TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 2: Türklerin İslamiyeti Kabulü ve Türk-İslam Düşüncesinin Gelişimi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Türklerin İslamiyeti Kabulü ve Türk-İslam Düşüncesinin Gelişimi
Giriş
Kadim çağlardan itibaren müşterek dil ve tarih sahibi bir millet olarak varlığını devam ettiren Türklerin önemli özelliklerinden biri, çok geniş bir coğrafyada varlık göstermiş olmalarıydı. Erken Türk tarihinden itibaren müşahede edilen bu durum, onların farklı coğrafyaları, farklı iklimleri tanımalarına, farklı dil, din ve toplumlarla temas kurmalarına sebep oldu.
Türk düşüncesinin zaman ve mekân yolculuğundaki en önemli kavşaklarından biri, İslamiyetle tanışmaydı. Türklerin İslamiyeti kabulü, öylesine önemli bir gelişmeydi ki genel zaman ve mekân boyutundan dolayı tasnif problemi yaşanan Türk tarihinin, Türk kültür ve medeniyetinin olduğu gibi, Türk düşünce tarihinin de İslamiyet öncesi ve sonrası olmak üzere iki genel kategoride ele alınması teamül hâline geldi.
Türkler ve İslam
Türk düşünce tarihinin gelişimi içerisinde önemli bir kavşak vazifesi gören İslamiyetin kabulü meselesi başta tarihçiler olmak üzere birçok araştırmacı tarafından incelenmiştir. Bunlardan biri olan Laszlo Rasonyi’ye göre “Dünya tarihinde, Türklerin İslamiyeti kabulleri kadar başta önemsiz görünen, fakat sonuçları itibarıyla dünya tarihine büyük etki eden başka bir hadise gösterilmez.” Gerçekten de Türklerin İslamiyeti kabulü, neticeleri itibariyle sadece Türk ve İslam tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli hadiselerinden biridir.
Türklerin İslamiyeti kabulü konusunda iki iddia vardır. Bunlar; “Türklerin, önceden mensup oldukları inanç sistemi ve hayat tarzıyla büyük bir benzerlik taşıyan İslamiyeti kabulde hiç zorlanmadıkları ve bu yeni dinle tanışmalarından hemen sonra çok hızlı bir şekilde ve toplu olarak İslamiyeti kabul ettikleri” görüşüne karşı “aslında bu sürecin hiç de söylendiği gibi kısa sürede ve kolay olmadığı, hatta Türkler arasında İslamiyetin cebrî bir surette yayıldığı” iddiasıdır.
Türklerin İslamiyeti kabul süreci ve bu değişimin Türk düşüncesine etkilerini sağlıklı bir şekilde anlayabilmenin yegâne yolunun, iki noktada toplandığını söylemek mümkündür. Bunlardan ilki din değiştirme sürecinin toplumsal bir ortamda ve bir dizi faktörün etkisiyle meydana gelen son derece karmaşık bir değişim süreci olduğunu unutmamak; ikincisi ise kadîm ile cedîd arasındaki ilişkiyi ve cedîdin kadim üzerinde, kadîmin de cedîd üzerindeki etkisini süreç içerisinde iyi konumlandırmaktır.
Türklerin İslamiyeti Kabul Süreci
Türklerin, İslamiyeti kabul edişlerinde, önceden getirmiş oldukları dini inanışlarının, kültürel değerlerinin etkisi olduğu gibi yeni din ile tanışma biçiminin, tanışma zamanının ve sunulan dinin içeriğinin de önemli rolü vardır. Bu süreçte rol oynayan faktörler şunlardır:
Süreç Öncesi Birey veya Toplumun İçinde Bulunduğu Şartlar
Din değiştirme sürecinin önemli unsurlarından biri, yeni dinle temas eden toplumun eski dini inanç ve düşünce dünyasının mahiyetidir.
İslamiyetin doğup geliştiği yıllarda Türkler, Moğolistan’dan Avrupa içlerine kadar uzanan geniş coğrafî sahada muhtelif devletler ve topluluklar hâlinde yaşamaktaydılar.
Bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olan muhtelif Türk şubeleri, birçok bakımdan aynı millete mensup olmanın getirdiği ortak özelliklere sahip olmakla birlikte, bulundukları coğrafyaların kendilerine sunduğu imkân ve şartların; tarihî, kültürel ve medeni birikimlerinin bir neticesi olarak farklı özellikler kazanmışlardı.
Yeni Dinle Karşılaşma Zamanı
Din değiştirme süreci üzerinde etkili olan bir diğer unsur da “davetçi”lerle yeni dinle temas eden topluluğun karşılaşma anıdır. İki toplum arasında önceden beri devam eden bir ilişki mevcut olsa bile, yeni dinin sunulma anındaki vaziyet ve şartlar, özellikle yeni dinle karşılaşan toplum için son derece önemlidir.
Türklerle Araplar arasındaki ilk temaslar Hz. Ömer (634- 644) ve Hz. Osman (644-656) dönemlerinde gerçekleştiği söylenebilir. Kafkasya ve özellikle Maveraünnehir’de meydana gelen bu ilk temaslar, Emevîler (661-750) döneminde artarak devam etti. Özellikle Emevîlerin Horasan valisi Ubeydullâh bin Ziyâd’ın 673 senesinde Ceyhun (Amuderya) Nehrini geçerek Maveraünnehir’e girmesiyle, Türklerin İslamiyetle “tanışma” dönemi başladı.
Karşılaşma, Tanışma ve Yeni Dinin Sunulma Şekli
Din değiştirme sürecinin en önemli unsuru, yeni dinin sunulma şeklidir. Hatta özellikle ilk temas sırasında yeni dinin içeriğinden çok sunulma şeklinin daha ön planda olduğu söylenebilir.
Türklerin İslamiyetle ilk karşılaşma ve tanışma süreci, Emevîlerin Maveraünnehir ve Türkistan’a yani Türk ülkelerine girmeleriyle başladı. Ubeydullâh bin Ziyâd’ın 673 senesindeki ilk akınından Emevîlerin yıkılışına (750) kadar devam eden bu süreç, Kuteybe bin Müslim’in bazı icraatı ve Ömer bin Abdülaziz’in sadece üç yıl süren (717- 720) hilafeti dönemi haricinde “kötü bir tanışma” evresi niteliğindeydi.
Uyum, Kabul ve Etkileşim
din değiştirmede, kişinin veya toplumun içinde bulunduğu şartlar, zamanlama, yeni dinin sunulma şekli ve sunulan dinin içeriği büyük önem arz etmektedir. Bu noktada İslamiyeti kabul sürecinde Türklerin, önce içinde bulundukları siyasî, sosyal, kültürel ve dinî şartların, ardından zamanlamanın ve en önemlisi de Emevîler döneminde uygunsuz bir şekilde karşımıza çıkan yeni dinin sunulma şeklinin, Abbâsîlerle birlikte düzelerek uygun hale gelmesiyle bütün aşamaları geçtiği muhakkaktır. Bu durumda yeni dini kabulden önceki son aşamaya yani uyum, kabul ve etkileşim safhasına gelindiği söylenebilir.
Emevî hanedanına karşı ilk faaliyetler, gayr-ı memnun mevâlî kitlesinin nüfus itibarıyla hâkim olduğu Horasan’da gelişti.
Türkler ilk defa bir barış, huzur ve güven içerisinde İslamiyeti tanımaya ve yavaş yavaş kabul etmeye 8. yüzyılda başladılar. Böylece İslamiyet, her geçen gün daha da hızlanarak Türk ülkelerinde yayıldı. 9 ve 10. yüzyıla gelindiğinde ise İslam ülkelerinden uzak bir bölge olan İtil çevresinde bulunan Bulgar Türkleri arasında bile İslamiyete karşı büyük bir ilgi başlamıştı.
10. yüzyılın ilk yarısından itibaren yöneticileri ve halkının büyük kısmı Müslüman Türk olan İtil Bulgar Devleti (920-921), Karahanlılar (945), Gazneliler (963) ve Selçuklular (1040) gibi ilk Müslüman Türk devletleri ortaya çıktı.
Türkler ve İslam Düşüncesi
İslamiyetin Türkler arasında bireysel olarak yayılmaya başladığı süreçten itibaren Türk birey ve toplum hayatında kendini gösteren İslam düşüncesi, Oğuzların İslamiyeti kabulüyle birlikte Türk devlet hayatında da ifadesini buldu.
Türkler İslamiyeti Kabul Ettiği Sırada İslam Düşüncesi
İslamiyetin yayılmasıyla birlikte Müslümanlar yeni coğrafyalarla, kültür, medeniyet ve düşünce dünyalarıyla karşılaşmışlardı. Buna bağlı olarak İslam medeniyeti devlet ve toplum düşüncesinden ferdi hayata, sanat ve edebiyattan felsefeye, hatta dini meselelerin itikadi ve amelî yorumlarına kadar hemen her sahada bir değişim ve oluşum süreci yaşadı. Bu süreçte İskenderiye, Antakya, Harran, Urfa, Cundişapur gibi merkezlerden etkilenen Müslümanlar, daha Emevîler devrinde bu kültür ve medeniyet merkezlerinde gelişen bilim ve düşüncelerle ilgilenmeye başladı.
Tefsir: Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsîr “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir.
Te’vil: Fıkıh usulünde te’vil, “bir sözün bir delilden hareketle zâhir anlamının terk edilerek taşıdığı diğer bir mânaya göre anlaşılması, kapalı lafızların açıklanması” mânasında kullanılmıştır.
Türklerin İslam Düşüncesi Üzerine Etkileri
Yeni dinin sunulma şeklinden kaynaklanan inişli çıkışlı bir seyir gösteren, hatta bazen ciddi kırılma anları yaşayan Türklerin İslamiyeti kabul süreci, sürecin sonunda yani uyum, kabul ve etkileşim aşamasında büyük bir ivme kazandı. İtil Bulgarları, Karahanlılar ve Gazneliler gibi ilk Müslüman Türk devletlerinin kurulmasıyla sadece birey ve toplum hayatında değil, devlet hayatında da kendisini gösteren bu ivme, Oğuzların İslamiyeti kabulüyle en yüksek seviyeye ulaştı. 10. yy’ın ikinci yarısında İslamiyeti kabul etmeye başlayan Oğuzlar tarafından kurulan Selçuklu Devleti, sadece Türk-İslam tarihinin değil, İslami dönem Türk düşüncesinin de en önemli temsilcisi konumuna yükseldiler.
İslam dünyası, Türklerin İslamiyeti kabul ettikleri 10 ve 11. yy’da sadece siyasi bakımdan değil, Fazlıoğlu’nun ifadesiyle “akıl ve vicdan bakımından da parçalanmış bir vaziyetteydi. Hakikati temsil ettiğini iddia eden onlarca dinî ve fikrî okul aralarında çatışma halindeydi. Öyle ki birbirlerinin canlarına kast etmekteydiler. Aklın parçalanmışlığı siyasi parçalanmışlığın meşruiyetini sağlıyor, siyasi parçalanmışlık ise fikrî parçalanmışlığı besliyordu.
Yolculuğun daha başında İslamiyetle tanışan Selçuklu Türkleri, kadîm (eski) ile cedîd (yeni) arasındaki ilişkiye sadık kaldılar. Başlangıçta siyasi ve askeri bir güç olarak ortaya çıkarak kadim Türk-Oğuz geleneğinin bir temsilcisi olarak girdikleri İslam medeniyeti dairesi içinde siyasi, sosyal ve kültürel varlıklarını, bilgi ve görgülerini artırdılar. Buna ilave olarak hâkim oldukları coğrafyaların kadim medeniyetlerinden de ihtiyaç nispetinde istifade ederek Türk ve İslam tarihinin gelişimini farklı ve çok geniş bir mecraya taşıdılar. Onlar, Türkistan’da doğan Türk devlet geleneğini, Horasan, İran ve Orta Doğu tecrübesiyle zenginleştirerek Anadolu’ya kadar taşımak ve bu geleneği, bütün bu coğrafyalarda icra etmek gibi önemli bir tarihi misyonu üstlendiler. Ancak bu süreçte bir yandan kendilerinden önceki Türk-İslam devletlerinden miras aldıkları “eski” Türk devlet geleneği ve müesseselerini hüküm sürdükleri “yeni” coğrafyalarda hâkim kılarken, diğer yandan da karşılaştıkları “yeni” imkân ve şartlara hızlı bir şekilde intibak edebilmiş ve bu suretle son derece başarılı ve düzenli bir devlet mekanizması oluşturabilmişlerdir.
Türk-İslam Düşüncesi
Türkler, İslam âlemine sadece siyasi birlik ve düzen getirmekle kalmadılar. Aklı ve vicdanı parçalanmış İslam dünyasında durağanlaşan düşünce hayatına da yeni bir canlılık getirmek suretiyle İslam düşüncesinin gelişimine büyük katkıda bulundular. Türkler, neredeyse dört yüz yaşına ulaşmış olan İslam medeniyetinin kendi içerisinde tartıştığı hiçbir meseleyle; dini, felsefi ya da kültürel sorunla yüzleşmemişlerdi. Dolayısıyla İslam dünyasının kronik hâle gelmiş bunalımlarını yaşamamışlar, sonuçsuz tartışmaların bir tarafı olmamışlardı. Fazlıoğlu’nun ifadesiyle “zihinleri bu sorunlarla mukayyet, hatta malul değildi”. Bu da onlara bütün bu problemlere dışarıdan bakabilme gücü vermişti. Diğer yandan hem Türkler bu medeniyetin içeriğini edinmek, hatta anlamak, hem de İslam medeniyeti mensupları yani Müslümanlar bu yeni hâkimlerini içselleştirmek, kendilerinden kılmak zorundaydılar. Zaman isteyen bu iki durum da karşılıklı etkileşimi kaçınılmaz kıldı. Sonuçta tabii olarak etkileşimi gerçekleştiren her iki unsurun dışında yeni bir vakıa ortaya çıktı. Yani Türkler İslamlaştıkça, İslam Türkleşti ve böylece Arap ya da Fars düşüncesiyle şekillenen İslam toplumlarından farklı olarak İslam’ın Türk yorumu, “Türk İslam’ı” ya da “Türk Müslümanlığı” diyebileceğimiz yeni bir terkip meydana geldi. İşte bu terkip, İslam’a mensup Müslüman Türk’ün zihin, ruh ve gönül dünyasının ürünü olan Türk-İslam düşüncesinin ve bu düşüncenin yansıması olan Türk-İslam medeniyetinin bir ürünüydü.
Türk-İslam Düşüncesinin Felsefe Cephesi: Farabî, İbn Sina ve Birunî
Aslında Türklerin İslam düşüncesi üzerindeki ilk etkileri, İslam ülkelerinde hâkim siyasi güç ve otorite olmalarından daha önce başlamıştı. Zira İslam felsefesinin ve tabii ki Türk-İslam felsefesinin en büyük filozofları arasında sayılan Farabî (d.871- 72/ö.950), İbn Sina (d.980- 981/ö.1037) ve Birunî (d.973/ö.1061) Türk’tü. Bunlardan özellikle Farabî ve İbn Sina, akılcı olup Meşşâiyye ekolünün en tanınmış isimleri, hatta Arap filozofu Kindî’den (ö.866?) sonra kurucularıdır.
Türk-İslam Düşüncesinin Fıkıh ve Kelâm Cephesi: İmam Ebu Hanife ve İmam Maturidî
İslam düşüncesini derinden etkileyen büyük Türk filozoflar dışında, çeşitli dini ilimlerde ortaya koydukları yeni yaklaşım ve metotlarda dikkat çeken Türk kökenli âlimler de vardı. Bunlar arasında en dikkat çekici isimler Ebu Hanife (ö.767) ve İmam Maturidî (ö.944)’ydi. Ebu Hanife fıkıh ve İmam Maturidî de kelâm alanında ortaya koydukları özgün yaklaşım ve metodolojileri ile kendi adlarıyla anılan ekoller oluşturdular ve bu suretle İslam düşünce tarihine damga vurdular.
Türk-İslam Düşüncesinin İrfan-Tasavvuf Cephesi: Hoca Ahmed Yesevî
Bazı Türk âlimleri İslam felsefesinde, fıkıh-muamelat ve kelam-akaid gibi dinî bilimlerde büyük başarılara imza atarken bazıları da mistik felsefe alanında derin izler bıraktılar. Hatta tasavvuf da dediğimiz bu mistik felsefenin en önemli temsilcileri Türkler arasından çıktı. Bu alanda dünya çapında şöhrete sahip olan Hoca Ahmet Yesevî (ö. 1167), Hacı Bektaş-ı Veli (ö.1270), Mevlânâ (ö.1273) ve Yunus Emre (ö.1320?) gibi büyük Türk düşünürleri, bir anlamda insan felsefesi yaparak Türk düşüncesini renklendirdiler.
Türk-İslam Düşüncesinin Devlet ve Siyaset Anlayışındaki Tezahürü
Türkler, tarihlerinin ilk dönemlerinden itibaren kendi kültür ve düşünce dünyalarından beslenen bir devlet ve siyaset geleneğine sahip olmuşlardı. Bu yüzden İslam medeniyeti dairesine girdiklerinde ilk olarak bu güçlü devlet ve siyaset anlayışlarıyla dikkat çekmişler ve o sırada siyasî bir kaos içerisinde bulunan İslam âleminin hâkim siyasi ve askeri gücü haline gelmişlerdi. Bu süreçte devlet ve siyaset düşüncesinde de eski Türk düşüncesiyle İslamiyet arasında makul bir ilişki kurmayı başararak diğer birçok alanda olduğu gibi devlet ve idare geleneğinde de bir Türk-İslam terkibi oluşturdular.
Bu süreç, ilk bakışta son derece zor gibi görünüyordu. Zira devlet ve siyaset düşüncesinin dönüşümü, diğer alanlardan farklı olarak sadece fikrî intibakı değil, aynı zamanda da resmi ve hukuki bir değişim demekti. Yani mesele sadece Türk devlet ve siyaset düşüncesi ile İslam devlet ve siyaset düşüncesi arasında bir uyum sağlamakla bitmiyordu. Aynı uyumu bütün devlet ve siyaset kurumlarının işleyişini sağlayan ve meşru zeminini oluşturan hukukî yapı için de tesis etmek, Türk kamu hukukuyla İslam kamu hukukunu telif etmek gerekiyordu.
Bu noktada İslam hukukunda yer alan örf ya da örf-i sultanî uygulaması devreye girdi. Şöyle ki Türkler, İslamiyet’ten önce kendilerine özgü bir devlet ve yönetim geleneğine ve bunu çevreleyen bir kamu hukukuna sahiplerdi. Buna karşılık İslamiyet, kamu hukuku alanında fazla bir hüküm getirmemiş, Kur’an ve Hadiste adalet ve istişare gibi temel esaslar dışında devlet yönetimi, idare esasları ve müesseseleri hakkında muamelata dair tafsilat verilmemişti. Daha sonraki dönemlerde gelişen İslam hukuku da kamu hukuku alanında, özel hukuk kadar gelişmedi. Buna karşılık devletsiz düşünülemeyecek bir İslam toplumunun devlet ve idare konusunda uygulayacağı usul ve kaidelere ihtiyacı vardı. Bu durum, zaman içinde İslam hukukunun tali bir kaynağı olarak, örfî/sultanî hukuk müessesesinin ortaya çıkmasına ve gittikçe güçlenmesine sebep oldu. Esasen İslamiyet, toplumlar için yepyeni bir nizam ve hayat tarzı getirmekle birlikte, onların eski kültür öğelerini ve alışkanlıklarını toptan veya tamamen reddetmemiştir. Hatta Hz. Muhammed’in İslam dairesi içinde kalan eski Arap örf ve âdetlerini devam ettirmesi sebebiyle, o örf ve âdetlerin “sünnet” olduğu ve dolayısıyla örf ve âdet prensibinin sünnetle aynı şey olduğunu kabul edenler bile vardı. Yine Hanefî fıkhı örfü, icmânın bir şekli olarak görüyordu ki, bunların dayanağı “Müslümanlara göre iyi olan, Allah indinde de makbuldür” hadis-i şerifiydi. Böylece “sahabe devrinden beri İslam ümmeti arasında teamül haline gelip hakkında nâss bulunmayan, ancak müctehidler tarafından da takrir edilen ve kendisiyle amel olunan bir örf, icmâ gibi telakki edilmiş” ve neticede meşru bir kaynak olarak İslam hukuku ve şeriatı içerisinde yerini almıştı. Örf kavramı, İslam hukuku içinde zamanla daha da gelişerek bugün kullandığımız manasından yani örf ü âdâttan farklı bir mahiyet kazandı. Öyle ki hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak, şeriatın şümulüne girmeyen konularda, cemiyetin hayrı için koyduğu kanunlar ve bu kanunları koyma salâhiyetine “örf-i sultanî” dendi. Esasen örfî kanunların birçoğu, menşe itibarıyla örf ü âdâttan ibaretti.
İslam tarih anlayışı içerisinde ilk örfî hukuk uygulamaları, İslam devletinin ortaya çıktığı andan itibaren görülmeye başlasa da özellikle Emevîler döneminde sistemli bir hale dönüştü. Devlet ve idarî yapıda başlangıçta eski Arap kültür ve geleneklerinin, daha sonra ise Bizans ve Sasanî geleneklerinin izlerini taşıyan İslam devlet ve siyaset düşüncesi, zamanla kurumsallaştı ve en sistemli haline Abbâsîler çağında ulaştı. el-Maverdî tarafından kaleme alınan el-Ahkamü’s-Sultaniyye isimli eserle de bir doktrin haline geldi. Bu arada Abbâsîlerin şahsında beliren bu Sünni devlet/siyaset teorisi karşısında bir de Fatımîlerin şahsında kurumsallaşan Şii devlet/siyaset teorisi mevcuttu.