprak kaybetmeler büyük rol oynamıştır. Ayrıca 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren malî bunalımla karşılaşılması, sermaye birikiminin olmaması ve idari yapının köhneleşmesi gibi nedenler de Batı’nın bazı değerlerinin benimsenmesinde etkili olmuştur.
Batılılaşma düşüncesi bir kısım Osmanlı yöneticisi ve aydınının benimsediği bir düşünceydi. Halkın Batılılaşma düşüncesine bir hayli mesafeli olduğu ve zaman zaman tepki gösterdiği açıktır.
II. Meşrutiyet döneminde Batılılaşma düşüncesini savunanların daha fazla kristalize olduğu görülmektedir. Batılılaşma düşüncesini sistematik bir hale getirmeye çalışan ve “Bu devlet nasıl kurtarılabilir” sorusuna daha ideolojik cevaplar arayan bir grup oluştu. Bu gruba Garpçılar, bugünün ifadesiyle Batıcılar adı verildi. Batıcılar, 10 Temmuz 1324’te (23 Temmuz 1908) siyasi bir inkılâp olduğunu ve bu inkılâbın “içtimai/sosyal bir inkılâpla” tamamlanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Sosyal inkılâbın da her türlü gericiliğe ve cehâlete ilan-ı harp ile gerçekleşeceğini belirtmişlerdir. Bu düşünceyi savunanlara göre bütün çekilen sıkıntıların temel nedeni Avrupalı olunmamasıydı. Dolayısıyla “Avrupalılaşmak, Garplılaşmak Osmanlı İmparatorluğunu bu girdaptan kurtaracaktı”.
Abdullah Cevdet’in Batıcılık düşüncesinin en etkili temsilcilerinden biri olduğu muhakkaktır. Fakat O’nun Batıcılık anlayışına İslamcı aydınların yanı sıra Batıcılık düşüncesine sahip diğer aydınlardan da itirazlar yükseldi. Bu itirazlar, Batıcıların ikiye ayrılmasına yol açtı. Abdullah Cevdet’in başını çektiği gruba “Tam ya da Radikal Batıcılar”, Celal Nuri Bey’in liderliğindekilere de “Kısmî Batıcılar” adı verildi.
Batıcılık düşüncesini savunanlar, II. Meşrutiyet koşulları içerisinde İslamcılarla çok sert tartışmalar yaşamışlardır. Daha az olmakla birlikte, Türkçüler ve Sosyalistlerle de tartışmaları olmuştur.
İlm-i İçtimâ (Meslek-i İçtimaî)
20. yüzyıla girerken “Bu devlet nasıl kurtarılabilir” sorusuna verilen cevaplardan biri de İlm-i İçtimâ (Meslek-i İçtimaî) düşüncesidir. Bu düşünce Osmanlı toplumunun Batılılaşmasına farklı bir açıdan yaklaşmıştır. Prens Sabahaddin adıyla tanınan Mehmed Sabahaddin Bey’in ele aldığı ve Osmanlı toplumuna uyarlamaya çalıştığı bu düşünce, Türk Düşünce Tarihini derinden etkilemiştir. Prens Sabahaddin’in bu yönüyle Türk sosyolojisinin kuruluşunda da önemli bir paya sahip olduğu söylenebilir.
Prens Sabahaddin, science sociale yani ilm-î içtimâ ilkeleriyle Osmanlı toplumunun geri kalmışlığını çözümlemeye çalışmış ve bu bağlamda bir yöntem izlemenin zorunluluğunu ileri sürmüştür. Prens Sabahaddin’in etkisi altında kaldığı Le Play ekolünün ünlü düşünürü Edmond Demolins’e göre toplumlar, kamucu ve bireyci olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Kamucu toplumlarda aile, kabile, klan ve devlet gibi zümreler bireyden üstündür. Birey, bu zümrelerin baskısı altındadır ve kendini ifade edememektedir. Doğu toplumlarında bu anlayışa sahip örnekler mevcuttur. İkinci tip toplumlarda ise birey ön plandadır. Bunun en iyi örneği Anglo-Sakson toplumlarıdır.
Frederic Le Play: 19. yüzyılda Fransa’da ileri sürmüş olduğu görüşleri ile ilgi çekmiş bir düşünürdür. Tasaları ve çabaları ile 19. yüzyılda Batıda sosyoloji biliminin doğmasına yol açan genel eğilimin içinde bulunmaktadır. Görüşleri, sonradan Fransa’da izleyicileri tarafından geliştirilip bütünleştirilmiş ve science sociale adı altında bağımsız bir sosyoloji akımı görüntüsünü kazanmıştır. Frederic Le Play yaptığı çalışmalarda; ataerkil aile, kök aile, kararsız aile gibi sınıflamalar yapmış ve toplumda aile kurumunu öne çıkarmıştır.
Prens Sabahaddin Osmanlı toplumunun mevcut hâlini, Batı, daha doğrusu Anglo-Sakson toplumları ile karşılaştırarak eleştirmektedir. Ona göre ülkenin sorunlarına yaklaşım yöntemi doğru olmalıydı ve yönetimin kötülüğünü halkın cehaletine bağlayanlar, öncelikle soruna yaklaşım şeklinde yanılmaktaydılar. Mevcut beşerî materyalin niteliği değişmeliydi. Atılacak ilk adım ise eğitimdi.
Şu hâlde Prens Sabahaddin ülkenin iki temel sorunu olduğu inancındadır. İlki yönetim, diğeri de eğitimdi. “Bu devlet nasıl kurtarılabilir” sorusuna ilişkin verdiği cevap burada düğümlenmektedir. Bütüncü toplumsal yapının ve merkezi yönetim anlayışının terk edilerek bireyci toplumsal yapı ile âdem-i merkeziyetçi bir yönetim anlayışının benimsenmesi gerekliydi. Böylece sorunlar çözülebilirdi.
Prens Sabahaddin’in önerdiği yönetim tarzında valilerin ve diğer memurlar ile yerel meclislerin yetkilerinin artırılması stratejik bir öneme sahiptir. Temel amaç, merkezi iktidarın/padişahın halk üzerindeki baskısını ortadan kaldırmak ve bireysel özgürlükleri geliştirmekti. Ayrıca, milliyetçi/ayrılıkçı hareketlerin son bulması beklentisi de vardı. Osmanlıcı bir yaklaşımla, bir “Osmanlı üst kimliği” oluşturularak, çeşitli unsurların bir arada yaşaması sağlanacaktı. Bireyci yapıya geçmek için eğitime olağanüstü bir işlev yükleyen Prens Sabahaddin, aileyi de önemsemiştir. Ona göre, aile bireyci, muhafazakâr, burjuva toplumunun temel taşıydı.
Prens Sabahaddin’in ekonomi anlayışı da liberaldir. Teşebbüs özgürlüğünü ön plana çıkarmaktadır.
Ülkedeki Hristiyanların âdem-i merkeziyetçi yönetim haklarından yararlanarak zenginleştikleri kanısındadır.
II. Meşrutiyet döneminde ve daha sonraki yıllarda Prens Sabahaddin’in düşünce dünyasında somutlaşan ilm-î ictimâ akımı yüz yıla yakındır tartışılmaktadır. 1902 Birinci Jön Türk Kongresi’nden itibaren birçok dernek, siyasi parti ve aydını etkilemiştir.
Sosyalizm
Osmanlı Devleti’nde modern anlamda sol düşüncenin II. Meşrutiyet’in ilanından sonra belli bir hareketlilik kazandığı kabul edilmektedir. Ancak Türkiye’nin sosyalizm tarihine bakıldığında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’daki bazı ses getiren sosyalist hareketlerinin cılız bir şekilde Osmanlı basınında yer aldığını görürüz.
1908’den önce iki önemli kanal Osmanlı toplumundaki sosyalist düşünce sürecini etkilemiştir. Bunlardan biri etnik ve dinsel azınlıklara mensup aydınların rolü, diğeri de işçi eylemleridir.
Osmanlı Meclis-i Mebusanında sosyalizme yakınlık duyan milletvekilleri; Kanun-ı Esasi’nin (Anayasanın) herkese adil olarak uygulanmasını, işçilerin Kanun-ı Esasi’den kaynaklanan haklarını serbestçe kullanabilmesini, grevin anayasal bir hak olduğunu ve hükümetlerce kısıtlanmamasını, işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesini ve vatandaşların düşüncelerini serbestçe ifade edebilmesini savunmuşlardır.
Hüseyin Hilmi’nin 26 Şubat 1910’da yayımlamaya başladığı haftalık İştirak dergisi sol düşünceye sahip aydınların toplandığı önemli bir platform niteliğindedir.
Sosyalizm düşüncesine sahip olan aydınlar Ağustos 1910’da Osmanlı Sosyalist Partisi’ni kurdu.
II. Meşrutiyet döneminde sosyalizm düşüncesi gayrimüslim ve Müslüman-Türk aydınları arasında iki farklı kanalda gelişme göstermiştir. Sosyalizm düşüncesi Müslüman-Türk aydınları arasında etkili olamamış, genellikle yayın yoluyla savunulmuştur. Örgütlenmesi çok zayıf kalmıştır. Amele Cemiyetleri yaygınlaşamamıştır. 1908-1913 yılları arasında sınırlı olsa da varlık gösteren bu düşünce, 11 Haziran 1913’te Mahmud Şevket Paşa’nın suikastinden sonra daha sert bir tutumla karşılaşmıştır. Sosyalist aydınların bir kısmı sürgüne gönderilmiş, diğerleri de yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştır. Sosyalizm düşüncesi Mondros Mütarekesi’nden sonra yeniden canlanma imkânı bulacaktır.