TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKTİSAT TARİHİ - Ünite 4: İkinci Dünya Savaşı’nda Türk Ekonomisi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: İkinci Dünya Savaşı’nda Türk Ekonomisi
İkinci Dünya Savaşı’nda İzlenen İç ve Dış Politika
İç Politika
Milli Şef İsmet İnönü, savaş yıllarında Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasını belirleyen en önemli siyasal aktör olmuştur. İsmet İnönü, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü üzerine Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın dolayısıyla ordunun da desteğini alarak Cumhurbaşkanı seçilmiş ve yeni bir yapı tesis etmeye çalışmıştı.
İsmet İnönü, iç barışı sağlamak üzere Atatürk’e ve kendisine muhalif olanlarla barışma yoluna gitmiş ve başta Kazım Karabekir olmak üzere bazı kişilerin de 31 Aralık 1938 ara seçimlerinde milletvekili olmalarını sağlamıştı.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında otoritesini tahkim ettiği bir sırada ülkenin kültürel modernleşmesine de katkı sağlayacak hamlelerde bulunmuştu. Halkevlerinin işlevlerini daha geniş bir tabana yaymak, Cumhuriyet ideolojisini köylere ulaştırmak amacıyla Halkodalarının oluşturulmasını teşvik etti. Hiç kuşkusuz bu dönemin en ünlü ve en tartışmalı hamlelerinden biri Köy Enstitüleri’nin kurulmasıdır. Doğu ve Batı klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi de dönemin üzerinde durulması gereken önemli kültürel çalışmaları arasında yer almıştı.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında seferberlik halinde bulunulması ve bir milyona yakın kişinin askere alınması nedeniyle ciddi bir finansman ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bunu karşılamak için “Savaş Sırasında Alınan Ekonomik Önlemler” başlığı altında düzenlemeler gerçekleştirildi. Savaş boyunca izlenen sosyo-ekonomik politikalar CHP iktidarına karşı hoşnutsuzluk yaratmıştı. 1945 yılında savaş bittiğinde “milli şef” dönemi aşamalı bir şekilde sona erdirilecekti.
Dış Politika
Türkiye, 1930’larda yeni bir dünya savaşının ufukta belirdiği bir sırada, ittifaklara katılmama politikasını gözden geçirerek, bölgesel ittifaklar içinde yer almaya başlamıştı. Balkan ve Sadabad Paktları bunun somut örnekleriydi. Özellikle İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesi (8 Nisan 1939) ve Almanya’nın Orta Avrupa’da irredentist politikalara yönelmesi Türkiye’yi bir hayli kaygılandırmıştı. Bunun üzerine Türkiye, 12 Mayıs’ta İngiltere ve 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı deklarasyon imzalamıştı,
Irredantizm: İtalyanca irredantia (kayıp topraklar) kökünden gelen bu kavram, ilk olarak 19. yüzyıl İtalyan ulusal hareketi sırasında kullanılmaya başlandı. Bir devletin kendi sınırlarına yakın soydaşlarının bulunduğu bölgeleri ilhak etmesidir. Bu dönemde, Türkiye, hem İngiltere hem de Almanya için stratejik önemde bir ülkedir. İngiltere, Mısır’ı, Ortadoğu’yu ve dolayısıyla Hindistan ikmal yolunu koruma arzusuyla Türkiye’ye ihtiyaç duymuştu. Almanya da, Arap petrollerine ve bölgedeki Nazi yanlısı güçlere ulaşmanın bir yolu olarak Türkiye’yi yanında görmek istemişti. Bu bağlamda Türkiye ise, Birinci Dünya Savaşı’nda alınan dersler sonucu savaşın dışında kalma ve Müttefiklerden (özellikle İngiltere ve ABD) yardım alma niyetiyle hareket etmişti.
Başbakan Saracoğlu’nun 25 Eylül 1939’da başlayan Moskova ziyaretinde Türk-İngiliz-Fransız İttifakı ile TürkSovyet dostluğunu ortak bir potada birleştirmeyi ve Alman-Sovyet yakınlaşmasının altında yatan temel dinamikleri öğrenmeyi hedeflemişti. Ancak Sovyetler 1 Ekim’de Stalin’in de katıldığı görüşmelerde, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilerek Boğazların ortak savunulması, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişlerinin engellenmesi ve Türk-İngiliz-Fransız İttifak antlaşması taslağında birtakım değişiklikler yapılması koşullarını gündeme getirmeleri süreci başarısızlığa uğrattı.
Almanlarla yapılan saldırmazlık ve krom satışı antlaşmalarının ardından Türk-Amerikan ilişkilerinde gerginlik yaşanmıştır. ABD, yapılan antlaşmaların Türk politikasının dengeli olmadığını gösterdiğini düşünerek Türkiye’ye ekonomik yaptırımlar uygulamıştır. Pearl Harbor baskınından sonra İngiltere’nin arabuluculuğuyla ABD, ılımlı bir tavır takınmış ve “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” ndan yararlanma hakkını Türkiye’ye tekrar sunmuştur.
Ödünç Verme ve Kiralama Yasası (Lend-Lease): ABD'nin Mihver devletlerine karşı 1941-1945 yılları arasında Müttefik ülkelere savaş malzemesi sağlamak için geliştirdiği destek programıdır
1 Ocak 1944 tarihinde Türkiye’ye gelen Müttefik askeri heyetinin bir ay zarfında sonuç alamayıp aniden geri dönmesiyle İngiliz-Türk ilişkileri gerginleşmiştir. Bunun üzerine İngiltere ve ABD, Türkiye ile ilişkilerin dondurulduğunu ve yapılan malzeme yardımının da durdurulduğunu açıklamışlardır. Bu dönemde Almanlarla yapılan krom satışı anlaşmasının yenilenmesi, bozulan ilişkileri daha da germiştir. Bu gelişme üzerine Müttefikler, 4 Nisan’da stratejik hammaddelerinin satışının sürmesi halinde Türkiye için abluka tedbirlerinin alınacağını bildirmişlerdir. Bu tehditten sonra Türkiye 21 Nisan’da krom satışını tamamen durdurduğunu açıklamıştır.
Hükümetler ve Ekonomik Politikanın Belirlenmesi
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na katılmamakla birlikte, 1939-1945 yılları arasında savaş ekonomisi sorunlarıyla uğraşmak durumunda kalmıştır. Buna göre, bu dönemde Türkiye’nin içine girdiği seferberlik havası, üretim kapasitesi yüksek faal nüfusun silâhaltına alınmasına yol açmış, böylece ordudaki asker sayısı artmış ve bütçeler de savunma masraflarına tahsis edilmiştir.
Üretimdeki düşüşe kırsalda üretilen malın kente aktarılamaması da eklenince kentli nüfusun beslenmesi sorunu da ortaya çıkmıştır. Bu durumun en bilinen sonucu ise büyük kentlerde uygulanan ekmek karnesi (yani ekmeği karne karşılığında ve kısıtlı adetlerle kişilere vermek) uygulaması olmuştur.
İthalatla harcanamayan para ve ihraç fazlası ürünler içeride birikmiş, altın ve döviz rezervleri kabarmış, üstelik devlet, gelirlerini karşılamak için para basmış, bu birikmeyle de paranın değeri düşmüş ve ürünlerin fiyatları da böylece artmıştır.
İktisat tarihi çalışmalarında bu bunalımlı tablonun ya da en azından vurgunların temel nedeni olarak, savaştan iki yıl önce işbaşında bulunan Celal Bayar Hükümeti’nin ılımlı ekonomi politikalar izlemesi ve ardından gelen Refik Saydam ile Şükrü Saraçoğlu Hükümetlerinin savaşa hazırlıksız yakalanmaları gösterilmektedir. Bu noktada genel kanı, Türkiye’de 1930’lu yıllarda uygulanan devletçi ilkelerin devamı getirilmiş olsaydı, savaş döneminde durumun daha farklı olacağı şeklindedir.
Bu dönemde hükümetlerin iktisat politikaları ekonomik büyüme ve gelişmeleri hızlandırmaktan ziyade, ürün fiyatlarında oluşan artışları önlemek, patlak veren karaborsa ile mücadele etmek ve vurguncu zenginliklerle birlikte ortaya çıkan sosyal adaletsizlikleri çözmek yönündedir.
Refik Saydam Hükümeti
Celal Bayar’ın görevinden istifa etmesinden sonra 25 Ocak 1939 tarihinde başbakanlığa getirilen Refik Saydam, savaşın başlarında izleyebileceği iki farklı politika ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlar;
- Birincisi, mevcut bütçe imkânları ile ordunun ve kentli nüfusun temel beslenme ihtiyacını karşılama için ticareti devlet denetimi altına almak ve sıkı polis denetimli bir fiyat sınırlaması uygulamak,
- İkinci ise iç ve dış piyasalarda savaş kıtlıklarından doğan talep artışlarının, çiftçi ve sanayici için yaratacağı kamçılayıcı etkisinden yararlanmak amacıyla fiyatlar ve piyasa şartları üzerindeki kontrollerden olabildiğince kaçınmak ve üretimi teşvik edecek açık enflasyonist artışa da büyük ölçüde katlanmaktır.
Refik Saydam Hükümeti bu iki politikadan ilkini izlemiş, onun ardından gelen Saraçoğlu Hükümeti ise ikinci politika yönünde adım atmıştır.
Kendi ifadesiyle bu ülkede “A’dan Z’ye kadar her şeyin değiştirilmesi gerektiğini” düşünen Saydam’ın izlediği politika, önde gelen tarım ürünlerinin cari piyasa fiyatlarının oldukça altında fiyatlarla devletçe satın alınmasıdır. Satın alınan bu ürünlerin yeni satış fiyatları ise yine devlet tarafından belirlenmiş olmakla birlikte, o günün koşullarına göre ayarlanmıştır.
Her alanda sıkı kontrol karaborsa oluşumunu da tetiklemiş, sektörler içinde hava parası, rüşvet, sahte fatura ve güç ilişkileri gibi kavramlar olağanlaşmıştır. Başbakan Refik Saydam, bu aksaklıkları düzeltmeye vakit bulamadan 1942 yılı Temmuz ayında kalp krizinden vefat etmiştir. Saydam döneminde ayrıca, bazı yabancı şirketler millileştirilmiş, özel girişimcilerin elindeki bazı işletmeler de devletleştirilmiştir. Bunlardan İstanbul Tramvay ve Tünel Şirketi satın alınmış ve belediyeye devredilmiştir. Ayrıca Adana, Bursa ve Mersin elektrik işletmeleri ile Ankara Elektrik ve Havagazı Şirketi de devletleştirilmiştir.
Şükrü Saraçoğlu Hükümeti
Refik Saydam’ın ölümünün ardından 9 Temmuz 1942’de Şükrü Saraçoğlu başbakanlığa atanmıştır. Bir önceki bölümde bahsedildiği gibi fiyatlar ve piyasa şartları üzerindeki kontrollerden olabildiğince kaçınmayı amaçlayan bir politika seçen Saraçoğlu Hükümeti, ekonomi üzerindeki sıkı kontrol politikalarını gevşetmeye başlamıştır. Bu uğurda ilk iş olarak piyasadaki özel girişim üzerinde devlet denetimini yerleştirme hedefiyle kurulmuş olan İaşe Müsteşarlığını kaldırmıştır.
Saraçoğlu Hükümeti döneminde tarım ürünleri üzerinde toptan ticaret yapabilen tüccar kesimi bu tip vurgunlarla çok büyük oranlarda kârlar elde etmişlerdir. Başbakan Saraçoğlu ise mevcut vurgun durumunun farkındadır ve bunun sebebinin Saydam Hükümeti döneminde alınan sert ekonomik tedbirlerin yarattığı atmosferden kaynaklandığını öne sürmüştür.
Savaş koşullarında hızla artan tarımsal kazançlar nispeten Varlık Vergisi Kanunu’nun dışında tutulmuştur. 1944 yılında “Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu” ile de tarımsal kazançlara el atılmaya çalışılmıştır. Tarımsal üretimden %10 vergi tahsil eden bu kanun ile, 1946 yılında kaldırılana kadar 167.000.000 liralık vergi tahsil edilmiştir. Ancak kanun piyasa için üretim yapmayan küçük köylünün üzerine bir yük getirmiştir.
Savaş Sırasında Alınan Ekonomik Tedbirler
Türkiye, ikinci Dünya Savaşı sırasında bu yılların özel ihtiyaçlarına cevap vermek için bazı yeni iktisadi önlemlere ihtiyaç duymuştur. Bu önlemlerden biri olan Milli Korunma Kanunu için, savaş döneminin en önemli düzenlemesi denilebilir. Ona bu derece önem atfedilmesinin nedeni ise, bu dönemde alman bütün kararların bu kanuna dayanılarak çıkarılmasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla kanunun uygulanmasını incelemek, başlı başına dönemin iktisat politikalarını anlamak demektir.
Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Kanunları ise, dönemin olağanüstü şartlarına müdahale etme ve denge oluşturma amacıyla çıkarılmıştır. Bu vergi kanunları, bize dönemin karmaşık şartları hakkında ipuçları verecektir. Dönemin ana iktisat politikasını belirleyen bu üç temel kanundur.
Milli Korunma Kanunu
Kanunun gerekçesinde; Avrupa’da oluşan gerginliğin bir savaşa dönüşmesiyle birlikte hemen her yerde Hükümetler tarafından olağanüstü ekonomik tedbirlerin alındığı belirtilmiştir. Böylece ülkemizde de bu durumun olası etkilerini önlemek için ekonomik bakımdan koruyucu ve savunucu tedbirler alma zorunluluğu olduğu açıklanmıştır.
Kanun’un getirdiği hükümlere göre; Hükümet ihtiyaçlarını karşılamak için, üretimlerin niteliklerini belirlemek amacıyla sanayi ve maden işletmelerini denetleyebilecek, bu işletmelere üretim programı verebilecek ve işletmelerde üretilecek malın üretim hacmini, ürünün miktarını ve türünü saptayabilecektir. Aynı zamanda hükümet, bu işletmelerdeki çalışma sürelerini belirleme hakkına da sahip olacaktır. Bununla birlikte sanayi, maden ve diğer işletmelerdeki işçiler ve diğer teknik elemanlar, geçerli bir mazeretleri olmaksızın ve bunu da bildirmeksizin çalıştıkları yerlerden ayrılamayacaklardır. Çalışma yükümlülüğü olanlara da emeklerine karşılık olarak normal ödeme yapılacaktır. Kanunla birlikte Hükümet’e mal ve yardımcı malzeme stoklama hakkı verilmiştir. Böylece Hükümet bazı ürünlerin yurtdışına çıkışını yasaklayarak ihracata el koyabilecekti, ithal edilecek ürünlerin de belirlemesini yapabilecekti. Ayrıca Hükümet, piyasa değer fiyatlarından bu ürünlere el koyabilecek ve ihtiyacı olan kuruluşlara el koyduğu bu ürünleri üzerine kâr koymadan verebilecekti. Kanuna göre, mesai saatleri her gün üç saat uzatılabilecek, iş yasasının çocukların ve kadınların lehindeki hükümleri de uygulanmayabilecekti. Bununla birlikte Hafta Tatili Kanunu da, yasanın yürürlükte olduğu süre zarfında uygulanmayacaktı. Gerekli malların tüketimi Hükümet tarafından sınırlanabilecek ve yasaklanabilecekti. Kanun’un yürürlükte kaldığı sürece emlak kiraları 1939 yılındaki fiyat seviyesinden daha yüksek olamayacaktır. Hükümet, tarımsal alanda çalışmaya elverişli her kadın ve erkeği, kişinin kendi işi engellenmemek üzere bulunduğu yerin 15 km. içindeki devlete ya da özel girişime ait olan tarımsal alanlarda ücret karşılığında çalıştırabilecektir. Ayrıca Hükümet, şayet o bölgede girişimciye ait olan ve girişimci tarafından da kullanılmayan tarımsal aletler varsa bu aletlerden kira karşılığında yararlanabilecekti.
Varlık Vergisi Kanunu
Göreve gelirken her iki hükümetin de ortak amaçlarından biri “tırmanan enflasyonist baskının halk yığınlarının tahammül sınırını aşmasını önlemek’’ olduğundan, kamu giderlerini karşılamak için vergi oranlarını yükselterek halkın üzerindeki yükü daha fazla arttırmak artık imkânsızdır.
Kanun’un 1. Maddesi, ticaret ve tarım burjuvazisinin servetleri ve olağanüstü kazançları üzerinden vergi alınmasını ve her kişiden bir defaya mahsus olmak üzere mükellefiyet gruplarının oluşturması hükmü vardı. 2. Maddede de, “mükellefiyet tesis edilenlerin” 4 grupta toplandığı açıklanmıştır.
Buna göre vergi şu mükelleflerden alınacaktı:
- Kazanç ve buhran vergisi mükellefleri (kapsamında ticaret erbabı, maaşlı hizmetli, küçük ve seyyar esnaf da bulunmaktadır),
- İşine zarar vermeden vergi mükellefi olabileceği komisyonlarca belirlenmiş (büyük) çiftçiler (vergi borç miktarlarının düşüklüğü sebebiyle çiftçilerin borçları kanunun yürürlükte kaldığı sürece boyunca pek dikkate alınmamıştır),
- Sahip oldukları binaların veya bina hisselerinin yıllık gayrisafi gelir toplamı 2.500 liradan ve arsalarının vergide kayıtlı kıymetleri 5.000 liradan yukarı olup bu miktar çıkarıldıktan sonra geri kalan gelir ve kazançlarla vergiyi verebileceği komisyonlarca kararlaştırılanlar,
- 1939 yılından beri kazanç ve buhran vergilerine bağlı bir işle uğraştığı halde kanunun yayını tarihinde işini terk, devir ve tasfiye etmiş olanlar,
- Meslekleri tüccarlık, komisyonculuk, aracılık olmadığı halde 1939 yılından beri bir defaya mahsus bile olsa ticari alışverişe aracılık ederek para veya ürün almış olanlar.
Bu mükellef gruplarından birden fazlasına dâhil olanlar, ait oldukları her grup için ayrıca vergiye tabi tutulmuşlardır. Tüzel kişiler de vergiye tabi olmuşlar ve onların vergisi, şirketlerin gayrimenkul varlıklarının tamamı üzerinden hesaplanmıştır. Bunun yanında kamu kuruluşlarında çalışan memurlar vergiden muaf tutulmuştur. Mükelleflerin ödeyecekleri vergi miktarı ise il ve ilçelerde oluşturulan komisyonlar tarafından belirlenecektir.
Komisyon vergi tespit işlemlerini salma yöntemiyle yani, kendi edinecekleri kanaate göre yapacaklardı. Bununla birlikte komisyonun vergi tespit işleminde aldığı kararlar nihai olduğu için, bu kararlara itiraz hakkı da yoktu. İtiraz hakkı ancak bir mükellefe aynı konudan iki kere vergi tespiti yapılmış ise mevcuttu.
Salma Yöntemi: Kavram olarak salma, köy ihtiyar heyetince salınan bir aile vergisidir. Salma, köy mahallî hizmetlerini karşılamak üzere köyde oturan veya oturmamakla birlikte köyle maddi ilgisi bulunanlardan alınan dağıtmalı bir çeşit genel gelir vergisi niteliğindedir. Ve herkesin ödeme gücüne göre aile itibariyle koyulan bir vergidir. Burada alınacak vergi miktarını belirleyecek kişi köyün muhtarıdır. Böylece kavram vergi belirleyiciliğinde kanaat yetkisini öne çıkarmaktadır
Borçlu kişi vergisini belirtilen süre zarfında ödemezse ihtiyati hacze gidilebilecek ve sürenin bitiminden sonraki ilk hafta içinde %1, ikinci hafta içinde %2 zam uygulanarak kişinin borçları tahsil edilecekti. Vergi borcunu bir ay içinde ödeyemeyenler ise, borçlarını tamamen ödeyinceye kadar bedeni kabiliyetlerine göre genel hizmetlerde çalıştırılacaklardı. Şayet borç herhangi bir şirketin ise, bunu ödeyememeleri halinde şirketin bütün ortakları çalışma mükellefiyeti kapsamına gireceklerdi.
15 Mart 1944 tarihinde kaldırılan Varlık Vergisi Kanunu yürürlükte kaldığı 16 ay boyunca 114.368 mükellef için 465.384.820 liralık vergi yükü belirlemiştir. Bu rakamın 40.478.369 lirası ya hatalı olduğundan ya da sonradan çıkan kanunlardan dolayı silinmiş olup, kalan 424.906.421 liradan 314.920.940 lirası tahsil edilmiştir.
Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu
Türkiye’de Aşar Vergisi’nin kaldırılmasından sonra milli gelirin neredeyse yarısını oluşturan tarımsal ürünlerden devleti tatmin edici bir vergi alınmamıştır. Bununla birlikte savaş yıllarında, önemli kazançlar elde etmiş büyük toprak sahiplerinin gelirlerinin vergilendirilmesi de yapılmamıştır.
Başbakan Şükrü Saraçoğlu, kanunun gerekçesini Varlık Vergisi ile bir kısmı kapatılan bütçe açığının kalan kısmının da maliyet fiyatlarının birkaç misli derecesinde artan toprak mahsullerinden alınacak vergi ile kapatılması olarak göstermiştir. Kanun’a göre, tüm tarımsal ürünler vergi kapsamına alınmıştır. Vergi, kapsamdaki ürünün olgunlaşma dönemindeki sahibinden alınacaktı ve ürünün miktarı üreticiler tarafından önceden tahmin edilerek görevlilere bildirilecekti. Daha sonra da görevli kişilerce bu miktarlar denetlenecekti. Bununla birlikte vergi oranı %8’dir ve ödemesi aynî ya da nakit olarak yapılacaktı. Vergi, büyük toprak sahiplerinin yanında geçimlik çiftçileri de kapsamıştır. Böyle- ce vergi, büyük miktarlarda para kazanamayan küçük çiftçilerin üzerinde önemli bir yük olmuştur. Kanun istenilen sonucu da vermemiştir.
Savaş Döneminde Türkiye’de Sektörel Faaliyet
Sektörel faaliyetin temel altyapı destekleyicisi olarak insan kaynaklan, üç ana başlıkta incelenir. Bunlar;
- Nüfus,
- Sağlık ve
- Eğitim alanlarındaki gelişmelerdir
Ülke nüfusu, savaş yıllarındaki askeri seferberlik sonucu genç nüfusun askere alınması, penisilin ve DTT gibi ilaçların yeterince bulunmamasından dolayı salgın hastalıkların artması ve çocuk ölümlerinin fazla olması nedeniyle istenilen düzeyde artmamıştır.
Tarım Sektörü
İkinci Dünya Savaşı yıllarında tarım sektörü ülkedeki seferberlik halinden etkilenmiştir. Bu etki, üretim kapasitesi yüksek dinamik nüfusun silâhaltına alınmasından kaynaklanmıştır. Yani kişiler tarlalarında durup üretim yapacakları yerde vakitlerini askeri garnizonlarda geçirmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde sektörü olumsuz yönde etkileyen bir diğer olay da birkaç yıl art arda meydana gelen kuraklıklar olmuştur. Ekim alanı ve üretim istatistiklerindeki en dikkat çekici nokta, 1943 yılından itibaren rakamlarda yoğun bir düşüşün olmasıdır.
Sanayi Sektörü
Sanayi İkinci Dünya Savaşı sırasında önemini kaybetmiştir. Savaş döneminde çıkarılan Varlık Vergisi ve Milli Korunma Kanunu ile büyük kent burjuvazisinde birikmiş sermayenin bir kısmı devlete aktarılmak istenmiştir. Bu düzenleme bir yandan özel girişimcileri kısıtlamış bir yandan da onları kontrol etmiştir. Ayrıca bu dönemde yapılan yatırımların oldukça büyük bir kısmı ordunun ve kamunun ihtiyaçlarına yönlendirilmiştir.
Dönemin başlıca sanayi kuruluşları ise; Eskişehir ve Turhal Şeker Fabrikaları, İnhisarlar Genel Müdürlüğü (1945’den itibaren Tekel Genel Müdürlüğü), Sümerbank Kâğıt Fabrikası, Paşabahçe Cam ve Şişe Fabrikası A.Ş., Sümerbank, Sivas Çimento Fabrikası, Ankara ve Kartal Çimento Fabrikaları, Karabük Demir-Çelik İşletmeleri, Ankara, Bursa Mersin ve Adana Elektrik Türk A.Ş. ve Sümerbank’ ın çeşitli illerdeki bez fabrikalarıdır.
Dış Ticaret
İkinci Dünya Savaşı yıllarında dış ticaret verileri Türk ekonomisinin nispeten lehindedir. Çünkü bu dönemde dış ticaret sonucu ülkeye 300.000.000 dolara yakın bir döviz girmiştir. Yine de 1950 yılının 500.000.000 dolarlık dış ticaret hacmi göz önüne alındığında mevcut rakam düşük kalmaktadır. Bu kazancın temelinde yatan en önemli neden ise, ihracat alanı için, savaş yıllarında diğer ülkelerin (Almanya, ABD ve İngiltere) Türkiye’nin ürettiği ürünlere, gıda maddelerine ve özellikle savaş sanayinde önemli bir maden olan kroma olan taleplerinin artmasıdır.
Savaşın ortası olan 1943 yılında Türkiye’nin dış ticaret hacmi doruk noktasına ulaşmıştır. Ardından gelen düşüşte ise, Müttefik-Mihver devletleri çatışmasında İngiltere ve ABD’nin Türkiye’ye ambargo uygulaması ve bu yüzden Almanya ile ekonomik antlaşmaların askıya alınması etkili olmuştur. Yine de savaş yıllarında dış ticaret dengesi sürekli fazlalık vermeyi başarmıştır.
Bankacılık
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, mevcut seferberlik halinin beraberinde getirdiği savunma harcamalarının artışı devletin kredi taleplerini yükseltmiş, buna bağlı olarak bankaların mevduat ve kredi hacimleri de genişlemiştir. Bu dönemde, iç ve dış ticaret hadlerinin tarım ürünleri lehine gelişmesi tarım kesiminin tasarruf potansiyelini nispeten yükseltmiştir. Bu durum, tarımda modern girdi kullanımına imkân hazırladığı gibi para-banka sisteminin gelişmesinde de etkili olmuştur.
1933-1943 yılları arasında devlet bankacılığı gelişmiştir. Bu durumun hukuki çerçevesini ise 1933 tarihli “Mevduat Koruma Kanunu”, “Ödünç Para Verme İşleri Kanunu” (1933) ve “Bankalar Kanunu” (1936) oluşturmuştur.
Emisyon: Bir ülkede kâğıt para, tahvil, bono, hisse senedi gibi değerlerin ilk kez piyasaya sürülmesi faaliyetidir. Piyasadaki geçerli birimin miktarını, dolaşımını, alımsatım durumunu ifade eder.