TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 7: Erken Cumhuriyet Dönemi Düşüncesinde Ana Eğilimler, Temel Akımlar ve Portreler Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Erken Cumhuriyet Dönemi Düşüncesinde Ana Eğilimler, Temel Akımlar ve Portreler
Cumhuriyet Dönemine Etkide Bulunan Tarihsel ve Siyasal Arka Plan
Erken dönem Cumhuriyet tarihinde ortaya çıkan düşünce ve fikir akımları hem Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini anlamak hem de bugün karşımıza çıkan toplumsal, düşünsel, ideolojik ve siyasal kimi tartışma ve ayrışmaları anlamlandırarak değerlendirebilmek bakımından önem taşımaktadır. Cumhuriyet hemen hemen her bakımdan Osmanlı ile hem bir kopuşu hem de bir sürekliliği içermektedir. Bu sebeple Cumhuriyet’in geçmişle olan ilişkilerini nesnel bir biçimde ele almak için süreci basitçe kopuş ve süreklilik karşıtlığına indirgemek yerine bu ilişkiyi diyalektik bir bütünlük içinde ele almak gerekmektedir.
Batılılaşmaya Yönelim ile 19. Yüzyılda Osmanlı’da Düşünce Eğilimleri
Osmanlı’nın ideal düzeniyle ilgili ilk sarsıntılar 16. yüzyılda o sıralar hızla bir dünya sistemi olmaya doğru evrilen Batı kapitalizminin Osmanlı’nın mali düzenini sarsmasıyla yaşanmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem iç hem dış kökenli askeri, siyasi ve iktisadi gelişmeler bir araya gelince Osmanlı maliyesi için yüzyıllar sürecek bunalımlar dönemi başlamış olmuştur. Mali bunalımın ve 16. yüzyılın ikinci yarısında ağrılığını duyuran diğer gelişmelerin ekonomi üzerindeki en önemli sonucu, tımar düzeninin çözülmesi olmuştur. 16. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, Osmanlılar Avusturya’da, Bulgaristan ve Romanya gibi Bizans’ın geri kalmışlık alanlarından çok farklı bir Avrupa ile Rönesans, bilim, teknoloji ve iktisadi gelişme Avrupası ile karşı karşıya geldiklerinde, Osmanlı askeri örgüt ve yöntemleri kendi sınırlarına dayanmış, Osmanlı İmparatorluğu’nun genişlemesi kaba hatlarıyla durmuştur.
Önceleri ideal düzenin bozulmasına, düzene geri dönüş çağrıları yapılarak karşı durulmaya çalışılmış ancak 17. yüzyılda art arda gelen askeri yenilgiler sonucunda özellikle orduda reformlar uygulanmaya başlanmıştır. Bu dönemle birlikte sorunun sadece askeri olmayıp yapısal olduğu anlaşılmıştır. Böylece gerçek Batılılaşmanın devleti yeniden yapılandırmak olduğu düşüncesi benimsenmiştir. Yenilik ve yenileşme çabalarına damgasını vuracak en temel siyasal kaygı devletin nasıl kurtarılacağı sorunsalı olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılını üç farklı bütünleşme stratejisi etrafında yapılabilecek bir dönemleştirme çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Buna göre, 1839 ile 1876 yılları arasında yer alan Tanzimat dönemi Osmanlıcılık stratejisiyle, 1876 ile 1908 yılları arasındaki Abdülhamid dönemi İslâmcılık veya Pan İslamizm ile ve son olarak, 1908 ile 1918 yılları arası İttihad Terakki dönemi de Türkçülük veya Pan-Türkizm stratejisi ile özdeşleştirilebilir. Ancak hepsinde ortak olan nokta, düzeni sağlamaktı. Bununla birlikte, 19. yüzyılın sonuna doğru devletin kurtuluşu için birkaç yüzeysel reformdan daha derin bir sosyo-ekonomik dönüşüm gerektiği anlaşılmış olsa da başlangıçtaki düzen vurgusu etkili olmaya devam etmiştir.
Erken Cumhuriyet Dönemi
Ulusal Kurtuluş Savaşı yeni Türk devletinin temellerini atmıştır. İşgal kuvvetlerinin Anadolu topraklarından çıkarılması ve sultan-halifenin egemenliğinin sadece İstanbul içinde geçerli kılınmasıyla, ulusal hareket, kendi amaçlarını gerçekleştirebilmek için gerekli olan önkoşulları yaratmıştır. Bu dönemde saltanat ve halifeliğin birbirlerinden ayrı görevler taşıyıp taşımadığı sorunu tartışılmış önce saltanat sonrasında ise halifelik ortadan kaldırılmıştır. Cumhuriyet yönetimi fiilen uygulanmaya başlanmış olmasına rağmen ulusal hareketin başarısını ve arkasındaki desteği yitirmeme kaygısı ile cumhuriyet açıkça telaffuz edilmemiştir. 20 Nisan 1924’te yeni anayasanın kabul edilmesiyle halk egemenliğine dayanan bir cumhuriyet yönetimi kurulmuştur.
Modernleşme ve Batılılaşma: Kurumsal-Yapısal İnşa ve Devrimler
Mutlakiyet ve Meşrutiyetten Cumhuriyete geçiş sürecinde toplumsal, kültürel ve düşünsel kimi uygulama ve sonuçlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz (Mardin, 1995: 185-186):
- Hilafetin saltanattan ayrılarak saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922),
- Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923),
- Halifeliğin, Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılması ve eğitimin devletin birliğini sağladığı bir alan olarak tanımlanması (3 Mart 1924),
- Tekke ve zaviyelerin, ziyaret maksadıyla türbelerin kapatılması (2 Eylül 1925),
- Uluslararası takvimin kabulü (26 Aralık 1925),
- İsviçre Medeni Kanunu üzerine kurulu Türk Medeni Kanunu’nun kabulü (17 Şubat 1926),
- Anayasa’dan “Türkiye Devleti’nin dini din-i İslâmdır” maddesinin kaldırılması (10 Nisan 1928),
- Uluslararası rakamların kabulü (24 Mayıs 1928),
- Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928),
- Âli İktisat Meclisi’nin açılışı (4 Aralık 1928),
- Milli Eğitim Bakanlığı okullarından Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması (1 Eylül 1929),
- Yeni Belediye Kanununda kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi (3 Nisan 1929),
- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (Türk Tarih Kurumu) kurulması (15 Nisan 1931),
- Devletçiliğin, Cumhuriyet Halk Partisi Programı’na girişi (10 Mayıs 1931),
- Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (Türk Dil Kurumu) kurulması (12 Temmuz 1932),
- Ekonomi Bakanlığınca hazırlanan Birinci Beş Yıllık Planın kabulü (1 Aralık 1933),
- Efendi, Paşa, Bey gibi lakapların kaldırılması (26 Kasım 1934),
- Türk kadınlarına milletvekili seçmek ve seçilmek hakkının yasayla tanınması (5 Aralık 1934),
- Büyük Millet Meclisi’nin İş Kanunu’nu kabul etmesi (8 Haziran 1936),
- Altı Ok’un (Atatürk İlkelerinin) Anayasa’ya konması (5 Şubat 1937).
Kemalizm
Cumhuriyet’in ilk on yılında ülkeyi muasır medeniyet seviyesine çıkarmayı hedefleyen bir dizi ekonomik, siyasal ve kültürel reform yapılmıştır. Cumhuriyetçi bu yeni düşünce sistemi, bireyin önemi, toplumun refahı, tam bağımsızlık, toplumsal dayanışma, ilerleme, ulusallık, çağdaşlık gibi değerleri öne çıkarmaktadır. Ancak, bu değerler tabandan yükselen idealler olmayıp halka öğretilmesi gereken idealler olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla, ulusun kim olduğu, bu ülküleri benimseyen aydınların yönetimindeki devlet eliyle belirlenmiştir. Bu girişim, ekonomiden günlük hayata kadar birçok alanın dönüştürülmesini gerektiren bir bütünsellik taşımaktadır. Yukarıda ifade edilen görüşler ve bu görüşler doğrultusunda hayata geçirilen uygulamaları top yekûn bir ideoloji olarak Kemalizm ve/veya Atatürkçülük olarak tarif etmek mümkündür.
Erken Cumhuriyet Döneminde Öne Çıkan Düşünce Eğilimleri
Mavi Anadoluculuk
Batı karşısında nasıl bir tutum alınacağı erken Cumhuriyet döneminde dikkat çekici düşünce eğilimlerinin uç vermesine yol açmıştır. Bunların önde gelenlerinden biri ise Mavi Anadoluculuk olarak adlandırılan eğilimdir. 1938 öncesinde etkili olmamakla birlikte, bu tarih sonrasında göreli olarak bir etkiye sahip olmuştur. Bu akımın önde gelen figürleri arasında Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu’nu sayabiliriz. Mavi Anadoluculuk, ‘Batı’dan daha Batılı olma’ iddiasının fikri ve akademik düzeyde taşıyıcısı olmuş bir akımdır. Temel olarak iki ana önermeyi ve bu önermeler etrafında çeşitlenen bir dizi düşünceyi ileri sürmüşlerdir: ilki Türklerin kökenlerinin ve Anadolu uygarlıkları arasında olan Hitit, Frig, Lidya, Likya, Troya, Pers, İyon, Bizans, Selçuklu ve Osmanlıların birbirleriyle kaynaşan uygarlıklar olduğu önermesi ve bununla bağlantılı ikinci önerme de Hümanizm fikridir.
Hümanizm
Erken Cumhuriyet yıllarından itibaren milli kimliğin içeriğine dair geliştirilen temel tezlerden birinde, Yahya Kemal Beyatlı ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile başlayan bir düşünsel çizgide Nev-Yunanilik perspektifinde “Akdenizlilik” bilinciyle şekillenen Anadolucu ve halkçı bir kimlik tanımlamasına gidildiği görülmüştü. Bu çizginin de Ahmet Hamdi Tanpınar ve Hilmi Ziya Ülken’e ulaşan bir entelektüel girişimle genel anlamda Avrupa’nın yaşadığı Rönesans sürecinin bir benzerinin Türkiye’de de yaşanması gerektiği; bu Rönesansın ise Türkiye’ye özgü bir içerikte, özünde kendini bulma, memleket realitelerine dönme kavramsallaştırmaları şeklinde özetlenebilecek bir dönüşümle şekillendiği bilinmekteydi. Böyle bir Rönesans arayışı da beraberinde hümanist söylemin unsurlarını getirmiş; bu durum da tıpkı Türk Rönesansında olduğu gibi Türkiye’ye özgü bir yeni hümanizma arayışını tetiklemiştir.
Milliyetçilik
Türk milliyetçiliği, farklı sosyal dinamikler ve farklı tür milliyetçilik ve ulus tasarımları ile şekillenmiş bir biçimde ortaya çıkmıştır. Türk milliyetçiliği; Türk halkını ulusal, etnik veya dilsel bir grup olarak destekleyen ve yücelten siyasi bir ideolojidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi, altı okun temel direği olarak anılan temel ilkenin milliyetçilik ilkesi olduğu söylenebilir. Kemalizm, çok dinli ve çok etnikli Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından bir ulus devlet yaratmayı amaçlamıştır.
Osmanlı toplumu ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki sınır, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bir ulus-devlet olarak kavramsallaştırmasında ortaya çıkmaktadır. Gayrimüslim öğelerin savaş sırasında ve sonrasında isteyerek ya da zorla ülkeyi terk etmiş olmaları, yeni devleti etnik kökenleri farklı olmakla birlikte hepsi de Müslüman olan bir toplumla baş başa bırakmıştı. Cumhuriyetin kurucularının ana hedefi kendilerini Müslüman olarak tanımlayan bu çoğunluktan kültürel içerikle tanımlanan Türk ulusunu yaratmaktır. Devrimci bir kopma sayesinde başlatılan bu girişim, her şeyden önce, halk için yeni bir kimliğin yaratılması, hatta bulunmasıdır. Bu yeni kimlik, önce seçkinlerin düşüncelerine uygun olarak evrensel kimlik, sonrada uygarlık imajına uygun bir ulusal kimlik olarak düşünülmüştür. Bu şartlar altında milliyetçilik devlet eliyle ikame edilen bir olgu olarak Atatürk milliyetçiliği şeklinde karşımıza çıkmıştır. Atatürk milliyetçiliği tıpkı milliyetçilik kavramı gibi değişik tanımlamalara ve isimlendirmelere tâbi tutulmuştur. Atatürk milliyetçiliğini, Atatürk’ün görüşlerini temel alan, moderniteyi amaç edinen ama bunun yanında kendine özgü yanları ağır basan bir ulus-devlet ideolojisi olarak tarif etmek mümkündür. Mustafa Kemal’in milliyetçilik anlayışının keskin bir etnik, ırksal veya kana dayalı değil, ağırlıklı bir biçimde kültürü temel alan bir milliyetçilik olduğu söylenebilir. Irka dayanmadığı gibi herhangi bir “irredenta” siyasetine karşı çıkar. Bu yönüyle de vatan kavramını öne çıkarır ve barışçıdır. Laik bir milliyetçilik anlayışına dayalıdır. Din, ulus olgusunun dışında bırakılır.
Anadoluculuk Akımı: Cumhuriyetin resmi milliyetçilik anlayışına açık veya örtülü olarak bir karşıtlık içinde, özellikle de Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, ulusal kimliğe atfedilen unsurun ne olduğu, hangisinin öne çıkarıldığı, vurgulandığı ve bir ölçüde de bunlara bağlı olarak çeşitlenen çeşitli milliyetçilik anlayış ve arayışlarının varlığından söz etmek gerekir. Homojen bir niteliği olmayan Anadoluculuk akımı bu arayışların öne çıkanlarındandır. Örneğin daha önce değindiğimiz Mavi Anadoluculuk akımı da Kemalizmin modernite ve seküler ilkeleri ile sorunu olmayan bu arayışlardan birini temsil etmektedir.
Anadolucular, vatanın ve ulusun oluşumunda ulusal coğrafyanın önemine inanmışlardır. Bir ulusu yaratan ruhun işlevsel bir niteliğe dönüşebilmesi, her şeyden evvel yerleşik bir düzene geçişle birlikte, ulusal bir coğrafya ve bu coğrafya üzerinde yaşayan kader birliğine bağlıdır. Anadoluculuğun milliyetçilik anlayışı, kutsal bir vatan olarak temel aldığı coğrafyayı, ulusal gelişimin her düzeydeki kaynağı olarak görür. Milliyetçiliği bir tarih bilinci olarak ele alan Anadoluculuk, Anadolu toprakları üzerinde gelişen Türk tarihini esas alır. Anadolucular, Anadolu Türklerinin farklı ve yabancı kavimlerle karıştığını, fakat bu karışmanın hiçbir zaman “Türklüğü bozacak” nitelikte olmadığını söylerler. Anadoluculuk kendini kültürel bir milliyetçilik olarak vazeder. Anadolucular, Turancılığın Anadolu halkı ile aralarında hiçbir tarihsel kader birliği bulunmayan Turani topluluklara bilinç götürmeye kalkmasını eleştirmişlerdir. Anadoluculuk Turancıların anladığı anlamda ırkçılığı reddeder. Anadolucular, Turancılığın soy ile ulusu karıştırdığı kanısındadırlar. Anadoluculuk, Turancılığın yanı sıra İslamcılık ve Osmanlıcılığı da Anadolu halkını coğrafyanın yarattığı gerçeğini göz ardı etmekle eleştirir.
Milliyetçi Muhafazakârlık veya “Türk-İslam Sentezi” Düşüncesi: Anadoluculuk akımı içerisinde yer alan fikir adamlarının başta Topçu, Arık ve Günaltay olmak üzere milliyetçi-muhafazakâr bir sentez ortaya koyma çalışmışlardır. Ancak Türk-İslam sentezine politize olan muhafazakâr bir milliyetçiliğin ortaya çıkması için İkinci Dünya Savaşı yılları beklenmek zorunda kalınmıştır. Nitekim bunda en önemli faktör 1940’lardan başlayarak devletin dine bakışının ılımlı bir hâl alması, kimi zaman örtük kimi zamansa açık bir İslamizasyon tadilatı yaşanmaya başlanmasıdır. Bu tadilat milliyetçilik konusunda da kendini göstermiş ve İslami vurgu konusunda çıkışlar görülmüştür. Türk-İslam sentezi temelli muhafazakâr milliyetçilik kitlelere ulaşma fırsatı bulmuş ve siyasi bir görüş olarak ortaya çıkma hazırlıklarına başlamıştır.
Muhafazakâr Düşünceden Portreler ve Ana Fikirleri
- Yahya Kemal Beyatlı: Erken dönem muhafazakârları arasında yer alan Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul’un fethine oradan da Osmanlı tarihine yönelik çalışmaları, inkılâplar ve Mustafa Kemal ile ilişkisi açısından önemli bir isimdir.
- Mehmet Akif Ersoy: 30 Haziran 1920’de Hacı Bayram Camii’nde yaptığı konuşmayla, halkı, millî mücadeleye katılmaya çağırmıştır. II. Meşrutiyet döneminde yayın dünyasına tam olarak adım atan Mehmet Akif Ersoy, Türkiye’de muhafazakâr İslami anlayışın şekillenmesinde büyük rol oynamış ve fikirlerini bastığı eserlerle de halka ulaştırmayı başarmıştır.
- Mustafa Şekip Tunç: Dönemin radikal toplumsal değişim yanlısı görüşlerine karşı, toplumsal değişimin zorlama yollarla değil zaman içinde pedagojik yöntemlerle halkın seviyesinin yavaş yavaş yükseltilmesine dayanan bir politikayla gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesini benimsedi.
- İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu: Kültürün ve toplumun özgüllüğü, gelenekselcilik, organik toplum, sezgicilik ve kendiliğindencilik, devletin aşkınlığı, dine önem vererek reforme etmek önerdiği çözümlerden bazılarıdır.
- Peyami Safa: Türk muhafazakârlığı’nın önemli düşünce insanlarından olan Peyami Safa, hayatını yazarak kazanan ve ömrünün sonuna kadar da yazmaktan vazgeçmeyen bir fikir adamıdır.
Türkçülük-Turancılık
Etnik milliyetçiliğin ayırt edici özelliği doğuştan, fıtri bir topluluk fikrini öne çıkarmasıdır. Bireyin kendi seçebileceği belli bir millete ait olması prensibini reddetmektedir. Kendi topluluğunda kalsa da başka bir yere göçse de birey kaçınılmaz biçimde organik olarak etnik anlamda bağlı bulunduğu topluluğun mensubu olarak sonsuza dek onunla damgalanmış bulunmaktaydı. Başka bir ifadeyle millet evvel emir ortak soydan gelen bir topluluktur. Halk ortak yasa ve kurumlara bağlı bir topluluktan öte fiilen eylemli bir siyasi seferberliğin olmadığı yerlerde bile milliyetçi emellerin nesnesini ve çağrı merkezini oluşturur. Hukukun yerini ise genellikle dil ve adet almıştır. Bu tür bir milliyetçilik anlayışı Cumhuriyet döneminde Türkçü-Turancı fraksiyon içerisinde karşımıza çıkmaktadır.
- Hüseyin Nihal Atsız: Milliyetçilik tanımında ırk, soy ve kan kavramları merkezî bir yer tutar. Türklüğü ‘kan bağı’ açıklar, Türk kanı taşımayanları yabancı kabul eder. Bununla birlikte, “melezleşmiş” kişiler, gruplar ve halklar hakkında ikircikli görüşler öne sürer; kimi zaman bunların yabancılığını öne çıkarıp onlara düşmanca bir tavır takınırken, kimi durumlarda da kültürel yakınlığın, “Türklük şuuru”nun ulusal kimliğin başlıca unsurlarından biri olarak kabul edilebileceğini belirtir ve Türkler dâhil pek çok milletin ırksal saflığa sahip olmadığını savunur.
- Reha Oğuz Türkkan: Pan-Türkçülere 65 milyonluk kutsal Türk devletini kurmak için hazır olup olmadıkları sorulduğu zaman gururla cevap verilmesi gerektiği konusunda nutuklar veriyordu. Türkkan ve Atsız arasında gözle görülür bir rekabet söz konusuydu. Bu rekabetin nedenleri ırk, Türk ırkının kapsamı, Hititlerin Türklüğü gibi noktalardaki görüş ayrılıkları olmakla birlikte asıl problem Türkçü hareketin liderliğiydi.
- Rıza Nur: Mmillet ve milliyetçilik konusunda kanı yani ırkı ilk plana almaktadır. Hatta bu konuda o kadar ileri gitmektedir ki milleti kültüre bağlayanları dahi ırk ve kan bakımından Türk olmadıklarını ileri sürmüştür. Ona göre devletlerin batmasının nedeni dahi “yabancı kan”dır.
Kadro Hareketi/Dergisi
1930’lara kadar ülkede kapitalizmin gelişimi ve ulusal burjuvazinin güçlenebilmesi için serbest piyasa ile barışık bir ekonomik anlayışı benimseyen CHP kadroları özellikle 1929 dünya ekonomik buhranının da etkisiyle devletin ekonomik işleyişe daha fazla müdahale ettiği, planlı bir kalkınma anlayışının benimsendiği devletçi bir iktisadi modele doğru yönelmeye başlamıştır. Bu yönelim gerek CHP içerisinden gerekse de dışından bazı eleştirilerle karşı karşıya kalabiliyordu. Gerek bu eleştirilere karşı tezler oluşturabilmek gerekse de ülkedeki aydın birikimini parti ideolojisi içerisinde soğurabilmek maksadıyla içlerinde Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge, Şevki Yazman ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi isimlerin olduğu Kadro isimli dergi 1932 başında yayımlanmaya başladı.
Kadrocular, savundukları ideolojinin merkezine kapitalizmin de sosyalizmin de dışında olduğunu ileri sürdükleri, üçüncü dünya ülkelerine özgü bir devletçilik anlayışı koymuşlardı. Bunu da henüz Türkiye’de toplumsal sınıfların belirginleşmemiş olduğu iddiasına dayandırıyorlardı. Kadroculara göre ülkede güçlü bir sermaye sınıfının, buna bağlı olarak da güçlü bir işçi sınıfının bulunmuyor olması, siyasi iktidara değerlendirilmesi gereken bir olanak sunuyordu. Türkiye’de devlet, sınıf çatışması söz konusu olmadığı için bütün halkın devleti durumundaydı ve bu konumdan yararlanarak yapacağı yatırımlar ve uygulayacağı planlı bir sanayileşme programıyla sınıfsız bir refah toplumu yaratabilirdi. Onlara göre dünyada artık temel çelişki emek-sermaye çelişkisi değil azgelişmiş/sömürge ülkelerle sömürücü kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiydi. Kadroculara göre 20. yüzyılda sınıf çelişkisi sanayileşmiş Batı ülkelerinde bile tali duruma düşmüştü. Bu ülkeler sömürgelerden elde ettikleri artığın bir kısmını işçi sınıfına aktararak bu çatışmayı yumuşatmayı başarmışlardı.
Ulusal kurtuluş savaşlarını kazanarak bağımsızlığını elde eden ülkeler için ileri bir ulus ve toplum yaratmanın tek yolu ise, hızlı bir sermaye birikimi yoluyla üretici güçlerini geliştirmekten geçiyordu. Oysa Kemalistlerin kurguladığı devletçilik asla kapitalizme karşıt ya da onun dışında bir uygulama değildi. Devlet sadece özel sektörün yapamadığı, yapmaya gücünün yetmediği işleri üstlenecekti. Bunu yaparken de asla özel sektöre köstek olmayacaktı. Zamanla ortaya çıkan uygulamalar da gösterecektir ki, Türkiye’de devletçilik özel kesimin geliştirilmesinde ve sermaye birikimini hızlandırmada bir araç olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla siyasal iktidar, Kadroculardan rahatsız olmaya başlamıştır. Baskılara daha fazla dayanamayan Kadro dergisi “kendi isteğiyle” yayınına son verdiğini açıklamıştır. Kadro, sadece bir dergi olmanın ötesinde, Türkiye’de sonraki yıllarda da etkili olmuş bir siyasal akımın kurucu fikirlerini ortaya koymuş olması bakımından da önemlidir.