TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ - Ünite 3: Harezmşahlar (1092-1220) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: Harezmşahlar (1092-1220)
Kuruluş
Harezm, Ceyhun (Amuderya) nehrinin döküldüğü Aral gölünün güneyinde ve bu nehrin her iki tarafında uzanan arazinin adıdır. Harezmşah tabiri de islam’dan önceki zamanlardan beri bu ülkeye hâkim olanlar için kullanılagelen bir tabirdir. Batı Türkistan topraklarının merkezinde yer alan Harezm bölgesi, Kırgız bozkırları ile Kızılkum Çölü’nün sağında, Üstyurt düzlüğü ile Karakum Çölü’nü de solunda bırakarak Aral’a doğru akan Ceyhun’un göle doğru yaklaştıkça oluşturduğu yüzlerce kolu sayesinde çöllerin ortasında geniş bir hayat alanıdır. Bu sebeple her zaman bir çekim merkezi olan bölge, Amuderya’dan sulanan arazisi ile her türlü tarımın yapılabileceği bir coğrafyaya sahiptir. Civardaki düzlükler ve engebeli arazi de hayvancılık için uygun bir alan sağlar. Bu sebeple bölge tüm tarihî dönemlerde önemini korumuş ve siyasi teşekküllerin ya merkezinde yer almış ya da komşu siyasi yapıların stratejik hedef alanının bir parçası olmuştur. Bu bölgede daha önce kurulan devletler bulunmakla birlikte Harezmşahlar Devleti olarak üzerinde ittifak edilen siyasi teşekkül, XI. yüzyılda Türkler tarafından kurulan Harezmşahlar Devletidir. İdare merkezi Gürgenc’tir.
Harezmşahlar Devleti, XI. yüzyılın sonlarında Büyük Selçuklu imparatorluğu yöneticilerinden Kudbeddin Muhammed b. AnuşTigin’in, gelenek icabı, Harezmşah unvanı ile Harezm valiliğine tayini ile başlayan ve oğlu Atsız devrinde, onun Selçuklulardan bağımsız hareket etmeye başlamasıyla gelişen süreçte kurulmuş oldu. Bu devlet, Selçuklu Sultanı Sancar’ın ölümünden sonra (1157), İl-Arslan (1156- 1172) ve Tökiş/Tekiş (1172- 1200) zamanlarında güçlendi. Türk kökenli sülale tarafından kurulan bu devlet, Alâeddin Muhammed (1200- 1220) devrinde büyük bir imparatorluğa dönüştü fakat Moğol istilası ile de çöktü. Devletin siyasi olarak gelişimi ve ülke topraklarının Orta Asya’da hatırı sayılır bir genişliğe ulaşması Alâeddin Harezmşah devrinde oldu.
Gösterişli unvanlarına Sencer ve İskender lakaplarını da ilave etmek suretiyle, yalnız Selçuklu İmparatorluğunun varisi, yani islam dünyasının sultanı değil, cihan imparatorluğuna da aday olmak iddiasında bulunan Alâeddin Muhammed Harezmşah, bir taraftan Bağdat’taki Abbasi halifesini emri altına almak istiyor ve diğer taraftan da, Karahitayların vârisi sıfatı ile doğu sahalarına da hâkimiyetini yaymayı hedefliyordu.
Anuş-Tigin, Kutbeddin Muhammed ve Kızıl Arslan Dönemleri (1097-1156)
Harezmşahlar sülalesinin atası olan Anuş-Tigin Garca (veya Anuştigin Garcaî, Nuş- tigin), Garcistanlı bir Türk kölesidir ve dönemin tarihçisi Reşidüddin’e göre aslen Oğuzların Beğdili boyuna mensuptur. Büyük Selçuklu emirlerinden Bilge-Tigin tarafından Garcistan’da satın alınan Anuş-Tigin, zekâ ve dirayeti sayesinde saray hizmetine girmiş ve en önemli saray vazifelerinden biri olan taştdâr’lık mevkiine kadar yükselmiştir. Kuvvetli bir edebî kültür sahibi olan ve zaman zaman şiir de söyleyen Atsız, daha babasının sağlığında Sancar’ın sarayında önemli bir mevki kazanmış, sevgi ve hürmet toplamıştı.
Atsız, ilk zamanlarda Sancar’a karşı tam bir sadakat ile hareket ederek, onunla birlikte muhtelif seferlere katıldı. Bunun yanında, kendi nüfuz ve kudretini arttırmak için, Cend ve Mangışlak gibi, askerî bakımdan çok mühim merkezlerin yönetimini de elinde bulunduruyordu. Ancak, Sancar ile beraber Gazne seferine katıldığı sırada hukümdarın kendisine karşı soğuk ve şüpheli davrandığını gören Atsız’ın, hükümdara karşı sadakatinin sarsıldığı anlaşılmaktadır.
Atsız da bu fırsattan istifade ederek bağımsızlığını ilan etti. Selçuklu memurlarını haps ve mallarını müsadere ettiği gibi, Horasan yollarını da kapattı. Bu sırada Belh’te bulunan Sancar, topladığı kuvvetli bir ordu ile Harezm üzerine yürüdü (1138). Bu savaşta Atsız’ın ordusu ağır bir mağlubiyete uğrayarak 10.000’den fazla zayiat ve birçok esir verdi.
1140’ta Buhara’ya karşı yaptığı bir seferde başarılı olmasına rağmen, Mayıs 1141’de Atsız’ın tekrar Sultan Sancar hâkimiyetini tanımak zorunda kaldığını görüyoruz. Fakat bu durum çok sürmedi ve Eylül 1141’de Sancar’ın Karahitaylara karşı Katavan’da uğradığı ağır mağlubiyet üzerine, Atsız, bir kaç ay önceki sadakat yeminini bozarak, bağımsızlığını tekrar ilan etti.
Bununla da yetinmeyen Atsz, Selçuklu nufüzunun sarsılmasını fırsat bilerek, hızla Horasan’a yürüyüp Sancar’ın başkenti olan Merv’i zaptetti. Ardından 1142 ilkbaharında, Horasan’ın mühim merkezlerinden biri olan Nişapur’u da elde ederek, kendi adına hutbe okuttu. Ancak bu durum çok sürmemiş ve Horasan’da hâkimiyetini tekrar kuran Sancar’ın karşısında tutunamayacağını anlayan Atsız, aynı hızla buralardan çekilmek zorunda kalmıştır. Hatta Sancar’ın 1144’te Harezm’e karşı giriştiği başarılı seferler sonucu, Atsız tekrar Selçukluların metbuluğunu tanımaya ve Merv’de ele geçirdiği hazineleri iade etmeye mecbur olmuştur.
Horasan üzerindeki emellerinden bir süreliğine vazgeçmek zorunda kalan Atsız, bütün gayretiyle Seyhun kıyıları ile civarda nüfuzunu kuvvetlendirmeye çalıştı. 1152’de putperest Kıpçakların merkezi Sığnak şehrine karşı hücum ile Cend şehrinin zaptı ve şehzâde İl-Arslan bölgenin valiliğine tayin etti. Fakat bu sıralarda Horasan’da zuhur eden Oğuz isyanı ve Sancar’ın isyancılara esir düşerek, 3 yıl onların elinde kalması, (1153-1156), Atsız’a Horasan işlerine fiilen müdahil olma imkânı verdi.
İl-Arslan ve Sultan Alaeddin Tekiş/Tökiş Dönemleri (1156-1200)
Babası hayatta iken veliaht olan Abu’l-Feth İl-Arslan, onun ölümü üzerine, hızla Harezm’e döndü ve resmen tahta geçerek işleri yoluna koydu. Harezm’de bulunan amcaları İnal-Tigin ile Yusuf’u, ve kardeşleri Hıtay Han ile Süleyman Şah’ı öldürttükten sonra, 1156’de, rakipsiz olarak, Harezmşah tahtına oturdu. İl-Arslan’ın Harezmşahlığı, o yılın Ramazan ayında Merv’e gelen Sultan Sancar tarafından gönderilen ferman ile de teyit olundu. Ancak ertesi sene Sancar’ın ölümü Horasan ve genelde doğu İran’da Selçuklu hâkimiyetinin yıkılmasına sebep olmuş ve bu vaziyet İl-Arslan’ı doğu İran’ın en güçlü ismi haline getirmiştir.
İl-Arslan, saltanatı boyunca, doğu İran’da birbirleriyle çarpışan eski Selçuklu emirlerinin mücadelelerine zaman zaman kendi menfaatine müdahale etmek; Semerkand Kara-Hanlı hükümdarlarının Karluk kabilesi reisleri ile yaptıkları iç çekişmelerde bir hakem rolü oynamak; KaraHitayların istila ve müdahale hareketlerini önlemekle uğraştı. Bunun dışında İl-Arslan, Irak Selçuklu Sultanı ile daima dostça münâsebetler kurmaya, Bağdad halifesi ile sultan arasındaki ihtilaflarda da bir aracı rolü oynamaya çalıştı.
Karahitaylar tarafından, Harzem’e karşı yapılan askerî hareket ve Harzem kuvvetlerinin yenilgisi (1171-1172), İlArslan devrinin son önemli olaylarıdır.
İl-Arslan öldüğü zaman, küçük oğlu ve veliahtı Calaleddin Sultan şah, annesi Melike Terken ile beraber, Harezm’de bulunuyordu. Veliaht olması sebebiyle Harezmşahlık tahtına oturdu. Kardeşi firar ettikten sonra kolayca Harezm tahtına geçen Alâeddin Tökiş (1173- 1200), Harezmşahlar sülalesinin belki en büyük şahsiyetidir. Tökiş daha saltanatının ilk yıllarından itibaren birçok problem ile karşılaşmıştır.
Harezmşah Tökiş’in Karahitaylar ile dostluğu uzun sürmedi. Tökiş’i kendilerine tabi bir hükümdar olarak gören Karahitayların, muayyen vergi ve hediyeleri almak üzere gönderdikleri sefirin gururu ve tamahkârlığı Harezmşah’ı o kadar hiddetlendirdi ki, ananeye uygun olmamakla beraber, onu öldürttü. Bu emri verirken Tökiş’in, Karahitaylar ile mücadeleyi göze alacak kadar kendisini kuvvetli hissettiği anlaşılmaktadır.
Alaeddin Muhammed Dönemi (1200-1220)
Babasının ölümünden 31 gün sonra, Alâeddin unvanı ile tahta çıktı. Büyük kardeşi Melikşah’ın 1197’de ölümünden beri veliaht olan Alâeddin Muhammed, ilk önce Gur Sultanları Şihabeddin ve Giyaseddin ile mücadele etmek zorunda kaldı.Nişapur’a yürüyen Alâeddin, Gurluları memleketlerine gitmekte serbest bırakmak şartı ile teslim aldıktan ve hisarlarını yıktırdıktan sonra, Merv ve Sarahs’ı da zaptetti.
Horasan hâkimiyeti mücadelesi,Gurlular aleyhine ve Harezmşahlar lehine halledilmiş oldu. Gurlular yalnız Herat’a hâkim olmakla yetindiler. Böyle bir sonucun elde edilmesinde Karahitayların büyük rolü olmuştur.
Alâeddin Muhammed’in karşısında duran başlıca siyasi ve askeri güç, Maveraünnehir Karahanlılarını da hâkimiyetlerine almış bulunan Karahitaylar idi. İslam dünyasının en güçlü hükümdarı haline gelen Alâeddin için en büyük gaye artık, Harezmşahların tabiiyeti durumunda bulunan ve onlardan her yıl vergi alan Karahitayların nüfuzunu kırmak ve Mâverâünnehir’i onlardan kurtarmaktı. Maveraünnehir seferi, Karahitayların mağlubiyeti ve Buhara’nın zaptı ile neticelendi. Harezmşahların nüfuz ve kudreti Afganistan ve İran sahalarında devamlı olarak artmakta idi. 1215’te Gazne ve havalisi de Harezmşah Alâeddin Muhammed’in hâkimiyetine girmiş ve büyük oğlu Celaleddin’in idaresine verilmişti.
Alâeddin Muhammed’in 1217’de İran’a yaptığı sefer sonucu Irak’ta, Fars Atabeyi Sa’d b. Zengi ve Azerbaycan Atabeyi Özbek mağlup edilmiş ve itaat altına alınmışlardı. Fakat Hemedan’dan Asadabâd yolu ile Bağdat’taki halifeye karşı gönderdiği ordu, kışın şiddetli geçmesi ve Kürtlerin hücumları sonucu zayiata uğrayarak, perişan oldu ve ordunun çok küçük bir kısmı geri dönebildi.
Moğol istilası ve Harezmşahlar Devletinin Yıkılışı
İç bünyesindeki bütün zaaflarına rağmen, dışarıdan bakıldığında bu kadar haşmetli ve kuvvetli göründüğü esnada, Harezmşahlar İmparatorluğu’nun hayatına son verecek olaylar, doğu sınırlarının ötesinde gelişmekteydi. Bu gelişmelerin merkezinde, yalnız Müslüman doğunun değil, bütün dünya tarihi üzerinde derin izler bırakacak siyasi ve askeri bir güç olarak ortaya çıkan; Cengiz’in eli ile kurulan yeni Moğol devletiydi.
1218’de Maveraünnehir’de Alâeddin Muhammed tarafından kabul edilen bu heyet, Cengiz’in kendisi ile dostluk ve ticaret ilişkiler kurmak istediğini ifade etti; bu suretle yapılan anlaşma gereği karşılıklı barış ve ticaret münasebetleri kurulmuş oldu. Kervan, sınır şehri olan ve Terken Hatun’un akrabasından, muhtemelen de biraderinin oğlu, İnalcık’ın vali olarak bulunduğu Otrar’da, casusluk töhmeti ile tutuklanıp bütün mallarına el konulduktan sonra, tacirler ve kervancılar öldürüldü. Bu olay tarihe meşhur “Otrar Hadisesi” olarak geçti (1220).
Maveraünnehr’in en kuvvetli müdafaa merkezi olan Semerkand’ın zaptından sonra Cengiz, ordusunu tekrar muhtelif parçalara ayırarak, imparatorluğa tabi muhtelif vilayetlerin zaptı için görevlendirdi. Böylece, XIII. yüzyılın başlarında doğunun en büyük islam devletinin başkenti, muhteşem saraylar, medreseler, kütüphaneler, ticarethaneler ve hanlarla dolu bir şehir olan Ürgenç, tüm bunlardan ve ihtişamından hiçbir iz kalmayacak şeklide tarih sahnesinden silindi.
Harezmşahlarda Devlet Teşkilatı
Harezmşahlar İmparatorluğu’nun bünye ve karakterine bakıldığı zaman, devletin ilk çekirdeğini, Büyük Selçukluların muhtar bir eyaleti olan Harezm’de uzun yıllar valilikte bulunan bir Türk ailesinin kurduğu açıktır. Harezm’in bilhassa coğrafi konumu yüzünden asırlarca yarı mahalli hanedanlar tarafından idare edilmiş olması, Gazneliler ve Selçuklular hâkimiyetine geçtikten sonra da adeta muhtar bir eyâlet şeklinde yönetilmeyi zorunlu kılacak bir takım gelenekler yaratmıştı. Buraya tayin edilen valilerin Harezmşah unvanını taşımaları, yarı müstakil hukümdarlara mahsus bir takım hak ve imtiyazlara sahip olmaları, bu geleneğin bir parçası olarak mahalli bir ihtiyaçtı. Harezm halkı, cesur, müteşebbis ve zengin bir halktı. Ziraatini, büyük sulama tesisatı ile ileri bir hale getirmişti. Ürgenç gibi büyük merkezlerde ticari faaliyetin yarattığı oldukça geniş ve canlı şehir hayatı, göçebelere karşı bir savunma hattı olarak kurulmuş ribatlarda devam eden cihat kültürü, Harezmlilerde bir çeşit yerel bir vatanperverlik yaratmıştı.
Harezm’de, daha Gazneliler hatta Samaniler devrinden beri devam edip, Selçuklular zamanında son şeklini alan mahalli devlet müesseseleri, Harezmşah müesseselerinin esasını da teşkil etmiştir. Gerek saray hayat ve teşkilatında ve gerek merkezi idarede bilhassa Sancar devrindeki Büyük Selçuklu teşkilatı başlıca örnek olarak alınmıştır. Atsız devrinden itibaren bu müesseselerin varlığı bilinmektedir. Harezmşahları bazı farklar ile Büyük Selçukluların bir devam saymak yanlış olmaz.
Selçuklulara tabi muhtar bir eyaletin tedricen büyük bir imparatorluk mâhiyetini alması, Harezmşahlar idare teşkilatının sağlam esaslara dayandığını açıkça göstermektedir. Tökiş ve bilhassa Alâeddin devirlerinde, mahalli muhtariyetlere ve mahalli hanedanlara son verilerek, o devir anlayışı ve imkânlarının elvermesi nisbetinde merkeziyetçi bir yapının teşkiline çalışılması biraz cüretli ve siyasi bakımdan, sakıncaları olmakla beraber, devlet telakkisinin ve merkeziyetçi imparatorluk anlayışının gelişimini göstermek bakımından önemlidir.
Harezmşahların askerî teşkilatı da, idare teşkilatı gibi, esas itibarı ile Büyük Selçuklulardan alınmıştır. Orduya ait bütün idari işlere, Gazneliler ve Selçuklular devrinde olduğu gibi, merkezi divanın mühim bir şubesi olan divani’arz bakardı. Hükümdara ait olan emlak ve arazinin idaresi doğrudan doğruya divan-ı hass’a aitti. Devlet hazinesinden tahsisât alan bütün askerlerin defterleri bu divanda tutulurdu. Harzemşahlarda da askerî ıkta sistemi mevcut idi. Orduda vazife gören herkes, en büyüğünden en küçüğüne kadar, muayyen kıymette iktalara sahip idiler.
Harezmşahlar ülkesinde adalet ve yargı işleri kadılar tarafından yürütülmekteydi. Kaza hakkı şer’an hükümdara ait olduğu için, kadıların azli ve nasbı da onun tarafından yapılırdı. Devletin şer’i kaza ile mükellef bütün teşkilatı, pâyitahtaki kaza divanı tarafından idare edilir ve bunun başında, doğrudan-doğruya hukümdarın fermanı ile tayin edilen ve akzü’l-kuzat unvanını taşıyan bir âlim bulunurdu. Hem payitahtın en büyük kadısı, hem de devletin bütün kaza işlerinin amiri bulunan akzü’l-kuzat, kendi mahkemesinde kaza vazifesini gördüğü gibi, bütün memleketteki kadıların tayin, azil ve teftişi de onlar tarafından yapılırdı.
Sosyo-Kültürel Yapı
Devlet hazinesinden istifade eden zümreler dışında, bütün halk ra’iya addedilirdi. Bunlar, verilen emirlere riayetle ve vergi vermekle mükellef geniş halk kitlesidir. Devletçe resmen meşruiyeti tanınmış mezhepler ve tarikatler dışındaki dini zümrelere girmek ve o türlü akideler beslemek, nizam ve asayişi bozmak ve verilen emirlere karşı gelmek en ağır suçtur. Buna mukabil hükümdar, tıpkı bir çoban gibi, ra’iyyet sürüsünün can, mal ve ırzını korumakla mükelleftir.
Harezmşahlar ülkesinde XII. yüzyılda, Seyhun ötesi bozkırlarında yaşayan Türk göçebelerinin islâmlaşmasında ve bunlar arasında bir Türk tarikatının kurulmasnda, en büyük rolü oynayan şahıs ise Ahmed Yesevî’dir.
İlim ve sanat hayatı bakımından da Harezmşahlar devrinin önemi, Ürgenc’in XII. asır esnasında sürekli büyüyüp, zenginleşmesinde ve kuvvetli bir devletin payitahtı sıfatı ile Horasan’ın büyük şehirleri ile rekabet edecek bir ilim ve san’at merkezi haline gelmesiyle ortaya çıkar.
Bir Türk-Oğuz sülalesi olan Harezmşahlar devrinde, bozkırlardan gelen yeni göçebe unsurların Harezm ve Horasan sahalarında eskiden beri var olan Türk unsurunu kuvvetlendirdiği ve bunlardan bir kısmının göçebelikten yerleşik hayata geçerek, köylerde ve şehirlerde yaşamaya başladıkları anlaşılıyor.
Anadolu ve Suriye’de Harezmliler
Celaleddin Harezmşah’ın Anadolu’nun doğusundaki hareketleri ve nihayet Konya Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Kaykubad’ın ordusu karşısındaki ağır hezimeti (10 Ağustos 1230), Erzincan ve Erzurum sahalarının Selçuklu hâkimiyeti altına girmesine sebep olmuş, Diyarbekir havalisinde de, Mardin hariç, Eyyubîlerin hâkimiyetini kuvvetlendirmişti.
II. Giyaseddin Keyhusrev’in, babasının vasiyetine aykırı olarak, tahta çıkması, Harezmlilerin kaderi üzerinde olumsuz bir tesir yaptı. 1241’deki Babailer isyanında isyancıların, Harezmlileri de isyana katılmaya davet etmeleri, onların durumu hakkında bir fikir verebilir. Halep ve Hums Eyyûbileri ile daimi düşmanlık içinde bulunan Harezmlilerin, onların müttefiki olan II. Keyhusrev’e karşı dostluk göstermeleri de normaldi.
1240’ta Mısır tahtına geçen El-Melikü’s-Salih, Suriye’yi diğer Eyyübi prenslerinden zaptedebilmek için, onların önderliğine muhtaç idi. Bu davete büyük bir sevinçle icabet eden Harezmliler 1244 baharında yolları üstündeki yerleşim yerlerini tahrip ve yağma ederek, Fırat’ı geçtikten sonra, Suriye’de aynı usûlü tatbik ederek, ilerlediler ve Kudüs’ü Frenklerin elinden aldılar. I. Keykubat’ın hizmetine girmelerinden başlayarak, 1245 Hums hezimetine kadar geçirdikleri serseri harp ve çapul hayatı, Harezmlilerin, nitelik bakımından, gittikçe zayıf düşmelerini ve nihayet tarih sahasından silinmelerine yol açmıştır.