TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 3: Osmanlı Klasik Çağında Düşünce (1300-1600) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: Osmanlı Klasik Çağında Düşünce (1300-1600)
Giriş
Osmanlılar birçok alanda olduğu gibi bilim, kültür ve düşünce alanında da kurulduğu ve yayıldığı coğrafyanın mirası üzerinden kendilerine has bir Osmanlı düşüncesi ve bilimi oluşturdular. Osmanlı coğrafyası Türk İslam dünyası, Moğol, İran, Hint, Bizans Dünyası, Akdeniz ve Batı Avrupa birikimine kolaylıkla ulaşabileceği “Avrasya beşiği” olarak nitelendirilecek oldukça avantajlı bir coğrafyadır.
Osmanlı ilim ve düşünce hayatının, Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminden gelen alt yapısı başta Mısır, Suriye, Irak, İran ve Türkistan olmak üzere klasik İslam coğrafyasına tahsil için gidip eğitimini tamamladıktan sonra dönenlerle, bu coğrafyalara mensup âlimler tarafından zenginleştirildi.
Bilhassa Altın Orda Devleti’nin zayıflamasıyla bölgedeki bazı âlimler Anadolu’ya, 15. yüzyıldan itibaren de Osmanlı coğrafyasına göç etti. Kurucuları arasında Osmanlı ilim hayatını teşkilatlandıran Molla Fenârî’nin öğrencilerinden Kadızâde-i Rûmî’nin de bulunduğu Semerkant matematik-astronomi okulunun mensupları Osmanlı coğrafyasına gelmeye başladı. Bilhassa Fethullah eş-Şirvânî, Ali Kuşçu, Bircendî gibi âlimler ve öğrencileri Osmanlı ilim hayatını besledi.
Muslihuddîn-i Lârî örneğinde görüldüğü üzere Hint kıtasından Osmanlı coğrafyasına ilmî seyahatler oldu. Endülüs’ün düşmesi ve Kuzey Afrika coğrafyasında vuku bulan istikrarsızlık bölgedeki Müslüman ve gayrimüslim ilim adamlarını başta İstanbul olmak üzere Osmanlı coğrafyasına çekti.
Memlük Devleti’nin yıkılmasıyla pek çok âlim Osmanlı merkezine gelerek ilmî hayata katkıda bulundu. Osmanlı Devleti’nin kurulup yayıldığı coğrafyada gayrimüslim bilgin ve düşünürlerce sürdürülen ilmî faaliyetin belirli oranlarda Osmanlı ilim hayatına yardımda bulunduğu söylenebilir. Gregory Palamas ve Gemistos Plethon gibi Bizanslı Ortodoks Hristiyan düşünürler yeni bir güç olan Osmanlılar karşısında alternatif arayışlara girdi. İstanbul’un fethiyle pek çok Bizanslı bilgin bu güce ilmî ve fikrî katkı sağladı.
Bunun yanında Avrupa ile ilmî ilişkiler, başta askerî teknoloji, haritacılık, coğrafya, tıp, astronomi ve matematik gibi bilim dallarında her zaman sürekliliğini korudu. Bu süreklilik içerisinde oluşan nicelik birikimi zamanla söz konusu dallardaki nitelik değişmelerinin sebebi hâline geldi.
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Yıllarında Bilim ve Düşünce
Osmanlılar öncesi bilimsel ve düşünsel birikim, İznik ve Bursa’da kurulan medreselerde Osmanlı biliminin temellerini oluşturmaya devam etti. Orhan Gazi, 1336 yılında inşaatı biten İznik’teki ilk Osmanlı medresesinin müderrisliğine Dâvûd-i Kayserî’yi 30 akçe maaşla tayin etti. Dâvûd-i Kayserî bir yandan öğrenci yetiştirirken bir yandan da eserlerini kaleme aldı.
Özellikle Muhyiddin Arabi’nin Fuṣûṣü’l-ḥikem şerhiyle kendisinden sonraki sûfîleri etkilemiş, Osmanlı tasavvuf düşüncesinin temel belirleyicisi olmuştur. Yazdığı şerh daha kendi döneminde Anadolu’nun dışında tanınmış, Altın Orda Devleti’nin merkezi Saray’a ulaşmış ve burada Emîr-i Kebîr Hemedânî (ö. 786/1385) Fuṣûṣü’l-ḥikem’e yazdığı şerhte Dâvûd-i Kayserî’nin eserini esas almıştır. Anadolu’da ise Şeyh Bedreddin tarafından açıklayıcı mahiyette ta‘lîkāt türünde bir eser kaleme alınmışsa da bu çalışma günümüze ulaşmamıştır.
Bunlardan başka Molla Fenârî, Kutbüddin İznikî, Sofyalı Bâlî Efendi, Abdullah Bosnevî ve İsmâil Hakkı Bursevî gibi Osmanlı âlim ve mutasavvıfları da Dâvûd-i Kayserî’nin Fuṣûṣü’l-ḥikem şerhindeki görüşlerinden etkilenmişlerdir. Dâvûd-i Kayserî özellikle İbnü’l-Fârız, İbnü’l-Arabî ve Abdürrezzâk el-Kâşânî gibi büyük sûfîlerin geliştirip sistemleştirdikleri vahdet-i vücûd nazariyesini benimsemiştir. Bu görüş, onun eserleri sayesinde Anadolu’nun dışında özellikle İran’da yayılma imkânı bulmuştur.
Osmanlı tasavvuf düşüncesinin teşekkülünde Davud-i Kayseri kadar Molla Fenari’nin de katkısı azımsanmayacak kadar önemlidir. Molla Fenârî, 750-843/1350-1431 yılları arasında yaşamıştır. İlk Osmanlı şeyhülislamı kabul edilmektedir. İslami ilimlerin hemen hemen her dalında yani kelâm, tefsir, fıkıh usulü, mantık, Arapça ve belâgat ile diğer ilim alanlarında eserler kaleme almıştır.
Tasavvufi düşüncelerinin şekillenmesinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tesiri vardır ve İbnü’lArabî’ye nisbet edilen Ekberiyye mektebinin görüşlerini Anadolu’da temsil eden âlimler arasında yer almaktadır. Diğer taraftan Molla Fenari, Fahreddin er-Râzî ekolüne bağlı olup Râzî’nin geliştirdiği İbn Sînâcı sistemin Osmanlı geleneğine taşınmasında önemli rol oynamıştır.
Onu sırayla hoca-talebe silsilesi doğrultusunda Molla Yegân (ö.1437), Hızır Bey (ö. 1459), oğlu Sinan Paşa (ö. 1486), meşhur Molla Lütfî (ö. 1494) ve nihayet İbn Kemal ve Ebussuud Efendi takip etmiştir. Ahlâk-ı Celâlî isimli eseriyle tanınmış olan Celaleddin Devvânî’nin de (ö. 1502) Osmanlı dinî düşüncesinde etkisi olmuşsa da hiçbir zaman Fahr-i Râzî Mektebi kadar nüfuz kazanamamıştır. Öte yandan Osmanlı Devleti’nde dinî bürokrasinin yüksek kademelerinde yer alanlar genellikle Fahr-i Râzî Mektebi mensupları olmuştur.
Osmanlı bilim ve düşüncesinin teşekkülünde bir alim uğraşı olan seyahatinin önemli bir rolü olmuştur. Molla Fenari’nin öğrencilerinden Kadızade-i Rumi hocası Molla Fenari’nin teşvikiyle Merâga matematik-astronomi okulunun ilmî mirası çerçevesinde canlılığını koruyan Mâverâünnehir ve Horasan bölgesine giderek 1411 senesinden itibaren Semerkant’ta, dönemin önde gelen âlimlerinden kelâmcımatematikçi Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin derslerine devam etti. Semerkant’ta Uluğ Bey ile tanışan Kadızâde kısa zamanda hükümdarın sevgi ve saygısını kazanarak özel hocası oldu; ardından Uluğ Bey Medresesi’nin baş hocalığına ve Cemşîd el-Kâşî’den sonra o dönemde inşa edilen Semerkant Rasathânesi’nin başına getirildi.
Kadızade, Semerkant’ta yetiştirdiği öğrencilerine Osmanlı ülkesine gitmeleri yönünde telkinde bulunmuş, Ali Kuşçu ve Fethullah eş-Şirvânî onun yönlendirmesiyle Anadolu’ya gelirken Semerkant matematik-astronomi okulunun zengin birikimini de birlikte getirmişlerdir.
Nitekim Semarkant’ta Kadızade Rumi, Uluğ Bey ve Gıyâseddin Cemşîd’den dersler alan Ali Kuşcu Osmanlı ülkesine gelerek 1473’te Fatih Sultan Mehmet Ayasofya Medresesine müderris olarak tayin edilmiştir. İstanbul’da astronomi ve matematik alanındaki çalışmalara canlılık getirmiş, hatta Ali Kuşçu’nun derslerini ilim adamları dahi takip etmişlerdir. Ali Kuşçu’nun Fâtih zamanında Molla Hüsrev ile birlikte Semâniye medreselerinin programını düzenlemeye memur edildiği de rivayet edilmektedir.
Semerkant matematik-astronomi okulunun çizgisinin takipçilerinden birisi de şüphesiz Fethullah eş-Şirvânî ‘dir. Şirvan’ın Şemâhî kasabasında (bugün Azerbaycan’da) muhtemelen (1417) yılı civarında doğdu. Hocası Kadızâde’nin tavsiyesine uyarak II. Murad devrinin (1421-1451) sonuna doğru Anadolu’ya gitti. İlk uğradığı Kastamonu’da Candaroğlu İsmâil Bey’den iltifat gördüğü için orada kalarak medreselerde ders verdi. Şirvânî, özellikle Kadızâde’nin Şerḥu’l-Mülaḫḫaṣ ve Şerḥu Eşkâli’tteʾsîs’i başta olmak üzere et-Telvîḥ ve Şerḥu’lMevâḳıf gibi kitapları öğrencilerine okuttu. Çok sayıdaki öğrencisi arasında Muhyiddin Muhammed b. İbrâhim en-Niksârî ve Kemâleddin Mes‘ûd b. Hüseyin eşŞirvânî gibi âlimlerin de bulunduğu bilinmektedir.
Semerkant okulunun bu aracı rolü yanında okulun temsilcisi Cemşîd el-Kâşî’nin Miftâḥu’l-ḥisâb (ḥüssâb) adlı eserinin doğal sayılar hesabını ihtiva eden birinci makalesi, rasyonel sayılar hesabını ihtiva eden ikinci makalesi ve sittînî hesabı ihtiva eden üçüncü makalesi Osmanlı matematiği açısından önem taşımaktadır. Cemşîd el-Kâşî’nin Miftâḥu’l-ḥisâb (ḥüssâb) adlı eseri Osmanlı matematikçisi ve astronomu Takiyüddin erRâsıd üzerinde de etkili olmuştur. Ayrıca eser ileri seviyede ders kitabı olarak okutulduğundan medreselerde yetişen öğrenciler üzerinde önemli etkilere sahiptir.
Kadızade ve Ali Kuşçu’nun torunu Mirim Çelebi dedelerinin izinden giderek astronomi ve matematik alanında eserler vermeye devam etti. Ali Kuşçu’nun öğrencilerinden Sinan Paşa olarak bilinen Sinâneddin Yûsuf (ö.1486), Fâtih’in huzurunda Ali Kuşçu’nun bilmece tarzında sorduğu bir geometri sorusuna cevap olarak Risâle fi’zzâviyeti’l-ḥâdde iẕâ füriżat ḥareketü eḥadi ḍılʿayhâ taḥṣulü zâviye münferice adıyla bir eser yazmıştır.
Risâle özellikle, o dönemde bizzat hükümdarın teşvikiyle ulemâ arasında ilmî tartışma sonucu ortaya konulan çalışmaları göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Dönemin ünlü isimlerinden biri de Molla Lutfî’dir. Kısmen derleme kısmen telif olan Tażʿîfü’l-meẕbaḥ adlı geometri çalışmasında “Delos problemi” adıyla bilinen bir küpün iki katına çıkarılması problemini ele alır. Zekeriya el Kazvini’nin Acaibü’l Mahlûkat adlı kitabı 1436 senesinde Rükneddin Ahmet tarafından Türkçe’ye çevrilmiş. Ali b. Abdurrahman Acaibü’l Mahlûkat adlı bir ilk Türk kozmografya kitabı kaleme almıştır. Kitabü’l Acaib ve’l Garaib, Kazvi’nin, Acaibü’l Mahlûkat ve Garaibü’lMevcûdat, Ahmet Bican’ın Dürr-i Meknun ve Acaibü’l Mahlûkatı, Mir’atü’l Avâlim, Kitab’ül Hayvan (Türkay, 1958) gibi eserleri ilk Osmanlı kozmografya ve coğrafyasını teşkil etmektedir.
Taeschner’in Ahmed Bican’ın Dürri Meknun kitabı ile ilgili yorumu, bu eserlerin Osmanlı dünyası açısından ne kadar önemli olduğunu bize gösterir. Ahmed Bican ve Muhammediye yazarı kardeşi Mehmet Bican Yazıcıoğlu, Osmanlı halk İslam kültürünün teşekkülünde önemli isimlerdir. 15.yüzyıl Osmanlı halk bilgisinin teşekkülünde medrese İslam’ı yanında halk İslam’ının teşekkülünde bu iki kardeşin etkisi yadsınamaz. Günümüz Anadolu halk İslam kültürü, Yazıcıoğlu kardeşlerin eserlerinden beslenmektedir.
Osmanlı Siyasi Düşüncesi, Kaynaklar ve Formüller
Osmanlı klasik çağında düşünce sistemi; Teorik, Geleneksel ve Pratik olmak üzere üç değişik kaynaktan beslenmiştir.
Osmanlı sistematiğinde teorik yapının mimarları başta Platon, Aristo, İbn Sina, Farabi, Nasîrüddin Tûsî ve son olarak Kınalızâde Ali’dir. Osmanlı siyaset düşüncesinin oluşumunda teorik mimarlar öncü rol oynamışlardır. Kınalızâde, 1564 yılında Şam’daki kadılık vazifesi sırasında kaleme aldığı Ahlâk-ı Alâî eserinin sonunda formülleştirdiği Daire-i Adliye, teorik olan ile geleneksel olanın nasıl bir uyum içinde formülleştirildiğine iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Eser, bir mukaddime/giriş, üç bölüm hâlinde düzenlenmiştir. Mukaddimede, ahlâk felsefesi alanına giren konular, ahlâk ilmi ile ilgili terimler, ahlâk ilminin faydaları, amelî ve nazarî ahlâk, ruh ve terbiye meseleleri üzerinde durulmuştur. İkinci bölüm aile ahlâkına (ilm-i tedbîr-i menzil) ayrılmıştır. Kınalızâde, bu bölümde Müslüman Türk ailesinin kuruluşu, aile reisinin görevleri, küçükten büyüğe doğru aile fertlerinin hak, vazife ve mesuliyetleri hakkında bilgi vermiş, ailede terbiye usullerini örneklerle anlatmıştır. Üçüncü bölüm devlet idaresi ve siyasî ahlâk (ilm-i tedbîr-i medîne) ile ilgilidir. Bu bölümde müellif, Türk milletinin asırlardır içinde yaşadığı ve yaşattığı devlet modelini anlatmaktadır. Mülkün korunması ve adaletin hâkim kılınması, devlet reisinin vasıf ve görevleriyle devlet adamlarının seçiminde uyulması gereken kurallar, devletin halk ile münasebeti, ordunun gücü vb. konular bu bölümün önemli mevzularıdır. Eserin bu son kısmında adalet kavramı üzerinde ısrarla durulduğu görülür. Bölümün sonuna eklenen adalet dairesi şeması ile devlet-ordu-halk (reâya) bütünleşmesine işaret edilmekte, mülkün ancak adaletle ayakta durup devam edebileceği anlatılmak istenmektedir.
Daire-i Adliye’de Platoncu bir tabakalaşmaya dayanan Osmanlı örgütlenmesindeki “nizam-ı âlem” yani dünyanın düzeni, mevcut örgütlenme tarzı gerçekleştirilmesi, korunması gerekmektedir. Toplumun huzuru Osmanlı nasihatnamelerine göre dört direğin (erkan-ı erbaa) uyumuna bağlıdır. Osmanlı devlet yapısında da korunmak istendiği söylenebilir. Nitekim padişahın konumu Platon’un “Bilge kralının konumuna, reayanın ki ise üreticilerin konumuna, askerler de koruyanlara oldukça yakındır.
Formül ahlât-ı erbaa ve erkan-ı erbaa anlayışına dayanmaktadır. Tıp tarihinde ahlât-ı erbaa anlayışı eski Mısır’a kadar gitmektedir. Mısırlı hekimler, hastalık sebebi olarak bünyedeki kan, balgam, kara safra ve sarı safradan ibaret dört sıvının kirlenmesini gösterirlerdi. Bundan dolayı tedavide kirli sıvıların boşaltılması (kan almak, müshil vermek vb.) yoluna gidilirdi. Eski Yunan’da Hipokrat ahlât nazariyesini geliştirmiş ve bu anlayış 19. yüzyıla kadar etkisini sürdürmüştür.
Anâsır-ı erbaa “dört unsur” demek olup klasik felsefede toprak, su, hava ve ateşten ibarettir. İslam kaynaklarında anâsır-ı erbaa yerine ustukussât-ı erbaa, erkân-ı erbaa, tabâi’-i erbaa, mevâdd-i erbaa, ümmehât-i erbaa, ümmehât-i süfliyye, usûl, mebâdî ve kavâbis gibi daha başka terimler de kullanılmıştır. İslam felsefesindeki anâsır-ı erbaa anlayışı antik Yunan düşüncesinden gelmektedir. Ahlât-ı erbaa, “Antikçağ ve Ortaçağda insanın biyolojik, ahlaki ve psikolojik fonksiyonlarını etkilediği kabul edilen dört sıvı madde”dir. Bir tıp terimi olan, ahlât-ı erbaa İslam ve Osmanlı düşünürlerince geliştirilmiş, mizaçların tahliline uyarlanmıştır.
Gerek erkân-ı erbaa, gerekse ahlât-ı erbaa ile ilgili açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Osmanlı düşünürleri toplumu organik bir yaklaşımla ele almakta, denge ve iş bölümü esasına büyük önem vermektedir.
Aynı zamanda, kadim geleneği geliştirip kendi şartlarına uyarlayarak bu kavramlara hayatiyet ve fonksiyonellik kazandırılmaktadır. Mısır, Yunan ve İslam düşüncesi geleneksel Türk siyasal düşüncesi ile eşleştirilince ortaya Osmanlıların 19. yüzyıla kadar tekrarlayıp duracakları ideal siyaset düşüncesi çıkmıştır. Farabi’nin Medinetü’l Fazıla isimli kitabında ayrıntılı bir biçimde yorumlanan antropomorfik teori, Nasıreddin Tusi’nin Ahlâk adlı eserinde halkın düzeyine indirilip yaygınlaştırıldı ve Tusi’nin teorisinin seküler silsilesi (strains), kökenlerinin tümü, Osmanlı dünyası için meçhul değildi. Bunların Osmanlı hükümdarlığına aktarıldığı kanal, Fıkıh alimi Celaleddin Devvani (1427-1501)’nin eseri idi.
Türkistan ve Maveraünnehir’de hüküm süren Karahanlılar devri Türk kültür ve sanat tarihi bakımından özel bir öneme sahiptir. Balasagun ve Kaşgar gibi şehirler ilim ve kültür merkezi olarak ortaya çıktı. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig de İslamiyet sonrası Türk ideal devlet anlayışını ele aldı. Bu yapıt, Uygur harfleri ile Türkçe olarak yazılan ve Türk dilinin kitap haline gelmiş abidevi eseridir. Siyasetname tarzının ilk örneği olan eser uzun bir dönem yöneticilerin başucu kitabı olarak okunmuştur. Türk İslam algısı ve kültürel kodlarının en temel metinlerinden biri olan Kutadgu Bilig, Karahanlı Tabgaç Buğra Han adına yazılmıştır. Daire-i Adliye’ye rastlanılan ilk eser aynı zaman da Türk İslam kültürünün ilk eseri olan Kutadgu Bilig’dir.
Daire-i Adliye’de amaç adaleti sağlamaktır. Adaleti sağlayan sultan da bu yüzden milletin timsali ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi hükmünde olmuş ve yönettiği insanlar tarafından Allah’ın icra yetkisini yeryüzünde kullandığı düşüncesi hâkim düşünce olarak kabul edilmiştir. Osmanlı tarih yazıcılığında bu anlayışın en güzel örneğini Tursun Bey ve Neşrî’de buluruz. Tursun Bey’in Tarih-i Ebü’l-Feth’inde “Güftar der zikr-ihtiyac-ı halk be-vücud-ı şerif -i Padişah-ı zıllullah” ifadesidir. Neşrî de Tursun Bey gibi sultan için “es-Sultan zillullahi fi’l-arz” dinilür. Mazhar-ı ahlâk-ü siyâset ve mahzen-i esrâr ü riyâset bunlardur. “Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir” denildiğine işaret eder. Neşrî’nin bu anlayışı Osmanlı klasik siyaset anlayışı ile yakından ilgili olup eski Türk hükümdarlık anlayışını yansıtmaktadır.
16. yüzyıldan sonra “Daire-i Adliye”, İbn-i Kemâl, Naima, Kâtip Çelebi gibi tarihçilerin eserlerinde toplumun nizamı için vazgeçilmez bir unsur olarak görülmektedir.
Müslüman tarihçilerin yöneticiyi Peygamberin özellikleriyle nitelendirmeleri geleneği eski Türk hükümdarlık anlayışı ile uygunluk içinde olduğundan bu iki anlayış birbiriyle örtüşmüş ve İslami bir muhtevaya büründürülüp, sultanlara ilâhî bir meşruiyet atfedilirken kutsallaştırılmışlardır.
Osmanlı, teorik ve geleneksel olanı “kadim” şeklinde ifade eder. Klasik çağda “kadim olagelenden” ne anlaşılmak gerektiği konusunda hiçbir ihtilaf ve tereddüde rastlanmaz. ‘“Kadim” olan nedir?’ sorusuna 17. yüzyılın sonlarına ait bir kanunnâme şu tarifi veriyordu: “Kadim olan odur ki onun evvelini kimse hatırlamaz” yani herkesin bildiği demek istediği aynı kavram için mesela 1859 tarihli bir Vekiller Heyeti Raporunda “tekâmül-i kadim” tabirinin muhtevasının müphem, anlaşılmaz bir kavram olduğu ifade ediliyordu.
Artık kimsenin bilmediği kadimden öncesi değil bizzat kadimin kendisi olmuştur. Kısacası “kadim” artık lügat anlamında öncesi değil bizzat kadimin kendisidir. Yani “kadim” artık lügat anlamında kadim, eskimiş ve bilinemez hâle gelmiştir.
Osmanlı Düşüncesinde ve Biliminde İlmî Performansın Düşüşü
Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçi yapısı, mesleğinde parlayan ve başarı gösteren ulemaya cazip bürokratik mevkiler sunuyordu. Yüksek mevkilere gelebilmek için ulema kendi içinde müthiş bir rekabete giriyor bu da onların ilmi performansını olumsuz yönde etkiliyordu. Bürokraside yükselmek uğruna birbirlerinin aleyhine olmadık haset, kin, iftira ve ayak oyunları sergileyen ulema, hayatları boyunca tek satır yazmadan sistem içinde yükselebiliyorlardı.
Osmanlı ilmiye mesleğinde yükselmekten maksat bilimsel faaliyetler ve bilimsel yeterlilik ve özgünlükten ziyade yüksek idarî pozisyonlara atanmak manasına geliyordu ve bunun da yolu padişahın gözüne girmekten geçiyordu.
Sahn-ı Seman Medresesi müderrisi Molla Lütfi, zeki ve nüktedan bir adam olarak müderrislerin ilmi yetersizliklerinin fazlasıyla farkındaydı. Gözü yükseklerde ihtirasıyla ilmi yeteneği aynı oranda gelişmemiş müderrislerin ilmi yetersizliklerini ve intihallerini çekinmeden söyleyerek adeta döneminin korkulu rüyası haline geldi. Molla Lütfi’ye diş bileyenler bu korkunç rakiplerini ortadan kaldırmak için dönemin etkili silahını kullandılar. Bu silah zındıklık ve mülhidlik isnadı idi.
Ulemadan kalabalık bir grup bizzat II. Bayezid’in huzuruna çıkarak Molla Lütfi’nin bir sapık olduğu, halkı sapkınlığa teşvik ettiği, dolayısıyla din ve devlet için vücudunun zararlı olup ortadan kaldırılması gerektiği yönünde ihbarda bulundular. Divan-ı Hümayun’da yüksek ulemadan oluşan bir mahkeme oluşturuldu ve mahkeme sonunda zındık olduğuna hükmedilen Molla Lütfi’nin kılıçla boynu vurularak idamına karar verildi. 2 Şubat 1494 Pazar günü At Meydanı’nda (bugünkü Sultanahmet) hüküm gereği boynu vurularak idam edildi.
Osmanlı uleması arasında ilk zendeka ve mülhidlik suçlamasıyla Molla Lütfi idam edildi. Molla Lütfi, ilk ve son olmadı. Sonraki dönemlerde de hoşa gitmeyen, diş bilenen rakipler zendeka suçuyla ortadan kaldırıldı.
Osmanlı düşünce sistemini bu noktaya getiren amilleri bir parça geriye giderek incelemekte fayda vardır. 11. yüzyıldan itibaren, Büyük Selçuklular zamanında, başta 1065-1067 yılında Bağdat’ta açılan, devlet tarafından kurulan ünlü Nizamiye medreseleriyle birlikte ulema, devlet ve siyasal iktidar karşısındaki bağımsız konumunu önemli ölçüde kaybetmeye başladı.
Esas olarak hem siyasi otoriteyi hem de toplumsal düzeni tehdit etmesi sebebiyle dönemin bir problemi hâline gelen Batıniliğe karşı Sünni inançları savunmak amacıyla açılan bu medreseler, ister istemez siyasal otoritenin dolayısıyla da resmî ideolojinin üretim ve savunma kurumları hâline geldiler.
Devletin kurduğu medreselerin hocaları, artık devlet tarafından atanmaya, maaşlarını devletten almaya başladılar. Ders programları devlet tarafından belirlendiği gibi, okutulacak kitaplar da yine devlet tarafından seçiliyor ve bunların dışında kitap okutulmasına kesinlikle izin verilmiyordu. Bu süreçle birlikte bilgi siyasallaştı ve siyasi otoriteyi meşrulaştıran bir mekanizmaya dönüştü. İşte Osmanlı uleması, bu sürecin yerleştirdiği böyle bir geleneğin varisi oldu.
İstanbul’un fethinin hemen sonrasında Fatih, devleti yeniden yapılandırmak için kolları sıvadı. Fethin ardından daha evvel eşitler içinde birinci olan sultan, mutlak iktidarında kendisine rakip olabilecek güçleri, yani kendi eşitlerini (kandaş) ortadan kaldırma yoluna gitti ve bunun sonucu olarak önce Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirdi. Osmanlı siyasi ve sosyal alanını yeniden tanımladı.
Osmanlı toplumunu; askerî ve reaya olmak üzere iki temel kümeye ayırdı. Askerî diye nitelenen grup da kendi içinde toplumsal iş bölümü esasına uygun şekilde Seyfiye, İlmiye ve Kalemiye şeklinde alt statü gruplarına bölündü. Bir tarafta devletin memurları diğer tarafta ise reaya.
Askerî olanlar, vergi gibi birtakım zorunluluklardan muaf olmanın ötesinde devletin imkânlarından yararlanan ve “devletlü” olarak da adlandırılan yönetici sınıfa karşılık gelirken; reaya, vergi ve birtakım angaryalara tabi yönetilen sınıfı oluşturuyordu. Özellikle Fatih’le birlikte sultan hem tebaayı hem de askerî sınıfı, simgesel değerler taşıyan öğelerle hiyerarşik bir düzene soktu.
Fatih döneminde İslam, Osmanlı Devleti’nde ideolojik bir karaktere bürünüp Sünni hüviyeti ile siyasallaştı. Osmanlı İslam’ının böyle bir imparatorluk ideolojisine dönüşümünde hiç şüphe yok ki en temel rol medreselere düşüyor” ve en başta da sultanın bizzat kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri ideolojik üretimin en temel enstrümanlarından biri hâline geliyordu.
Yeni kurulan medresede Eşari anlayış hakimdi. Ulema, iktidarın meşruluğuna uygun olan Eşari anlayışı ile bilgi üretmeye ve bu arada iktidarı meşrulaştırmaya devam edegelmiştir. Mezhepler arasındaki iki uç olan mutezile ve cebriye arasındaki bu zıtlığı Eşariye uzlaştırmaya çalışır. Mutezile ve cebriye arasında yani iki uç arasında Maturidilik ve Eşarilik vardır. Maturidilik Mutezileye, Eşarilik Cebriye’ye daha yakındır. Kelamî sahadaki Eşari geleneği bu iki uç noktanın ve sonrasında oluşan yakınlıkların etkisiyle olmuştur. Maturidiliğin Mutezileye dönüşme endişesi Kelamî sahada Eşariliği yaygınlaştırmıştır.
“Dinin nizamı itaat edilen bir sultana bağlıdır, din ve iktidar ikiz kardeştir. Bundan dolayı din temeldir ve sultan koruyucudur” diyen Gazali bu sözleri ile Selçuklu sultanını meşrulaştırırken saltanatı da dinleştiriyordu. Nizamiye medreselerinde hoca olan Gazali bu sözleriyle sultanın devletinin bekasını savunan Sünni doktrinini de ortaya koymuş oluyordu. Gazaliyan gelenek Fatih döneminden itibaren kendisini daha belirgin bir şekilde hissettirdi. Bunda Gazali ve İbn Rüşd’ün Tehâfüt tartışmalarının Fatih döneminde yeniden canlanmasının da etkisi vardır.
Burada medrese dolayısıyla ulemaya biçilen görev, diğer alanlarda olduğu gibi sultanın mutlak iktidarının dayandığı merkezî siyasi yapının devam etmesini sağlamaktı. Yani ulema resmî Sünni ideolojiye uygun bir tutum içine girecekti. Zira bu tutum sultanın mutlak iktidarını meşrulaştıran bir tutumdu. Bu tutumu aksatacak, sultanın iktidarını zaafa uğratacak yaklaşımlar merkezden de uzak tutulmalıydı. Fatih döneminde yapılan “Tehafüt” tartışmalarını bu noktadan değerlendirmek mümkündür.
Fatih zamanında Muslihuddin Efendi “Hocazâde” ile Ali et-Tûsî arasındaki “Tehafüt” tartışması Osmanlı medreselerindeki felsefi düşüncenin sonunun temsili aynı zamanda Osmanlı’nın “ortaçağlaşması”da demektir. “Ortaçağlaşmanın” en önemli özelliği; uzun çabalar sonucu elde edilen doğruların mutlaklığına inanıp (dogmatikleşmeskolastikleşme) bunu dayatmaktır. Bu tehafüt tartışması, Osmanlı ulemasının fikir üretme faaliyetine bir son vermiş ve Osmanlı düşüncesi bir duraklama ve içine kapanma sürecine girmiştir.
Osmanlı uleması arasında, bir yandan devletin bürokratik ihtiyaçlarını yerine getirme, öte yandan halkın inançlarının bozulmaması için gayret sarf etme gibi iki pragmatik endişenin sevkiyle, birincisi Ehl-i Sünnet dışı cereyanları bilimsel olarak çürütmek ve Ehl-i Sünnet’i güçlendirmek, ikincisi ise bu cereyanları hukuk açısından mahkûm etmek üzere, kelam ve fıkıh, öne çıkan iki gözde bilimsel disiplin olarak yüzlerce yıl yerlerini korudular.
Osmanlı düşünce ve ilmî performansında düşüşe sebep olan başka bir unsur da şüphesiz rasathanenin ortadan kaldırılmasıdır. 4 Ramazan 932 (14 Haziran 1526) tarihinde Dımaşk’ta Türk kökenli bir aile içinde dünyaya gelen Takıyyüddin ilk eğitimini, babası Kadı Zeynüddin Ma‘rûf Efendi’den aldı. Kutbüddin İbn Sultân, Kemâleddin İbn Hamza, Şemseddin İbn Tolun, Takıyyüddin Ebû Bekir b. Muhammed el-Belâtunusî, Takıyyüddin Ebû Bekir b. Muhammed el-Kārî, Şehâbeddin Ahmed b. Muhammed elGazzî ve Muhammed b. Muhammed İbn Mağûş Dımaşk’ta ders gördüğü diğer hocalardır. Ailesinin 957 (1550) yılı civarında İstanbul’a gitmesi üzerine öğrenimini orada Çivizâde Mehmed Efendi, Ebüssuûd Efendi, Kutbüddinzâde Mehmed Efendi ve Saçlı Emîr’in yanında tamamladı.
Bilgi birikiminin artmasını ve özellikle astronomi ve matematik konularında derinleşmesini sağlayan bu öğrenim sürecinden sonra Mısır’a giderek Kahire’de Şeyhûniyye ve Sargatmışiyye medreselerinde müderrislik yaptı. Ardından İstanbul’a geldi ve Sadrazam Semiz Ali Paşa zamanında Edirnekapı Medresesine müderris tayin edildi. Ancak bir süre sonra ailevi sebeplerle Kahire’ye döndü ve orada müderrislik görevini sürdürdü. Bu arada Mısır kadılığına getirilen Çivizâde Mehmed Efendi’ye vekâlet etti. Mısır kadılığına tayin edilen Kazasker Molla Abdülkerim Çelebi ile babası Kutbüddin Efendi’nin teşvikleriyle astronomi ve matematik üzerinde yoğunlaştı.
Takıyyüddin, bilimsel kişiliğinin oluşumunu derinden etkilediği anlaşılan Abdülkerim Çelebi’ye büyük saygı beslemiş ve optik hakkındaki kitabını ona ithaf etmiştir.
Matematik ve astronomi araştırmalarını en ileri düzeye ulaştırdığı sırada tekrar İstanbul’a gelen (978/1570) ve bir yıl sonra II. Selim tarafından müneccimbaşılığa tayin edilen Takıyyüddin, Galata Kulesi’nde gözlem çalışmalarına başladı ve birkaç yıl süren bu çalışmalarını 985 (1577) yılından itibaren III. Murad’ın izniyle Tophane sırtlarında kurduğu rasathânede sürdürdü.
Burada ayrıca bir kütüphane oluşturdu. Ancak bir yandan siyasal bağlantıları, bir yandan yakın dostluklar kurduğu devlet adamlarının arasındaki çekişmeler onu ve rasathaneyi hedef alan bir yıpratma kampanyasının başlatılmasına yol açtı.
Siyasi çekişmelere dinî bir zemin hazırlamakta gecikmeyen Şeyhülislam Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin, “Rasathâneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler” şeklindeki fetvası yüzünden Osmanlı Devletitarihindeki tek gözlemevi olan ve Türk bilim tarihinde büyük önem taşıyan İstanbul Rasathânesi, 4 Zilhicce 987 (22 Ocak 1580) tarihli bir hatt-ı hümâyunla içindeki aletlerle birlikte tahrip edildi.
Bu olaydan derin üzüntü duyarak köşesine çekilen Takiyüddin İstanbul’da vefat etti. Takiyüddin’in başında bulunduğu İstanbul Rasathanesinin yıkılışı Osmanlı ilmi performansının düşüşünün önemli göstergelerinden biridir. Siyasi birtakım beklentiler için bilimsel alan dini bir kisve oluşturularak zayıflatılmıştır.
Rasathanenin yıkılışı aynı zamanda İslam ve Osmanlı düşünce ve biliminin klasik döneminin kapanması ve bilgi üretiminde bir kriz döneminin başlangıcına işaret etmektedir. Takiyüddin’in başında bulunduğu İstanbul Rasathanesinin yıkılışı dini ilimlerin ön plana çıkışı yanında dinî olmayan bilimlerin dışlanışının da en somut göstergesidir.
Kısaca ortaçağlaşma sendromu, içine kapanma, mutluluğu öteki dünyada arama, mutlak doğrulara malik olduğuna inanma ve bunların asla değişmeyeceğine dair kesin inanç olarak ifade edilebilir. Öteki dünyada mutluluk ve cennet duygusu bu dünyanın muhtemel sonunun yakın olduğu gibi eskatolojik (kıyamet) düşüncelerle birleşince hayatın durgunlaşması kaçınılmaz olur.
Başarısızlıkların baş göstermesi ile birlikte nostaljinin baş göstermesi ve en başarılı oldukları dönem olarak Kanuni asrına hicret (entegrizm) ve sorunların bütün çözümlerini bu dönemde bulma ümidi, Osmanlıların kendi dışındaki dünya ile olan ilişkilerini yok denecek düzeye indirgedi.
Osmanlı, en parlak günlerinde kıyamet düşüncesiyle meşguldür. Gelibolulu Mustafa Ali, her ne kadar dünyanın sonunun yaklaştığına çağdaşları kadar inanmasa da İstanbul’u saran 1590’daki veba salgını ile güçlenen 1000.yıl halet-i ruhiyesini o da paylaşarak eserlerine yansıtır. Kıyamet havasını yansıtan pek çok şiirin özü şudur: Toplumsal düzeyde dünyanın altı üstüne gelmiştir; Ulema artık ne bilgili ne de dindardır; iblisler ve yalancılar devletin temel direkleri olmuştur; gerçekten bilgili kişiler aşağılanıp azledilmekte, devlet hizmeti artık onur ve servet yerine acı ve yoksulluk getirmektedir. Dünyayı yok eden veba yalnız fiziksel değil, aynı zamanda ahlaki niteliktedir, çünkü rüşvet ve yolsuzluk her yeri sarmış, dünya budala bir kocakarıya dönüşmüştür.
Bundan dolayıdır ki Osmanlı’da Kanuni dönemi sonraki yıllarda hep ideal olarak görülmüştür. Islahat layihalarında çözüm olarak hep bu döneme dönülmesi tavsiye edilir. Özellikle Kanuni dönemine yapılan atıf (entegrist)ta bu dönemin birçok yönden zirve olarak görülmesinin etkisi vardır. Nitekim yönetimde Kanuni, mimaride Sinan, şiirde Baki, dinî alanda Şeyhülislam Ebussuud bu dönemde alanlarında zirveyi yakalamışlardır.
Bu şahıslardan sonra gelenler bu insanların aşılamayacağı düşüncesindedirler. İlk başta, Osmanlıların kendi geçmişlerine, ideal devirlerindeki modele duydukları aşırı güven, onların kendi kendilerine yeterli oldukları yolundaki inançları kuvvetlendirmiş, buna paralel olarak aynı inanç, dış dünya ile etkileşim seviyesinde menfi bir rol oynamıştır.
Esas itibariyle evrensel mahiyette olan tarihteki altın çağ kavramı, Osmanlıları kendi geçmişlerini taklit etmek gibi sonunda menfi bir rol oynamıştır. Bu beraberinde hareketsizlik, uyum sağlamayı ret, her türlü gelişmeye karşı kemikleşme, kavgacı olmak gibi tavırları da beraberinde getirdi. İnsanların şuur altında el bebek gül bebek büyüttükleri “Kanuni Dönemi” veya “Asr-ı saadet” muhayyilesi mutlu bir geleceğe değil, mutlu bir geçmişe yöneliktir. Bu her alanda tekrarı beraberinde getirmiştir. 18. yüzyılda hâlâ hukuk alanında zirve diye bilinen Kanuni dönemindeki hukuk uygulanmak istenmiştir, gelişmenin ve ilerlemenin önü tıkanmıştır.
Kadim ilkesi, Osmanlı belgelerinde “kadimden olagelene aykırı iş yapılmaması” ya da “kadim üzere gereğinin yapılması” ile ifade edilir. Kadim ise öncesinin kimsenin hatırlamadığı ya da Hz. Adem’den o ana dek gelen olarak anlaşılır ki bu anlayış, Osmanlıların kendi zamanlarına kadar kadim gelenek ve birikimlerin tevarüsü konusunda bilinç ve hak sahibi olduklarını gösterir.
Fatih’in kendisini İslam, Bizans, Turan ve İran siyasi gelenekleri ile irtibatlı olarak Sultan, Hakan, Kayser ve Padişah sıfatı ile tavsif etmesi, kadimin tevarüsü konusunda Osmanlıların sergilediği tutumu gösterir.
16. yüzyılın sonlarında yeni olana karşı, sonradan meydana çıkan şey; Peygamber zamanından sonra dinde meydana gelen şey anlamlarına gelen “bid’at” kelimesi etkili bir silah olarak kullanılmıştır.
Selefiyeci yaklaşımın Osmanlı topraklarında uç vermesinde Birgivî Mehmed Efendi’nin 1564 yılında kaleme aldığı “et-Tarîkatü’l-Muhammediyye ve Risale-i Birgivi” isimli eserleri etkili olmuştur. Birgivi, Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şeyi bid‘at olarak görmüştür. Dinî mahiyette görülen amel ve davranışlardan başka günlük hayatla ilgili olarak sonradan ortaya çıkan yeni fikirler, uygulama ve âdetler de bid‘at sayılmıştır. Birgivi, 17. yüzyılda toplumsal bir harekete dönüşecek olan Kadızadeliler hareketinin fikir babası olacaktır. Birgivi’nin seleflerinin tutumu yeni fikir ve yaklaşımlara karşı şiddeti meşru gören bir yaklaşımdı. Kadim olan yeniye karşı kendisini bid’at gibi koruyucu bir zırh ile koruma altına almıştır.
Osmanlı ilmi zihniyetinin teşekkülünde önemli bir yapı taşı olan Muhittin Arabi dinsizlikle suçlanmış, Mevlevilik gibi bazı tarikatlar da din dışı olmakla itham edilmiştir. Aklî bilimlerin gereksiz olduğu ileri sürülmüştür. Osmanlı’da düşünmenin alanının geliştirilememesinde söz konusu korumacı mekanizmaların etkisi aranmalıdır.