TÜRKİYE'NİN KÜLTÜREL MİRASI II - Ünite 7: Türkiye’de Müzik Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Türkiye’de Müzik
Giriş
Müzik konusunda genel bir tanım yapılmamıştır. Milattan önceki dönemlerden başlayarak günümüze kadar birçok bilim insanı, yazar ve pek çok kişi, müzik hakkında değişik deyiş ve tanımlarda bulunmuşlardır.
Gerçekte müziği estetik algılama ile beraber bütünleşik olarak oluşan, sesler ile sessizliklerin beraberliği olarak tanımlarız. İnsanlar estetik kelimesini güzellik, güzel sanatlar ve bunların teorik çalışmaları için kullanırlar. Estetik ile güzellik arasında belki küçük bir bağlantı vardır. Kelime his deneyimleri veya algı anlamındaki Yunanca aisthesis kelimesinden gelmektedir. Ralph Simith’in açıkladığı gibi, estetik terimi bir şeyin dış görünüşü ve yaradılışından çok algıyı ve düşünmeyi anlatır. Müziğin estetiği dört temel varsayım üzerine kuruludur. Birinci varsayıma göre müzik, eserlerin veya nesnelerin bir koleksiyonudur. İkinci varsayım, müzik eserlerinin ancak estetik olarak dinlenebileceği savına dayanır. Müzik eserlerini estetik olarak dinlemek demek, onun sözde estetik özelliklerine, yapısal elementlerine ve nitelik özelliklerine odaklanmak demektir. Üçüncü varsayıma göre, müzik eserlerinin değeri, her zaman kendine özgü ve içtendir. Bir müzik eserinden özel bir çeşit duygusal oluşum veya tarafsız bir zevk alma anlamına gelen estetik deneyimi öne çıkaran dördüncü varsayıma göre, eğer dinleyiciler, müziği estetik olarak dinlerlerse estetik bir deneyim kazanacaklardır.
Müziği Oluşturan Öğeler ve Batılı Anlamda Dönemler
Müziği oluşturan ögeleri Ana Ögeler ve Yabancı Ögeler başlıkları altında iki gurupta incelemek mümkündür. Birtakım ses kümelerini müzik diye tanımlayabilmemiz için mutlaka bu ses kümelerinin ritmik, melodik ve armonik yapılarının var olması gerekir. İşte bu üçlüye Ana Ögeler adı verilmiştir. Söz ve hareketin yer aldığı Yabancı Ögeler ise, bütün müzik yapıtlarında yer almayabilir. Basit bir şematik biçim şu şekildedir:
Ana Öğeler
- Ritm
- Melodi
- Armoni
Yabancı Öğeler
- Söz
- Hareket
Müziğin Dönemleri
Eski Sanat
- Antik Dönem
- Orta Çağ Dönemi
Yeni Sanat
- Klasik Dönem
- Romantik Dönem
- Çağdaş Dönem
Antik Dönem, insanlığın var oluşuyla birlikte başlamıştır. Bu dönemde müzik, söz, mimik ve danslarla bir aradadır; Orta Çağ Dönemi, temelde Antik Dönem’den türemesine karşın, mimik ve dansların terkedildiği dönemdir; Rönesans Dönemi, polifoni egemenliğinin hüküm sürdüğü saf bir müzik dönemidir; Klasik Dönem, armoni ve tonalite kavramlarının etkisi altında kalan bir dönemdir; Romantik Dönem, özellikle söz etkisinin arttığı ve dramatik unsurların ön plana çıktığı bir dönemdir; Çağdaş Dönem, bütün müzik ögelerinin bir arada yaşandığı bir sentez dönemidir.
Müzikte Üç Büyük Oluşum Evresi
- İnsanlık tarihinin en eski devirlerinden milattan sonra yaklaşık dokuzuncu yüzyıla kadar olan bütün uygarlıklarda tek seslilik diye adlandırabileceğimiz tür var olmuştur. (Melodi).
- Yaklaşık dokuzuncu yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da iki sesli müzik yeniliği başlayıp on altıncı yüzyılda polifoni altın çağına ulaşmış, çalgı müziği ikinci planda kalmıştır.
- On altıncı yüzyılda, Rönesans ışığı altındaki çalgı müziği tekrar uyanışa geçip ön saflarda yer almaya başlamıştır. Opera ve Suit hareketleri ortaya çıkmıştır.
- Ses ve çalgı müziklerinden oluşan klasik okullar, on sekizinci yüzyılın ortalarına kadar, tam olarak gelişimlerini tamamlayamamışlar, kilise koroları, operalar ve çalgı müzikleri diye üç ayrı kol oluşturmuşlardır.
Müzik tarihinin konusunu çok geniş kapsamlı olarak ele almak gerekir. Müzik tarihi, bir taraftan çeşitli dönem ve seviyelerden karşımıza çıkacak müzikleri, karşılaştırmalı bir gözle inceler; bir taraftan da yeni sayılacak dönemlerin eserlerini, onların yaratıcılarını ve nedenlerini yüzyıllara göre dikkate alır, ekolleri, stilleri ve karşılıklı etkileri buluşturur. Müzik tarihinde asıl olarak, milattan önceki uygarlıklara bağlı tek seslilik seviyesini ve o seviyenin milattan sonra da yaşayabilmiş olan kollarını, üç kültür bölgesinde ele almak gerekir: a- Uzak Doğu Müzikleri Kültürü; b- Yakın Doğu Müzikleri Kültürü; c- Yunan Roma Müzikleri Kültürü.
Uzak Doğu dendiğinde, Çin gibi İç Asya uluslarının, Yakın Doğu dendiğinde Mezopotamya, Mısır, İran ve Arap kültürlerinin müzikleri anlaşılmaktadır. YunanRoma müzik kültürü ise Avrupa müziğinin ana kaynaklarındandır ve Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir köprü vazifesi görmüştür.
Antik Anadolu
Anadolu’da Neolitik Çağ’a ait Çatalhöyük kazılarında ortaya çıkan duvar resimlerindeki dinsel tören sahnelerinde dans eden avcı figürleri görülür. Hitit, Urartu, Frig gibi Anadolu’nun güçlü merkezî krallıklarının sanatında çeşitli müzik enstrümanları çalan müzisyenlerin eşliğinde gerçekleştirilen ziyafet ve dinî tören sahneleri önemli yer tutar. Ayrıca arkeolojik kazılarda bulunan pişmiş toprak, kemik, metal, ahşap, fildişi gibi farklı malzemelerden yapılmış tüm ya da kırık çeşitli müzik aletleri bugün Anadolu’daki pek çok müze vitrininde sergilenmekte ve ayrıca müzelerin depolarında sergilenmeyi/gün ışığına çıkmayı beklemektedir.
Telli enstrümanların bilinen en eski biçimi arp olarak anılanlardır. Mezopotamya ve Mısır’da çok yaygın bir kullanımı vardır. Anadolu’da Asur Koloni Çağı’na ait Konya Karahöyük’te bulunan bir silindir mühür baskısı üzerinde ve Boğazköy’de bulunan Eski Hitit Çağı’na ait kabartmalı bir kült vazosu üzerinde arp tasvirleri belgelenmiştir. Lir, Eski Önasya’da ortaya çıkan ikinci telli çalgı türüdür. Eski Doğu’da yaygın olarak kullanılan bu enstrümanın Hitit Devri’nde Anadolu’nun en çok kullanılan müzik aleti olduğu yazılı ve arkeolojik belgelerden anlaşılmaktadır. Eski Anadolu’da kullanılan bir diğer telli enstrüman ise bağlamadır.
Vurmalı enstrümanlar, Eski Önasya ve Anadolu’da tef ve davul olmak üzere iki grup altında görülmektedir. Üflemeli enstrümanlar Mezopotamya kaynaklarında sıkça geçmelerine karşın arkeolojik malzemeler üzerinde fazla betimlenmemiştir. Kaval, çifte kaval, aulos ve boynuz bu gruptaki önemli müzik enstrümanlarıdır. Özellikle Hitit, Geç Hitit ve Frig kabartma sanatında kaval ve çifte kavalın betimlendiği müzik eşliğinde yapılan dinsel törenler önemli bir yer tutar.
Türk Müzik tarihi Kavramı ve Sınıflandırma
Bugüne kadarki Türk müzik tarihi ile ilgili yapılan çalışmaları kısaca değerlendirirsek bu çalışmaların bazı kaynaklarda dağınık bir biçimde kaldığı, genellikle objektif bakış açısından uzak ve hatta sataşma derecesine kadar uzandığı görülür. Bizim sınıflandırmamız genel olarak şu iki başlıktan meydana gelmektedir:
- Geleneksel müzikler
- Çok seslilik
Türk müzik tarihi açısından halk müziğinde bulunan dört temel bölüm şöyle sıralanır:
- Asya Türk Kavimleri Halk Müziği
- Anadolu Halk Müziği
- Halk Müziği Derleme Çalışmaları
- Çalgılar.
Türk müzik tarihindeki şematik sınıflandırma şu şekildedir:
GELENEKSEL MÜZİKLER
- Halk müziği: a- Asya Türk kavimleri halk müziği; b- Anadolu halk müziği; c- Halk müziği derleme çalışmaları; d- Çalgılar.
- Divan müziği: a- Türk müzik yazıları sistemleri; b- Türk müzik teorileri ve müzisyenleri; c- Çalgılar.
ÇOK SESLİLİK
- Osmanlı İmparatorluğu Dönemi: a- Türklerin çoksesli müzikle ilk tanışmaları; b- Mızıka-i Hümayun; c- İlk operalar; d- Müzik yayıncıları; e- Besteciler ve icracılar.
- Cumhuriyet Dönemi: a- Müzik okulları; b- Müzik kurumları; c- Müzik yayıncıları ve yayınları; d- Besteciler ve icracılar.
Halk Müziği ve Ulusal Kültür
Bir toplum, yaşayışını sürdürmek için her alanda olması gerektiği gibi, kültür ve sanat alanında da yeni yeni değerler yaratmak zorundadır. Yaratma işi, toplum koşulları ile biçimlenen, sanatçılarla yapılır. Sanatçılar, bir yandan toplumun koşulları ile biçimlenir, diğer yandan yarattıkları eserlerle toplumlarını biçimlerler. Ancak, bu düşünceler her zaman doğru olmayabilir. Bizimki gibi bir geçiş içerisinde olan toplumlarda, genellikle sanatçı, toplumun eski kültürel koşullarından kopuktur.
Toplumun eski ve yeni sanat ürünlerinin yeterince bilinmeyişi, bir yaşayış durumuna gelemeyişi, kendiliğinden sanatçının yaşayışına katılmayışı, genellikle sanatçının da eski değerlere bilinçli olarak katılmayışı, bu biçimleme kopukluğunun başlıca nedenleri arasında sayılabilir. Bu kopukluk, sanatçının da toplumu etkileyememesinin, biçimleyememesinin başlıca nedenlerinden biridir. Toplumun yarattığı değerlerle biçimlenmeyen sanatçı, toplum değerlerinin özüne uygun olacak eserler veremez. Halkın kendi öz kültürüne yabancılaşmasını etkileyemez. İşte bunun sonucunda da toplum ve sanatçı arasındaki kopukluklar sürüp gider.
Toplum ve sanatçı arasındaki kopukluk, toplumun değerlerini bilme ve yaşatma yolu ile toplumun değerlerine, sanatçıların bilinçli bir şekilde açılması ile yok olabilir. Bilme ve yaşatma yolu ile kendi toplumunun değerlerine de açılan sanatçı, bir yandan toplumun değerleri ile etkilenip biçimlenirken bir yandan da yarattığı eserlerle toplumu etkileyecektir. Toplum ve sanatçı arasında kültür alışverişi kurulduğu ölçüde, çok sesli çağdaş Türk müziği var olacak tüm yurtta ve evrensel sanatta gerçek yerini alacaktır.
Klasik Türk Makamlarının Kökeni
Türk halk ezgileriyle klasik Türk müziğinin makam ve uluslara dayanan ezgilerinin birbirleriyle ilişkisi bulunmadığını açıklayabilmek için, klasik makamların tarihî kökenlerini tespite mecburuz ki, bunlar bir kelime ile tekrar bir araya gelen ilişkiler sonucunda yakın Doğu ülkelerinde genelleşen teorilerden başka bir şey değillerdir. Türkler, çok erkenden bu teorileri öğrenmişler, kabullenmişler ve genişletmeye son derece çalışmışlardır. Türklerden Farabi, İbn-i Sina, Safiyyüddin ve Abdülkadir Maragi’nin Arap ve İran’a özgü müzik eserleri, şu anda Yakın Doğu sanatının kaybolmaktan kurtulmuş ilk ciddi kitapları olarak yürürlüktedirler. Şu hâlde, Yakın Doğu ülkeleri müzik beraberliğinin dönemleri hangi yüzyıllardır? Bu sorunun cevabını verebilmek için, Eski Avrupalı müzik tarihçilerince pek az önem verilmiş, genişletilmesine o sıralarda gözle görülür bir şekilde olanak bulanamamış bazı tarihî gerçekleri bilmeye mecburuz. Yani bütün doğruluk araştırmaları, incelemeler ve diğer bilim alanlarındaki araştırmaların en son akımları, Jül Komboryon’un görüşlerine hak verdirerek müşterek Yakın Doğu müziklerinin bazı bilimsel temellerinin Yunanlılar tarafından atılmış olmasını ister istemez gerekli kılmaktadır. Milattan önce 4. ve 5. yüzyıllarda Pisagorcuların matematik felsefeleri arkasından teorik, bilimsel ve matematiksel bir konu hâlini alan müzik Büyük İskender’in Doğu’daki istilalarını takiben, Hindistan’a kadar olan ülkelerde Selefkiler Dönemlerinde -küçük yöresel farklarla- bazı ortak Yunan prensipleri dâhilinde öğrenildi. Çünkü bu yerlerde bir müddet için Yunan kültürü egemendi.
Yunan sanatının etkileri altında kalan bu yüzyıllar Hindistan’ın klasik müziğinde yedişer (yani toplam 21) yan makama kaynak görevi gören üç “ana makam” vardır ki üç ayrı okulu temsil ediyorlardı. Yunanlıların “Katapukrus” adını verdikleri oktavın 24 eşit bölüme (yani diyeze) ayrılmasından ibaret sisteme göre düzenli “anarmonik” adındaki tetrakort formülleri, özellikle, milattan sonra İskenderiyeli Batlamyus ve onu takip edenler elinde çoğalmışlardır.
İran ise coğrafi durum itibarıyla hem asıl Yunan hem de Greko-Budik müziklerin etkisi altında kaldı, Behram-ı Gör’ün (ölümü 438) büyük bir müziksever olduğunu, himayesinde “Lir” çalan Yunanlı kızlardan başka Hindistan’dan getirttiği ve başlıca mesleği müzik olan usta çingene sanatçılar da bulunduğu yazılmıştır.
Türkler “Mavera ül Nehr”i geçer geçmez bütün İran ve Arap teorilerine büyük bir zekâ ile hakim oldular. 14. ve 15 yy. minyatürlerinden, Cengiz ve ardıllarının sarayında Çeng, Vina ve Rebab gibi Güney çalgılarının kullanıldığını anlıyoruz. Bununla beraber, “Uşak” ve benzer makamlar zevki, Türk’ün ruhundaki hakim yerini hiçbir zaman kaybetmedi. Timurleng’in çeşitli düğün ve eğlencelerinde çok kez bu makamlardan çalındığı, tarihte defalarca kayıtlıdır. İşte, bu bilimsel Türk müziğidir ki Konya, Bursa, Edirne ve nihayet İstanbul saraylarında yerleşti. Ancak, ünlü İranlı müzikçiler, başlangıçta, yine ara sıra Türk saraylarına gelip etkilerini yeniliyorlardı. Bununla beraber, Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’de esir aldığı ve o dönemin en ünlü İranlı müzikçisi “Hüseyin Bin Bi-karar” 920’de 4. Sultan Murat’ın Bağdat’ta esir aldığı, yine dönemin ünlü İranlı müzikçisi “Şah Kulu” ile diğer dört İranlı müzikçi, 1047’de Batı Sarayı’na geldiler. Bununla birlikte, Alaturka’nın bütün makamları İran’dan alınma ise de Türk bestecilerinin tamamının “sır”larını kendi zevklerine göre incelettikleri ve bir çok açıklıkta “şube”ler ekiyle bu makamları genişlettikleri kesindir (M. R. Gazimihal’den Alıntı).
Osmanlılarda Mehterhane
Mehter, Farsça “mihter” kelimesinin Osmanlılarda aldığı şeklidir. Anlam olarak ulu ve en büyük manasındadır. Mehter kelimesinin Osmanlılarda ne zamandan beri kullanıldığı, tam ve kesin olarak açıklığa kavuşamamıştı. 17. yüzyılda mehterler üç bölüme ayrılmıştır. Bunların isimleri ise şunlardır: 1- “mehteran-ı alem” veya “mehteran-ı tabl ü alem” yani alemdarlar ve çalıcı mehterler; 2- “mehteran-ı hayme” yani çadır mehterleri; 3- “iç mehterleri” yani konak ve saraylarda bulunanlar.
Teşkilat
Osmanlılarda ilk mehterhanenin oluşumu, Selçuklu Sultanı’nın, Osman Gazi’ye hâkimiyet belirtisi olarak “tuğ” göndermesi ile başlar. Osmanlı Askerî Müziği, Osman Gazi zamanında hayat bulduktan sonra, savaşlarda yer almaya başlamıştı. Fakat Fatih devrine kadar, bu teşkilatın durumunu bizlere anlatabilecek bir belge bulunmamaktadır. Bu teşkilatta ilk gelişme, genişleme Fatih devrinde başlamıştır. Fatih devrinde mehter müziğine verilen önem, daha sonraki devirlerde de devam etmiştir. Mehterhane teşkilat ve kanunlarındaki yenilik Kanuni Sultan Süleyman zamanında olmuş, yabancı temsilcilerin bulunduğu divanlarda, mehterhane takımı yer almıştır.
Mehter Müziği
Mehter müziğini, mehter çalgıları ile yapılan bir müzik türü diye de tarif edebiliriz. Mehterhanelerde, askerî müzik çalanlara da eğlence için müzik yapanlara da mehter adı verilmekte idi.
Mehter Çalgıları
Tarih boyunca mehterlerin çaldığı çalgılar şöyle sınıflandırılabilir: 1- Nefesli Çalgılar: a- Kaba-zurna ve cura-zurnadan oluşan zurnalar, boru, kurrenay, mehter düdüğü, klarnet; 2- Vurmalı Çalgılar: a- Kös, davul, nakkare, tabılbaz, de; 3- Ziller- Çıngıraklar: a- Zil, çevgan.
Batı Müzik Sanatının Cumhuriyet Türkiye’sindeki Öyküsü
Batı müzik sanatının Cumhuriyet Türkiye’sindeki öyküsünü, İmparatorluk Dönemi ve Başlangıç, Cumhuriyet Türkiye’si ve Ankara Devlet Konservatuvarı’na Doğru başlıkları ile irdelememiz gerekir.
İmparatorluk Dönemi ve Başlangıç
Osmanlı İmparatorluğu’nda çok sesli müziğin başlangıcı, Sultan II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması ve dolayısıyla Mehterhane’nin kaldırılıp yerine 1826 yılında Saray Müzik Okulu da diyebileceğimiz Mızıka-i Humayun’un kurulması ile gerçekleşmiştir. Mızıka-i Humayun kurulmadan önce saraydaki müzik eğitimi, Enderun adı verilen okullarda yapılmaktaydı.
Padişah II. Mahmud’un emri ile yapılan çalışmalar sonucunda bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Taşkışla Binası’nda Mızıka-i Humayun adı altında Doğu ve Batı Müziği bölümlerinden oluşan bir kurum 1826 yılında kurularak 1827 yılında faaliyete geçti. İlk dönemde F. Manuel’in görev yaptığı bilinmektedir. Daha sonra tanınmış İtalyan bestecisi Gaetano Donizetti’nin kardeşi Giuseppe Donizetti, Sardunya elçisi Marquie Groppolo’nun aracılığı ile 17 Eylül 1828 yılında İstanbul’a getirtilmiş ve Miralay (Albay) rütbesi ile Mızıka-i Humayun’un başına atanmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’si
Cumhuriyet Türkiye’sinde ulusal karakterlerin yaşaması fikrini ilk kez Mahmut Ragıp Gazimihal’den öğrenmekteyiz.
Türkiye’de müzikte ulusalcılık akımı dendiğinde, ilk olarak Türk Beşleri diye de anılan beş besteci ve eğitimci karşımıza çıkmaktadır. Bu isimler: Ahmet Adnan SAYGUN, Ulvi Cemal ERKİN, Necil Kazım AKSES, Cemal Reşit REY ve Hasan Ferit ALNAR’dır
Türkiye’de Cumhuriyet yönetimlerinin, ulusalcılık ve ulusal kültürü çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma ilkelerinin süreklilik gösterdiği gözlenmektedir. Bu konudaki temel nitelikteki örneklemeleri şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Mızıka-i Humayun’un tüm kadrosu ile beraber Ankara’ya taşınması ve 2021 sayılı yasa ile Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir orkestra haline dönüştürülmesi; 2- Mızıka-i Humayun’un askerî bando kısmının Armoni Mızıkası’na dönüştürülüp Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması; 3- 1936 yılında 4701 sayılı yasa ile Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın kuruluşu; 4- 1957 yılından itibaren 6940 sayılı yasa ile aynı orkestranın Riyaseti Cumhur Senfoni Orkestrası adını alışı; 5- 1947 yılında ilk bale okulunun İstanbul’da kurulması ve sonradan aynı okulun 1950 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’na bağlanması; 6- 1930 yılında Gülhane Parkı’nın Alay Köşkü’nde ilk Opera Cemiyetinin kuruluşu; 7- 1936 yılında dünyaca ünlü yönetmen Karl Ebert’in Türkiye’ye gelişi ile beraber, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Tiyatro Bölümü ve Opera Bölümü’nün kuruluşu; 8- 1934 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün kuruluşu; 9- 1949 yılında özel yasa ile çalışmaya başlayan Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin oluşumu; 10- 1948 yılında çıkartılan 2545 sayılı Harika Çocuklar Yasası’nın oluşumu, Cumhuriyet Türkiyesi’nde devletin sanata karşı verdiği üstün uğraşıların bir bölümü olarak bizlere yansımaktadır.