TÜRK İSLAM EDEBİYATI - Ünite 10: Tasavvuf ve Edebiyat Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 10: Tasavvuf ve Edebiyat
Giriş
Tasavvuf, Müslüman toplumlarda derin tesirler yaratmış bir düşünme ve yaşama biçimidir. Genel olarak, bir mânâda tecrûbî bir ilim ve insanın kendini tanıması yöntemi dir. Tasavvuf, tefsir, hadis ve kelâm gibi dinî bir ilim olarak kabul edilir. Bu ilmin yegâne gayesi, sâlik, derviş, tâlib, mürid ve cân gibi isimlerle anılan sûfiyi ma‘rifet kavramıyla ifade edilen bir bilgiye ulaştırmaktır.
Tasavvuf, kendine özgü eğitim yöntemleri, kurumları, ilkeleri, bilgi ve varlık anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak oluşan diliyle mûsikîşinasları, mîmarları, geleneksel güzel sanatlarla uğraşan hattatları, müzehhibleri, nakkaşları ve diğer sanatçıları etkilemiştir.
Tasavvuf ve Edebiyat
Tasavvuf, bir hâl ilmi olarak kabul edilir. Sûfî, hâl sahibidir. Hâl sahibi, gönlü zengin, ruhu temiz, ahlâkı düzgün, manevi yaşayışı güzel, Hakk’ın rızasını ve sevgisini kazanan kişidir. İlk sûfî adıyla anılan Kûfeli Ebû Hâşim (ö. 150/768)dir. Ebü’l-Kâsım Abdü’l-Kerim elKuşeyrî (ö. 465/1073) ve İmâm-ı Gazzâlî (505/1112) gibi büyük âlimlerin tasavvufu sistemleştiren eserler yazmalarıyla, bu cereyan kısa zamanda halk arasında yayılmıştır. Tasavvuf, IV. yüzyıldan başlayarak VI. asra kadar İslâm dünyasının her bölgesinde çeşitli isimlerle tarîkatler olarak kurumsallaşmıştır. Hind ve İran’ın kültür ve dinî geçmişinden alınan bazı nazariyeler, bilhassa Yeni Eflâtuncu varlık anlayışından da ilham alınarak zenginleştirilen zühdî hayat, İslâm tasavvufunun oluşumuna kaynak teşkil etmiştir. İlk sûfî yazar Basralı Haris b. Esed el-Muhâsibî (ö.223/838)’den başlayarak, sûfîlerin eserleri, tasavvuf dilini oluşturmuş ve sûfi düşüncesinin varlık, bilgi ve ahlâk anlayışını ortaya çıkarmıştır. Edebiyatımızda bilhassa Horasan Melâmiliği ile İbnü’l-Arâbî ve Mevlânâ’nın tesiri çok açıktır.
Başlangıçta Bağdatlı Cüneyd, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebû Said Ebu’l-Hayr gibi sûfilerin söz ve menkıbelerinde görülen vücûdiyye mesleği , İbn Sinâ, Sühreverdi-i Maktûl gibi İşrâkî felsefeyi ve Yeni Eflâtuncu düşünceleri yayan filozofların da katkısıyla gelişmiştir. Her şey zıddıyla bilinir. Bu itibarla Hüsn-i Mutlak ve Hayr-ı Mahz olan Vücûd-ı Mutlak’ın bilinmesi, adem ile gerçekleşir. Adem , yokluk, hiçlik demektir. Hakk’ın visâline ulaşmak için Hak ile Hak olmalıdır. Diğer bir ifadeyle aşk yolu olan tasavvuf, aklî bilgiye dayalı sözle ( kâl ) değil, yaşananın dili olan hâl le öğrenilir.
Kısaca tarihsel sürecine ve felsefesine işaret edilen tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüzleştirerek kâinattaki umumi ahengin derin sırlarını ruhlara duyurur.
Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf
Türk boylarının İslâm’ı kabul etmesinde gönüllü dervişlerin önemli fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir. XII. asra gelindiğinde, Türk illeri tasavvuf ve tarikatların en yoğun olduğu bölgelerden biri hâline gelmiştir. Şair şamanların yerini dolduran Baba ve Ataların ilk temsilcileri, Korkut Ata ve Çoban Ata isimleriyle tanınan sûfîlerdir. Türk sûfîliğinin en önemli temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1167)’dir. Yesevîlik, her bakımdan bir Türk tarikatıdır. Bundan başka, Kübrevîlik ve Nakşîlik de Türk illerinde gelişen tarikatlardandır. Özelikle Selçuklular ve Osmanlılar döneminde mülkî ve askerî bürokratların, saray mensuplarının ve sosyal statüsü yüksek işçi, esnaf ve ahâlinin tekkelerde icra edilen ayin ve sohbetlere katılması yadırganmamıştır. Bu yüzden sûfi düşünce, geniş kitlelerin teveccüh ettiği bu mekânların ve şahsiyetlerin etrafında zümreleşmiştir. Bu zümrelerin düşüncelerini ve duygularını pir olarak kabul edilen tarikat büyükleri, yazılı ve sözlü ifadeleriyle neşet etmiştir.
Tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz edilmektedir:
- Divan şiirine etkisi
- Halk şiirine etkisi
Padişahtan tebaaya; sanatkârdan rençbere her sınıftan insanın aynı his ve fikir çevresinde toplanmasını sağlayan tasavvufun, Yesevîlik, Haydarîlik, Kalanderîlik, Mevlevîlik ve Bektâşîlik gibi tarikatlarla birçok koldan tesir alanını genişleterek yeni yurdu sarmağa başladığı bu dönemde tasavvuf edebiyatı geniş bir sahada, büyük insan yığınları arasında itibar görmüştür. Alperen, abdal yahut Horasan erenleri gibi adlarla tarihe geçen Yesevî ve Haydarî Dervişleri Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Anadolu’da Yunus Emre ile yeni bir sese kavuşmuş ve yeni bir tarza bürünmüştür. Öte yandan Mevlânâ’nın, Farsça olarak kaleme aldığı tasavvufî manzûmeler de farklı bir geleneği inşa etmiştir. Sultan Veled (1226-1312) de Türk halkına hitap etmek amacıyla Türkçe şiirler yazmıştır. Ayrıca Hacı Bektaşı Velî ( ö.1210)’nin Arapça olan Makâlât isimli eseri, manzum ve mensur olarak Türkçeye çevrilmiştir. Kurumsallaşarak Mevlevîlik adıyla bir tarikat hüviyetini kazanan Mevlana’nın açtığı çığır, ortak İslâm kültürünün ve bilhassa İran şiirinin etkisi altında, kendi elit zümresini oluşturma sürecinde önemli başarılar sağlamıştır. Türk halkına tasavvufî ilkeleri öğretmek amacıyla Garibnâme’ yi kaleme alan Âşık Paşa (1272-1333), doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen Fakrnâme ve Vasf-ı Hâl isimli mesnevîleri de telif etmiştir. Bu yüzyılın sonlarında, Nesîmî (ö. 1404) ile birlikte, tasavvuf düşüncesi içerisinde bâtinî tevil ve tefsirleriyle başlı başına bir ekol olan Hurûfîlik de Türk edebî hayatına dâhil olmuştur. XV. yüzyılda İstanbul fethedilerek Türk-İslâm kültürünün merkezi hâline dönüştürülmüştür. Bazı tarihçilerin Fatih Rönesansı olarak nitelendirdikleri bir süreci de içine alan bu dönem, fikrî, dinî, mimârî ve sanatsal açıdan tasavvufun geliştiği, merkezden muhite yayıldığı bir dönemdir. Bu dönemde, Süleyman Çelebi (ö. 1422), Somuncu Baba ismiyle bilinen Hamîd-i Velî (1325-1413), Emir Sultan (1368-1429), Abdülvâsî Çelebi, Hacı Bayram-ı Velî (1332-1429), Fatih’in hocası Akşemseddin (1389-1458), Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451), Ahmed Bîcan (ö. 1466), Kaygusuz Abdal olarak da tanınan Alaiyeli Alaaddin Gaybî (ö. 1444), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469), Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487), Kemal Ümmî (ö. 1475), Cemâl-i Halvetî (ö. 1469) ve İbrahim Tennûrî (ö.1482) gibi sûfi şairler yetişmiştir. XVI. asır siyasi alanda yükseliş dönemini temsil eder. İstanbul, sadece Türkler için değil, bütün bir dünya için önemli bir kültürel ve siyasi merkez olmuştur. Bu dönemde, Molla Câmi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü tercüme eden Lamiî Çelebi (1473-1532), İbnü’l Arâbi’nin ünlü eseri Fusûsu’l-Hikem’i tercüme eden Nev’î Yahyâ (ö. 1599), Gencine-i Râz ve Şâh u Gedâ isimli ahlâkî ilkeleri telkin edici mesnevîlerin yazarı Dükâkinzâde Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Kerbela faciasının destanı olarak nitelendirilmesi mümkün olan Hadîkatü’s-Süedâ isimli makteli ve mecazî aşktan hakîkî aşka geçişi anlatan Leylâ vü Mecnûn ile dinî edebiyata dair Hadîs-i Erbaîn Tercümesi ’ni yazan Fuzûlî (1480-1556) ve sultânü’ş-şu’arâ olarak kabul edilen Bakî (1526-1610) yetişmiştir. XVII. asır siyâsî alanda duraklama asrı olarak bilinir. Bu dönem, sayıları gittikçe artan tekkelerde şiir ve mûsikînin ön plana çıktığı ve hecearuz ayrımı yapılmaksızın bol miktarda tasavvufî şiir örneklerinin verildiği bir çağdır. XVIII. asır, geçen asırdan miras kalan siyasi, iktisadi ve sosyal sıkıntılarla geçmiştir. Bu dönem, özellikle tasavvuf edebiyatda umumi bir duraklama ve gerilemenin ortaya çıktığı çağ olarak da gösterilebilir. XIX. asır, ıslahat hareketlerinin devletin temel politikalarını belirlediği dönemdir. Sosyal değişmelerin hızla geliştiği, siyasîideolojik kutuplaşmaların olduğu bu çağda tasavvufî edebiyat zayıflamıştır. Nazif Dede (1794-1861), Kuddusî (1760- 1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Mehmed Ali Hilmi Dede (1842-1907), Edib Harâbî Baba (ö. 1918), Kara Şemsî (1828-1884), Hayyat Vehbî (ö. 1847), Dertli, Seyrânî ve Türâbî gibi şahsiyetler bu asırda yetişmiştir.
Tasavvuf Edebiyatında Zümreler
Tasavvufun temel konularından birisi, diğer ilmî disiplinler ve felsefî ekollerde olduğu gibi, varlık konusudur. Sûfi şair konuları tartışan bir entelektüel değil konuları birebir tecrübe etmiş, yaşamış ve yaşayarak ulaştığı irfanî bilgiyi şiirsel formla söyleyendir. Manevi yolculuğun (seyr ü sülûk) gerçekleştiği tekkelerin her biri birer edebi muhit olarak nitelendirilir. Edebi muhit , edebiyatçının içinde yetiştiği, izini süreceği ustaların şiirlerini ve sohbetlerini dinlediği, kendi şiirlerini okuduğu ve icabında eleştiriler alarak yetiştiği ortamlardır. Sûfi şairin muhiti, içinde yetiştiği tekkedir. Bu muhit içinde yetişen şair etkilenir. Bu etki, muhit farklılığının yanında edebi zümreleri de oluşturur. Zümre , cemaat, topluluk; bölük, grup, sınıf, takım, bölüm; cins, nevi gibi anlamlara gelir. Genel olarak her tekkenin bir zümre teşkil ettiği düşünülebilir. Tasavvuf edebiyatı iki ana koldan gelişmiştir:
- Tasavvufî halk edebiyatı
- Klasik tasavvuf edebiyatı
Tasavvufî halk edebiyatı, Yesevî’nin hikmet geleneğiyle gelişen edebiyattır. Klasik tasavvuf edebiyatı, Mevlana çizgisinde gelişen bir edebiyattır. Bu iki temel koldan başka üç temel zümreden bahsetmek mümkündür. Bunlar;
- Zühdî edebî zümre
- Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı
- Bektâşî zümre edebiyatı
Zühdî edebi zümre, daha çok dinî ve tasavvufî düşünceyi telkin eden eserleri içerir. Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı, vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) benimseyen, aşk ve cezbeyi esas alan tasavvufî çevrelerin eserlerini içermektedir. Bektaşî zümre edebiyatı , bir yönüyle vahdetçi aşkın zümre edebiyatını andırmakla birlikte, kendisine has karakteri olan bir edebiyattır.
Tasavvufi Türler
Bu eserler, divan edebiyatında olduğu gibi, tevhid, münâcaat, na’t, mirâciye, hilye, ramazaniye, maktel ve hicretnâme gibi dinî-edebi türlerde yazılmıştır. Bunlardan başka, özellikle tasavvufî halk edebiyatı yahut tekke edebiyatı olarak kabul edilen saha içerisinde ortaya konan, ilâhî, nefes, nutuk, devriye, tarîkatnâme, şefaatnâme , destur ve düvazdeh gibi türler de vardır. Tasavvufî eserleri genel olarak iki gurupta tasnif etmek mümkündür:
- Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler.
- Hâl dilinin dışa yansıdığı eserler.
Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler, uyarıcı, telkin edici, yolun usul ve erkânını öğretici eserlerdir. Bunlar t ezkiretü’l-evliya, menakıbnâme, evliyânâme velâyetnâme ve mansûrnâme manzum ve mensur eserler; nasihatnâme, sohbetnâme, ibretnâme, faziletnâme, tenbihnâme, minbernâme ve vasiyetnâme gibi yolun esaslarını telkin eden eserler; telkinnâme, erkannâme, tâcnâme ve tarikatnâme gibi edeb ve erkânını gösteren eserlerdir. Sûfi şair, edebi eseri çoğunlukla bir amacı yerine getirmek için yazar. Bu bakımdan hikmet ve ilâhî gibi musiki yönü öne çıkan türlerde de öğretici ve telkin edici amaçlar güdülür. Ancak yine de tevhid, münacat, na’t, miracnâme, ilâhî, nefes ve bazı hikmet, nutuk, devriye ve şathiyelerin, vecdin ve cezbenin tesiriyle söylendiği görülür. Bu eserler, hâl dilinin dışa yansıdığı eserler dir.
Hikmet
Hikmet, etimolojik olarak, herhangi bir konuda hüküm vermek ve yargılamak anlamına gelir. Türkçede, mefhumları en iyi ve en doğru bilgiyle bilmek anlamına gelir. Türk-İslâm edebiyatının bir türü olarak hikmet, ahlâk ve değerleri telkin eden manzûmeleri ifade eder. Hikmet daha çok pendnâme, hikemiyyat ve rubai tarzı söylenen şiirlerde görülür. Ancak diğer türlerde de hikmetli söyleyiş bulunabilir. Hikmet, öncelikle Ahmed Yesevî'nin manzumelerine verilen isimdir. Zaten onun eseri, Divan-ı Hikmet adıyla bilinmektedir.
İlâhî
İlâhî, kelime olarak, ilâha ait, tanrısal demektir. Türkİslâm edebiyatının bir kavramı olarak ilâhî , Allah aşkıyla dile getirilmiş her türlü şiire denir. Bazı tekkelerde farklı isimlerle anılsa da özü itibariyle ilâhî olan türler şunlardır:
a. Âyin: Genel olarak dinî tören anlamına gelen âyin, Mevlevi tekkelerinde zikir ve semâ sırasında okunmak üzere çeşitli makamlarda bestelenen şiirlerdir. Âyinleri okuyan kişilere âyinhan adı verilir.
b. Tapuğ: Gülşenî tekkelerinde zikir esnasında mûsikî eşliğinde okunan ilâhîlerdir.
c. Nefes: Alevî-Bektaşî ve Melâmî şairlerin vahdet telkin eden ilâhîlerine verilen addır.
d. Duraklar: Ekseriyetle Halvetî tekkelerinde ve zikrin iki faslı arasında bir veya iki zâkir tarafından okunan ilahîlerdir.
e. Cumhûr : Tekkelerde cemaat hâlinde okunan ilâhîlere verilen addır.
Devriyye
Devir kelimesi; dönme, bir şeyin kendi mihveri üzerine hareketi, bir şeyin etrafında dolaşma, bir memleketin her tarafını gezip dolaşma, bir şeyin diğerine teslimi, askerî bölük veya takımın teftiş ve güvenlik için dolaşması, zaman ve asır gibi anlamlara gelir. Devriyeler işledikleri konulara göre ikiye ayrılmaktadır: Bunlardan dünyaya gelişi (kavs-i nüzûl) anlatanlara ferşiyye, insanın ahlâken olgunlaşarak hakîkate ermesini (kavs-i urûc) anlatanlara ise arşiyye adı verilmektedir.
Gülbank
Gülbank kelimesi; Farsça kökenlidir, gül sesi anlamına gelir. Terim olarak, tekkelerde ayinlerde, bazı dinî ve resmî törenlerde belli bir makamla okunan dualara denir. Gülbanklar, yapılacak işin hayırlı, uğurlu olması veya sağlık, esenlik dileğiyle ve kalıplaşmış bir ifade tarzıyla Allah'a yalvarıp yakarmayı dile getiren dua metinleridir.
Menâkıbnâme
Menâkıb, kelime olarak öğülecek iş, hareket ve meziyet anlamına gelir. Terim olarak, din büyüklerinin manevî hallerini ve durumlarını anlatan rivayetleri ifade eder. Edebiyatımızda iki çeşit menâkıbnâme yazılmıştır.
Bunlar;
- Din uğruna savaşanların hayatlarını, maceralarını ve manevî kuvvetlerini konu edinen destansı eserler.
-
Zühd ve takvasıyla ünlenen velilerden söz eden eserler.
Cenknâmeleri, Hamzanâmeleri, Battalnâmeleri ve bazı gazavatnâmeleri birinci grubun içerisinde değerlendirmek mümkündür. İkinci grup eserler ise, iki çeşittir:- Biyografik menâkıbnâmeler
- Derleme menâkıbnâmeler