TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKTİSAT TARİHİ - Ünite 5: Dünya Ekonomisine Eklemlenme (1946-61) Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: Dünya Ekonomisine Eklemlenme (1946-61)

Giriş

İkinci Dünya Savaşı, dünyayı yeniden şekillendirmiştir. Savaş öncesinde ülkelerin bireysel kavgaları, bireysel ekonomik ilişkileri, bireysel parasal problemleri söz konusudur. Savaş sonrasında ise bireysel çıkarlar ve çatışmalar IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik birlikteliklerin, NATO, Varşova Paktı gibi askeri birlikteliklerin içinde yok olmaya başlamıştır.

Savaşın iki galibi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) takım kuran rakip iki oyun kurucu gibi, takım arkadaşlarını belirlerken, dünyada da iki kutuplu Dünya düzeni ortaya çıkmıştır. Bu ülkeler arasındaki stratejik oyun da soğuk savaş olarak isimlendirilmiştir. Dünya yavaş yavaş küçük bir köye dönerken, ülkelerin egemenlikleri ve bağımsızlıkları tartışılır hale gelmektedir.

Bu yeni düzen içerisinde Türkiye’nin kalkınma temel sorusuna verdiği cevap da değişmeye başlamıştır. 1946 sonrası dönem Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve askeri alanlar başta olmak üzere her alanda yeni tercihler yaptığı bir dönemdir. Dünya’daki değişime ayak uydurmaya çalışarak uluslararası kurumlara üye olmak, çok partili düzen, yeni mali kaynaklar ve o kaynaklara ulaşma koşulları, Türkiye’nin kalkınma için çizdiği rotayı değiştirmiş ve yönlendirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dünya

İkinci Dünya Savaşı sonlandığında, savaşın fiili iki galibi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’dir. Bu ülkelerden ABD savaş boyunca kendi ülkesi sınırları içinde sıcak çatışmadan uzak bir savaş yürütmüş, Avrupa’dan kaçan sermayeye vatanlık yapmıştır. Sovyetler Birliği ise, müttefiklerle birlikte hareket ederek, savaşta ciddi insan kaybına uğramasına rağmen savaş sırasında işgal ettiği ülkelerde askeri birlikler bulundurmayı başarmıştır. 1940’ların ikinci yarısında Dünya, bu iki galibin etrafında yeniden şekillenmektedir.

Franklin D. Roosevelt vefat etmiş, Winston Churchill seçim kaybetmiştir ve Josef Stalin yönetimindeki SSCB Orta ve Doğu Avrupa’yı işgal etmeye başlamıştır. Bu değişiklikler Potsdam Konferansında oluşacak metni de etkilemiştir. Bu ortamla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran barış antlaşması aşağıdaki temel başlıkları içermektedir:

  • Milliyetçiliğin ve militarizmin ortadan kaldırılması,
  • Almanya’nın ve Avusturya’nın dört işgal bölgesine ayrılması, Berlin’e özel bir statü tanınması,
  • Almanya’nın küçültülmüş sınırlarının ötesinde kalan Almanların, yeni Almanya’da iskân edilebilmesi için bulundukları bölgelerden “nazikçe” göçlerinin sağlanması
  • Alman askeri gücünün kaynağı sanayi tesislerinin imha edilmesi,
  • İşgal bölgelerini yöneten askeri komutanlar arasında eşgüdümü sağlamak üzere Denetleme Kurulu oluşturulması ve onun gözetiminde yerel yönetimler ve Alman merkezi makamlarının görevlendirilmesidir

Potsdam’da üzerinde tartışılan konulardan biri olan Berlin, savaş sonrası ortamın bir simgesi olarak düşünülebilir. Almanya’ya ve başkent Berlin’e dört müttefik Amerika, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği farklı bölgelerden, birlikte girmişlerdir. Fakat sonrasında birlikte hareketleri sınırlıdır. Eşgüdümü sağlayacak ve oy birliği ile karar alabilen Denetleme Kurulu çok az çalışma şansı bulmuştur. Bir süre sonra Amerika, İngiltere, Fransa’nın hareketleri ve işgal yönetim birimleri birbirleriyle uyumlu hale gelirken, Sovyetler Birliği yalnız hareket etmeye başlamıştır. Bu durum Berlin’in ve Almanya’nın önce fiilen ikiye bölünmesine, sonra da 1954’ten itibaren Almanya Federal Cumhuriyeti (Batı Almanya) ve Alman Demokratik Cumhuriyeti (Doğu Almanya) olarak iki devlet haline gelmesine neden olmuştur. Bu bölünmenin vücut bulmuş simgesi olan Berlin Duvarı da, 1961’de, SSCB’nin Berlin’de savaşın galibi olarak işgal ettiği bölgeleri diğerlerinin bölgelerinden ayırması ile oluşmuştur. Bu yıllarda ikiye bölünen sadece Berlin ve Almanya değildir. Churchill, 1946’da Westminster kolejinde ABD Başkanı Truman’ın önünde yaptığı konuşmada, bir tarafta Amerika ve taraftarları, diğer tarafta ise Sovyetler Birliği ve taraftarları olmak üzere, Avrupa’nın “demir bir perdeyle” ikiye bölündüğünü ifade etmiştir

İkiye bölünmüş Dünya, yani iki kutuplu Dünya, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar devam edecek olan askeri, ekonomik, siyasi dünya düzeninin temel verisini oluşturmaktadır. İki kutuplu denmesinin nedeni iki süper gücün varlığı ve onların etrafında şekillenen Dünya düzenidir. Savaş öncesindeki dünya düzeni Avrupa merkezlidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise ortak hareket eden iki grup ve onların içinde ana merkezler olarak düşünülebilecek ABD ve SSCB vardır. Bu sistemde, yetkilerini az veya çok ortakları ile paylaşmalarına rağmen nihai karar alıcı bu iki devlet gibi görünmektedir. Bu dönemde, tüm ülkeleri taraf tutmaya ve birlikte hareket etmeye iten bir psikolojik ortam vardır. Hatta bu iki güçle birlikte hareket etmek istemeyenler bile bir arada olmaya zorlanmışlardır. Bağlantısızlık hareketi bu dönemde iki taraftan da olmamaya çalışanların örgütlenmesi olarak düşünülebilir.

İkiye bölünmüş dünya düzeni, birlikte hareket etmesi gereken, dolayısıyla ortak kararlar alması gereken ülkeleri ve bu ortak kararlar için de kurumları beraberinde getirmiştir. Bretton Woods görüşmelerinde oluşan IMF ve Dünya Bankası ekonomik alandaki kurumlar arasında sayılabilir. Askeri alandaki birliktelik için ise NATO, Varşova Paktı düşünülebilir. 1949’da Washington’da imzalanan anlaşmayla kurulan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ABD ve çevresindekilerin askeri birlikteliğidir. Antlaşmaya imza atan ülkeler olası bir dış güçten gelebilecek saldırıya karşı ortak savunma sözü vermektedirler. İkinci kutup, NATO’nun kuruluşu sonrası, 1955’te Federal Almanya’nın NATO’ya alınmasının da tetiklemesi ile Varşova’da sekiz sosyalist ülkenin imzaladığı Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması ile kurulan Varşova Paktı’dır. Bu tarafgir yapı, iki grubun birbirine karşı hiç kullanmayacağı silahları üretmek için askeri harcamalar yapmasına, birbirleri ile buldukları her ortamda yarışmasına, birbirleri hakkında bilgi edinmek için özel bir çaba göstermesine neden olmuştur. Ayrıca iki süper güç arasındakiler hariç tüm çatışmaları dondurarak, I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni devletlerin ayakta kalmasını sağlamıştır. Bütün bunlara rağmen bu sert ortam çok az sıcak çatışmalarla sonuçlanmıştır. Bütün bu dönem boyunca asıl olan, uzun süreli uluslararası siyasi, ekonomik ve askeri bir gerginliktir ya da sıkça kullanılan adıyla soğuk savaştır.

Savaş Sonrası Uluslararası Ekonomik Yapı

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik düzen için iki temel bilgiden bahsetmek gerekir:

  • Bunlardan ilki Bretton Woods’da oluşan ekonomik yapıdır,
  • Diğeri de dönemin ekonomik felsefesini sunan Keynesyen iktisat teorisidir.

Bretton Woods Parasal Düzeni

IMF ve Dünya Bankası, Bretton Woods sisteminin kurumları; dolara bağlı parasal düzen de Bretton Woods parasal düzeni olarak isimlendirilmektedir. IMF’ye üye olan ülkeler, ulusal paralarının diğer paralar karşısında değeri üzerindeki tam ve mutlak yetkilerinden vazgeçmektedirler. Bu ve benzeri kurumlar lehine yetki devirleri, geleceğin dünyasında sıkça kullanılacak bir yöntem olarak 1940’larda şekillenmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik ortam, savaş sırasında, 1944’de ABD’nin küçük bir şehri olan Bretton Woods’da oluşturulmuştur. Dünya’daki bütün ulusların, günümüzde de ekonomik hayatlarını en çok etkileyen kurumlar, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve bugünün Dünya Bankası’nın (World Bank) bir parçası olan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD), bu şehirde toplanan Para ve Finans Konferansı’nda tartışılmış ve vücut bulmuşlardır.

Konferansı’nın amacı, yaşanan iki dünya savaşı deneyimini yaratıcı bir tecrübeye dönüştürmek, aynı sorunları yeniden yaşamamak için çözüm üretmektir. Bunun için de konferansta kurların oluşması, kurların yıkıcı rekabette kullanılmasının sınırlandırılması ve kurların arkasındaki asıl sorun olarak da ülkelerin uluslararası ticaretlerinin kayıt altına alındığı “Ödemeler Dengesi” sorunlarına müdahale edilmesi tartışılmıştır.

Sonuç olarak da konferans sonuç metni olan antlaşma, ülkelerin kendi ürünlerini satabilmek için giriştikleri yıkıcı kur ayarlamalarına engel olmak için, ülkelerin ulusal paralar üzerindeki tam ve mutlak yetkilerini sınırlandırmaktadır. Ayrıca kısa süreli ödemeler dengesi sorunları çözmek için bir sigorta sandığı (IMF) ve uzun süreli kalkınma problemleri için de bir destek sandığı oluşturulmaktadır. Böylece Bretton Woods’da uluslararası para sisteminin kuralları, kurumları ve süreçleri yeniden düzenlenmektedir. Birinci Dünya Savaşı öncesi ulusal paraların ülke içinde arz edilmesinde de uluslararası ödemelerde kullanılmasında da altına bağlı bir düzenleme vardır.

“Altın para standardı” ya da “altın standardı” olarak isimlendirilen bu sistemde, Merkez Bankası’nın kasasındaki altın, piyasadaki tüm kâğıt paradan az değildir. Böyle bir durumda piyasada dolaşan paranın değerini belirleyen aslında Merkez Bankası’nın kasasındaki altın vb. değerli madendir. İki savaş arası dönemde ülkeler önce altın standardına dönmeyi denemişlerdir. ABD’de 1919’da, İngiltere 1925’de kendisiyle birlikte hareket eden devletlerle birlikte ve 1928’de geri kalan ülkelerin tamamı altın standardına geri dönmüştür. Türkiye bu dönemde önce Sterlin’le birlikte, sonra İngiltere’nin standarttan ayrılmasıyla da standartta devam eden ülkeler ile birlikte hareket etmiştir.

Ayrıca altın kambiyo sistemi dolara rezerv para özelliği kazandırmıştır. Diğer bir ifade ile altın kambiyo sistemi altında bütün Dünya’daki Merkez Bankaları kasalarında, dış ödemeler için altın ve dolar tutacak; dış ticaret ödemelerinde bu ikisini bir birine denk olarak kullanabileceklerdir. Bu yapı 1970’lere kadar, dolara Dünya parası özelliği, Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve Bank) matbaasına, Dünya piyasası için basma yetkisi, ABD’ye de kendi harcamaları için yüksek bir ödeme gücü kazandıracaktır.

Keynesyen İktisat Teorisi

Savaş sonrasında Dünya’da İngiliz iktisatçı J. M. Keynes’den adını alan Keynesyen İktisat Teorisi yaygın uygulama alanı bulmuştur. Keynes teorisinde, toplam talebin bir ekonomide en önemli taşıyıcı güç olduğu iddia etmektedir. “Klasik iktisat teorisi” olarak adlandırılan kendisinden önceki teori ise arzın öncelikli olduğunu vurgulamaktadır. Bu basitçe Keynes’e göre talebi oluşturan hükümet (ya da devlet), işletmeler ve hane halklarının toplam harcamalarının değişmesinin ekonomik krize engel ya da neden olabileceği fikridir. Klasikler de aynı etkiyi arz yani üretimin yapacağını düşünmektedirler.

Keynes ekonomide bir sorun olduğunda talebi harekete geçirecek devlet müdahalelerinin ekonomiyi canlandırabileceğini iddia etmektedir. Müdahale ise devletin gelirlerine bağlı olmaksızın örneğin bireylerin gelirlerine zam yaparak ya da sonuçları uzun vadede alınacak kamu yatırımları yaparak oluşturulabilir. Bu nedenle Keynesyen iktisat teorisi ile açık bütçe finansmanı arasında bir ilişki vardır. Devlet, vatandaşlarının gelirlerini artırmayı başarırsa, vergilerden kaynaklanmasa da enflasyon yaratmadan kriz aşılabilir. Bu iddianın çalışabilmesi için ekonominin üretim faktörlerini tam olarak kullanmıyor olması gerekir.

Genç Türkiye Cumhuriyeti de başlangıçta açık bütçeye ender durumlarda başvurmuştur. 1970’lerde yan etkisi olan enflasyon sorunları ağırlaşıncaya kadar da tüm dünyada uygulanmıştır.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Türkiye

Savaş sonrası Türkiye ekonomisi birkaç değişkenden etkilenerek yeniden şekillenmiştir. Bunlardan ilki, savaş süresince takip edilen ekonomik politikaların bireysel gelirleri ciddi derecede aşındırmış olmasıdır. Genellikle kamu bütçesindeki hizmetlerin finansmanı için, hükümetlerin, ülke sınırları içinde kişi ya da kurumlara ulusal para cinsinden borçlanmasına iç borçlanma (istikraz) denilmektedir. İç borçlanma, bireysel tasarrufların devlet eliyle kullanılması nedeniyle, satın alma gücünün özel kesimden kamusal kesimlere aktarılması olarak düşünülebilir. 1933’e kadar Türkiye’de iç borçlanma yapılmamıştır. 1933-38 dönemindeki yapılan iç borçlanmaların hemen hemen tamamı ulaşım yatırımlarının finansmanı için, İkinci Dünya Savaşı döneminde yapılan iç borçlanmalar, savunma harcamalarının finansmanı için kullanılmıştır. Bütçe açıklarının finansmanı için iç borçlanmaya ilk kez 1946- 1950 döneminde gidilmiştir. 1950-1960 döneminde de bütçe dengesi için istikrazlar yapılmış, bu dönemde sayıları artan iktisadi devlet teşekkülleri, Hazine kefaletine haiz borç senetleri çıkararak yeni bir iç borç türü meydana getirmişlerdir. Planlı dönemde ise iç borçlanma konusunda, ekonominin genel dengesinin bozulmaması için kamunun finansman açığının uzun vadeli iç borçlanma ile karşılanacağı kabul edilmiştir.

Savaş sonrası ortam, yeni bir dünyayı göstermektedir. Bu noktada Türkiye ekonomisini şekillendiren ikinci değişken olarak yeni Dünya düzeni ortaya çıkmaktadır. Bu yeni Dünya’da borçlar kurumlar aracılığı ile verilecek ve alacaklar yine kurumlar aracılığı ile tahsil edilecektir. Sonuçta, Türkiye ilk kaynak bulma denemelerinde, Truman Doktrini kapsamında ve Marshall Yardımları adı altında finansman bulunabileceğini görmüştür. Fakat Truman Doktrini, ABD ile Sovyetler Birliği arasında yeni oluşmaya başlayan soğuk savaştan dolayı, askeri harcamalar için oluşturulan fonu içermektedir. Marshall Yardımları ise, savaş sonrası Avrupa’nın ekonomik sorunlar yüzünden komünizme savrulması ihtimali nedeniyle, Avrupa’nın yeniden yapılanması için düşünülmüştür. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, finansman bulmak mümkündür ama her şey için değil, belli amaçlar için yaratılmış ve belli sınırlılıklarla kullanılabilecek fonlar söz konusudur. Daha önemlisi bu kaynaklar ancak kurumlar aracılığı ile kullanılmaktadır. Yardım, 1947-1960 yılları arasında faaliyette bulunacak olan Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC) aracılığı ile dağıtılmaktadır. Askeri kaynakların dağıtımı için ise, bir süre sonra NATO yetkili olacaktır ve savaş sonrası oluşan Dünya’nın yeni kurumları, ancak üyelikle hizmetlerini sunmaktadırlar.

Türkiye için kalkınmanın finansmanı kurumlara üyelikten, bu dünya ile bütünleşmekten geçmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan Dünya düzeninde Türkiye tercihini sisteme üyelikten yana yapmıştır. Kurumlara üyelik zaten birbirinin ön şartı içinde yer aldığı için, birine üye olmak diğerlerine üyeliği de zincirleme getirmektedir.

Bu kurumlar arasında en çok düşünülecek kurum, daha önce bahsedildiği gibi devletin kur yetkisinde sınırlamalar getirdiği için IMF’dir. Dönemin hükümeti de kur yetkisinden vazgeçmek konusunda endişelidir. IMF’ye üye olmadan, henüz tam kontrolleri altındayken, Türk lirasının diğer paralar karşısındaki değerine karar vermek önemli bir karar olarak ortaya çıkmıştır. Bu Türkiye’yi 1946 devalüasyonuna getiren olayların bir yüzüdür. Diğer yüz, kurun teorik olarak belirlenmesine kullanılacak olan dış ticaret dengesidir. Dış ticaret dengesi ile ulusal paranın yurt dışı değeri arasında yakın ve karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Dengenin sonucu para üzerinde etkili olduğu gibi, para değeri değiştirilerek de ihracat ve ithalata müdahale edilebilir. Bir ülkenin dışarıya sattıkları (ihracat), dışarıdan aldıklarından (ithalat) çoksa, bütün ülke sınırlarından mal ve hizmet giriş ve çıkışlarını gösteren tablo “ödemeler dengesi” fazla verir ve ulusal paranın değeri yükselir (revalüasyon). Eğer ithalat ihracattan fazla ise ve bu süreklilik içeriyorsa, ulusal paranın değeri düşer (devalüasyon).

Türkiye’de Özal’lı yıllardaki değişikliklere kadar ayarlanabilir sabit döviz kuru ve sıkı kambiyo kontrolleri uygulanmıştır. Sabit döviz kuru sistemlerinde ulusal paranın yabancı paralar karşısındaki değeri, ülkenin para otoritesi tarafından resmi olarak belirlenmektedir. Sabit kurun ayarlanabilir olması, ulusal paranın değerinin belirlenen kriterlere göre zaman zaman ancak resmi otoriteler tarafından değiştirilebileceğini göstermektedir.

1940’lara geri dönersek, Türkiye savaş yıllarında sonraki yıllarda da yapacağı gibi tarımsal ürünler ve işlenmemiş maden ihracatı yapmaktadır. 1940’a kadar, yüksek çelik ürünlerinin yapımında kullanılan krom, savaş yıllarında savaş araçlarında kullanılmıştır. Savaş yıllarında ABD ve İngiltere “önleyici ticaret” (Almanya’ya satılmasın diye) kapsamında, Türkiye’den krom satın almıştır. 1941’den sonra ise, Türkiye’nin Müttefik Devletleri ile kara bağı koptuktan ve Almanya ile karşılıklı saldırmazlık anlaşması imzalanmasından sonra Almanya’ya da krom satılmaya başlanmıştır. Savaş bittiğinde, her iki tarafın da çok sevmediği bir ortak olarak Türkiye, maden ihracatı nedeniyle ödemeler dengesi fazlası veren bir ülkedir.

Sonuç olarak, dönemin hükümeti, 7 Eylül 1946’da kur değişikliğini ve dış ticarette liberalizasyonu içeren bir dizi önlemi alarak IMF’ye üye olmayı tercih etmiştir. 7 Eylül kararları ile primli kur sistemi kaldırılmış, Türk lirası devalüe edilmiş, ithalatta kontenjan, tavan uygulamaları kaldırılmış, dövizle ithal edilecek malların listesi genişletilmiş, ulusal sanayinin korunması amacıyla bazı alanlarda gümrük tarifeleri gözden geçirilmiştir.

Uygulanan Politikaların Sonuçları

1946’dan itibaren uygulanan genişleyici dış ticaret, para ve maliye politikalarının sonuçlarını birkaç bakış açısından değerlendirilebilir. Sonuç alanlarından ilki tarımsal politikaların sonuçları olarak görülebilecek kentleşme ve istihdamdır. İkincisi ise, yapılan yatırımlarının ekonomik gelişmede yarattığı etki ve nihayet ödemeler bilançosu açıklarının yarattığı krizdir.

Dönem boyunca uygulanan ekonomik politikaların sonuçları birkaç gösterge aracılığı ile izlenebilir. Burada kalkınmayla ve büyümeyle ilgili göstergelerden en basitleri tercih edilmiştir. Ekonomi teorisi açısından kalkınma niteliksel bir dönüşümü simgeler, büyüme ise daha çok sayısal bir kavramdır.

Dönemin kurum tabanlı uluslararası kutuplaşmaları, sağlık hizmetinde de görülmektedir. 1952 yılında, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi milletlerarası kurumlardan yardım alınarak, Sağlık Bakanlığı bünyesinde Ana Çocuk Sağlığı Şube Müdürlüğü, 1953’de de Ana ve Çocuk Sağlığı Tekâmül Merkezi kurulmuştur. Bu merkezlerin çalışmaları yine bir kalkınma göstergesi olan bebek ölüm değerlerini düşürmüştür. Dönemin başında 1950’de her bin bebekten 233’ü kaybedilirken, 1960 gelindiğinde bu oran 176’ya düşmüştür. Ayrıca Ana ve Çocuk Sağlığı Merkezleri 2000’li yıllara kadar sosyal güvenlik ağının en iyi çalışan birimlerinden olmuştur. Ülkedeki niteliksel dönüşümün bir diğer göstergesi insan ömrü olarak düşünülebilir. Farklı ülkelerde, yaşayan insanların nasıl bir yaşam sürdükleri, ülkenin vatandaşlarının ortalama ömürlerinden tahmin edilebilir

1954’den sonra dış ticaret hadlerinin daralması, gelirleri de artmış hane halklarının almak istedikleri ürünler için yurt içinde talep yaratmıştır. Artan gelirle hane halkları merdaneli çamaşır makinesi, gırgır olarak ünlenen yer süpürgesi, radyo, pikap gibi dayanıklı tüketim malları ile tanışmışlardır. Taksitli satışlar kısa sürede alışıla gelen bir alış veriş türü haline gelmiştir ki düzenli bir gelirin göstergesi olarak düşünülmesi gerekir. İthalatın daralması, düzensiz geliri olan kentli büyük/küçük tacir sınıfını ilk kez kendisine güveneceği bir gelir seviyesine ulaşmasına neden olmuştur. Bu grup 1954’e kadar yabancı ürünlerin ithalatçıları, 1954’den sonra, ithalat imkânı kalmayınca yabancı ortakları ile içeride çoğunlukla montaj hatlarında üretim yapan Türkiye’nin ilk sanayicilerini oluşturmuşlardır.

Türkiye’de devletin ekonomik hayatta oynadığı rol, herhangi bir doktrin ya da ideolojinin zoru ile oluşmamıştır. Aksine ekonomik yapının özellikleri zorladığı için oluşmaktadır. Ayrıca geri dönmek için ne sebep ne de imkân vardır.

1950’lerde kentleşme, uygulanan pek çok politikanın beklenmeyen bir sonucu, bir yan etkisi olarak ortaya çıkmıştır. Bunun ilk nedeni Türkiye’de yaşanan yüksek nüfus artış hızı olarak düşünülebilir. Türkiye Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren nüfus artırıcı (pronatalist) politikalar takip etmiştir. 1940’ların ikinci yarısında bu artışın hızlanmasının diğer nedeni ise Cumhuriyetin ilk kuşağının doğurganlık yaşına gelmesi, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle silahaltında olan grubun evlerine dönünce evlenmesi ve çocuk sahibi olmasıdır. Hatta sağlık alanında penisilin (ölüm oranını düşürüyor) ve DDT (zararlı haşerelerle mücadele işe yarıyor) kullanımının ölüm oranlarını düşürdüğü bunun da nüfus artışına katkısının olduğu iddia edilmektedir.

Kentlerdeki nüfus artışının tek nedeni doğurganlığın artışı ve ölüm oranlarının düşüşü değildir. 1950’ler boyunca aynı zamanda yüksek bir köyden kente göç, iç göç yaşanmıştır. 1950-60 arasında uygulanan tarımsal politikaların, makineleşmenin, sulama ve yeni tohumlar için yapılan yatırımların tarım sektörünün verimliliğini artırması, köydeki iş gücü fazlalığını ortaya çıkarmıştır. Ulaştırma sektörüne yapılan yatırımlar da kentlerin sundukları imkânları görülebilir, kendilerini kolay ulaşılabilir kılmıştır. Ayrıca köydeki bütün gelişmelere rağmen, buraya kadar okurken de öğrendiniz gibi, hala şehirlerle köyler arasında imalat sanayinin kentlerde olmasından yola çıkarak kent lehine kişisel gelir farklılığı vardır, eğitim, sağlık gibi sunulan hizmetlerde de kent lehine farklılıklar vardır. Bütün bu yaşananlar Anadolu’nun yüzyıllardır süren içe kapalı, durağan dengesinin değişmesine neden olmuştur

Köyden kente göçenler, hem kişisel nitelikleri hem de işlerin azlığı nedeniyle sanayi sektöründe düzenli bir işe yerleştirilememişlerdir. İngiltere, Almanya gibi bugünün gelişmiş ekonomileri, sanayileşmenin ilk basamaklarında iken, kentlerdeki sanayi yatırımları tarımdan çözülen kitleyi toplamıştır, hatta köydeki çözülmenin nedeni kentlerdeki sanayi tesislerinin onları çekmesidir. Bu hareket, bu ülkelerin kendilerine has istihdam oranlarında, çalışan kitlenin en büyük kısmının önce tarımda sonra sanayide olması şeklinde gözlenebilmektedir. Fakat Türkiye gibi sonradan gelişen ekonomilerde, ekonomik kalkınma istihdamın tarımdan sanayiye akması şeklinde izlenememektedir. Aksine çalışabilecek nitelikteki bireylerin tarımdan hizmetler sektörüne geçtiği görülmektedir. Bu da köyden gelenlerin düzenli işlerinin ve gelirlerinin ve bu duruma bağlı olarak sosyal güvencelerinin olmaması sorunlarını yaratmaktadır.