ULUSLARARASI HUKUK I - Ünite 7: Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanımı Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanımı
Ünite 7: Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanımı
GİRİŞ
BM Şartı’nın kabulüne kadar olan süre boyunca devletler için bir hak olan kuvvete başvurma, önce kısıtlanmış sonra da yasaklanmıştır. 1920’de Milletler Cemiyeti Misakı daha sonra 1928’de Briand-Kellogg Paktı bu yönde ilk adımları atmıştır. 1945 BM Şartı’yla da bu konuda en ileri ve kapsamlı düzenleme yapılmıştır. BM Şartı devletler için kuvvet kullanma ve kuvvet kullanma tehdidinde bulunmayı yasaklarken, bir çatışmaya savaş adı verilip verilmemesine önem vermemiştir. Bu şart ile sadece kuvvet kullanma veya tehdidine yasak getirilmiş değildir; aynı zamanda, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanma yetkisini merkezileştirme çabası da bulunmaktadır. BM Şartı’nın getirdiği bu yasağın istisnaları, meşru müdafaa durumu ve ortak güvenlik sistemi gereği Güvenlik Konseyi otoritesi altında girişilen eylemlerdir.
Savaşı Ortadan Kaldırma Girişimleri
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan Versay Barış Antlaşması’na kadar savaş, devletler için bir haktır ve kuvvet kullanmayı yasaklayan herhangi bir uluslararası hukuk kuralı bulunmamaktadır. Lahey Konferanslarında (1899-1907)kabul edilen kurallarla, savaşı düzenlemeyi ve savaşın acılarını azaltacak birtakım tedbirler almayı amaçlayan kurallar yapılmış ama savaş yasaklanamamıştır.
Birinci Dünya Savaşı, barış hukukunun, özellikle teşkilatlar hukukunun barışın sağlanması çabalarının biçimlenmesi açısından önemli rol oynamıştır. En önemli etkisi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti’nin kurulması olmuştur. Milletler Cemiyeti Misakı, uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözümü konusunda belirli yükümlülükler öngörür. Savaş yetkisi bu yollara başvurmadan kullanılamayacaktır. Bu yüküm, yalnızca üye devletleri bağlamaktadır. Düzenleme, savaş ya da kuvvet kullanılmasını yasaklama şeklinde değil, kuvvet kullanmanın geciktirilmesi şeklindedir.
Cemiyet üyeleri, böylesi bir uyuşmazlık çıkarsa hemen savaşa başvurmayacak bu uyuşmazlığı ya hakeme mahkemeye veya Cemiyet Konseyi’nin incelemesine sunacaktır. Uyuşmazlık yargı yoluna götürülmeyecekse mutlaka Cemiyet Konseyi’ne götürülmelidir. Hakem veya mahkeme kararı kesin hüküm doğurur. Kararı kabul eden tarafa karşı savaş yapılamaz. Her iki taraf yargı kararını tanımazsa 3 aylık moratoryumdansonra savaş hakkı doğar. Moratoryum, Milletler Cemiyeti Misakı uyarınca uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözümünde belirli yükümlülüklere başvurmadan savaş yetkisinin kullanılmasını geciktiren süreyi ifade eder. Konsey, bir rapor hazırlar. Rapor oybirliği ile kabul edilirse ve taraflardan biri bunu kabul etmişse ona karşı savaşa gitmek hukuken yasaktır. Ancak, çoğunlukla karar aldıysa 3 aylık moratoryumdan sonra her iki taraf da savaşa gidebilir. Milletler Cemiyeti sistemi içinde müeyyide savaşları denilen savaşlar da kabul edilmiştir.
Cemiyet’teki açıkları tamamlamak için Cenevre Protokolü (1924) veLokarno Antlaşması (1925) yapılmıştır. Bunlarda kuvvet kullanmayı tamamen yasaklamamaktadır. Bunun dışında kuvvet kullanmanın yasaklanması yönünde başka çabalar da olmuştur. En önemlisi Stimson Doktrini ve Briand-KellogMisakı’dır.
Stimson Doktrini, Amerikan Dışişleri Bakanı Stimson’un kanunsuz işgal ve işgalin doğurduğu fiili sonuçlarını tanımayacaklarını duyurması esasına dayanır. 27 Ağustos 1928’de imzalanan Briand-Kellog veya Paris Paktı ise savaş yetkisi açısından genel bir düzenleme getirir. Pakt, bütün saldırı savaşlarını yasaklamıştır. Ancak devletlerin, meşru müdafaa durumunda, uluslararası bir zorlama önlemi olarak Pakt’a aykırı davranan devlete karşı savaşa gitme hakkı gibi, Pakt’a taraf olmayan devletlerarasında veya bu devletlere karşı savaşa gitme hakkı da muhafaza edilmiştir. Başlangıçta taraf olan ve olmayanlar arasındaki ilişkilerde uygulanmaması yönündeki sınırlama, zaman içinde kaybolmuş ve dünyadaki bütün devletlerin bağlanmış olduğu bir antlaşma olmamasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, bazı Lâtin Amerika Devletleri ve savaş sonrası kurulan bütün yeni devletler açısından örf ve âdet hukukunu oluşturmuştur. Pakt, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası ve iç hukuk mahkeme kararlarında baskın bir uygulama alanı bulmuştur. Genel olarak Misak’tan bir adım daha ileri bir düzenleme olmakla beraber, uygulanmasına dair hiçbir mekanizma oluşturulmuş değildir. Savaşa varmayan kuvvet kullanma açısından ise, önceki dönemden farklı bir düzenleme getirilmemiştir. Dolayısıyla, bu durum açık bir sorun olarak varlığını sürdürür. Pakt, bugün de yürürlüktedir ancak, BM düzeni dolayısı ile etkisi azalmıştır.
Birleşmiş Milletler Şartı Uyarınca Kuvvet Kullanımı
BM Şartı’nın 2. maddesinin 3. fıkrası, teşkilat üyelerine uyuşmazlıklarını barışçıl yollarla çözümleme yükümü getirmektedir. Bunun yolları ise;
·Görüşme,
·Soruşturma,
·Arabuluculuk,
·Uzlaşma,
·Yargı yolu ve
·Bölgesel örgütler aracılığıdır.
BM Şartı her türlü kuvvet kullanma ve kuvvet kullanma tehdidinde bulunmayı yasaklar (Madde 2/4). Ancak, hukuki denetim mekanizmaları, 1945’den beri çökmüş veya çeşitli örnek olaylarda ihlâl edilmiştir. BM’in kendisi de Kongo’da, bireyler kadar hükümetlerce de Şart’ta altı çizilen teşkilat amaçlarına oturtmakta zorluk çekilen kuvvet kullanımına başvurmuştur.
Şart’ta savaş ve savaşa başvurma kavramları yerine, kuvvet kullanma ve kuvvet kullanma tehdidine atıf yapılması onun en çarpıcı özelliğidir. Böylelikle, “savaş” teriminin anlamına ilişkin olarak önceki belgelerde sorun olan teknik zorluklar aşılmıştır. Şart, aynı zamanda açık bir şekilde savaşa varmayan zor kullanma eylemlerini de ihtiva eder. Bu eylemler de kuvvet kullanmayı gerektirdiği ölçüde, üye devletlere yasaklanmıştır. Şart’ta sadece bireylerin kuvvet kullanma veya tehdidine yasak getirilmiş değildir; aynı zamanda, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanma yetkisini merkezileştirme çabası da vardır. Bu merkezileştirme çabası, ortak güvenlik sorunlarını içermektedir. BM Şartı sadece Teşkilat’a üye olanlar üzerinde değil, evrensel olarak bağlayıcı bir hukuk yarattığı, buradaki ilkenin, örf ve âdet hukuku olduğu söylenebilir. Divan, 1986 tarihli Nikaragua’ya Karşı Askerî ve Benzeri Faaliyetler Davası’ndaki yargı kararında, kuvvet kullanma ve iç işlere karışma yasağı ile meşrû müdafaa hakkına ilişkin örf ve âdet kurallarının Şart’ın bu konudaki hükümlerinin yanında ayrı bir varlığının olduğu sonucuna varmış olmakla beraber, bu farklılığı doğrulayabilmiş değildir. Meşru müdafaa ve kuvvet kullanmayla ilgili olaylar aşağıda verilmiştir:
·Korfu Boğazı Davası
·Kongo Davası
·Caroline Olayı
·Nikaragua Davası
Kuvvet Kullanma Yasağının Kapsamı
Kuvvet kullanmada sözü geçen kuvvetten kastedilen:
·Silahlı kuvvet
·Bir devlet bir başka devlete karşı kuvvet kullananlara askeri malzeme, eğitim tesisi ya da üs sağlarsa buna dolaylı kuvvet kullanma denilmektedir.
Devlet uygulamasında sıklıkla karşılaşılan temel sorun, kuvvet kullanmayı başlatmak için genel bir yasak getirip getirmediği yönündedir. Şart’ta ülke bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığa karşı veya teşkilât amaçlarıyla bağdaşmayan herhangi bir surette kuvvet kullanma söz konusu edilmiştir. Bir devlet, diğer bir devletin ülkesel bütünlüğü veya siyasi bağımsızlığını hedef almayan, bir hakkın elde edilmesi amacına yönelik olan kuvvete başvurabilir mi? Bu noktada, bireysel olarak kuvvet kullanılmasında hükümetlerin inisiyatifine izin veren bir yorum benimseyen görüşler vardır. Ancak, bu herkesi kucaklayan ve genel bir anlamda yorumlanması gerekir(Madde 2/4). Ayrıca, yasak olan sadece ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığa karşı değil, aynı zamanda teşkilat amaçlarıyla bağdaşmayan herhangi bir surette kuvvet kullanılmasıdır.
BM’in amaçlarından biri de barışın korunması, bozulmasına yol açabilecek uyuşmazlıkların adalet ilkeleri ve uluslararası hukuk kuralları uyarınca barışçıl yollardan çözümlenmesidir. Ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığa karşı olmasa da kuvvet kullanma, bu temel amaca aykırı olur. Bir hakkın elde edilmesi için kuvvet kullanılmasının yasak olmadığını ileri sürmek, BM Şartı’na rağmen bizzat ihkak-ı hakkın (hakkını kendi kuvvetiyle elde etmek) devletlere saklı tutulması anlamını taşıyacaktır. Bu da Şart’ın temel felsefesine aykırı olur.
Uluslararası hukukta 1919 sonrasındaki değişim, savaşın ve diğer kuvvet kullanılması yollarının kaldırılması amacını taşımaktadır. İktisadi, siyasi ve ideolojik baskılar da kuvvet kullanma eylemleri yanında yasaklanmış olup olmadığı tartışılmıştır. Bir görüşe göre Önsöz ve 44. maddenin “silâhlıkuvvet”ten, 51. maddenin ise, “silâhlısaldırı”dan bahsettiği belirtilmektedir. Bu bakımdan söz konusu eylemlerle ilgilenmez. Diğer bir görüş, kuvvet kavramının anlamı, hükmün amacı göz önüne alınarak belirlenmelidir. Dolayısıyla, bu tür zorlayıcı eylemlerin de yasaklanmış olduğunu kabul etmek gerekir. BM Teşkilâtı çerçevesinde hazırlanan 1970 tarihli BM Şartı Uyarınca Dostane İlişkiler ve İşbirliği ile İlgili Uluslararası Hukuk İlkeleri Konusunda Bildiri’nin her iki görüşü de destekleyecek bir biçimde hazırlanmasına çalışılmıştır. Kuvvet kullanma yasağının kapsamı dışında kalan başlıca iki eylem vardır:
·Meşru müdafaa
·Güvenlik Konseyi yetkesi (otorite, egemenliği kullanma, buyurma kudreti) altında girişilen eylemler.
Meşrû Müdafaa Hakkının Kapsamı ve Şartları
Şart’ta kuvvet kullanma yasağına açıkça öngörülen tek istisna, meşru müdafaa hakkıdır. Uluslararası Adalet Divanı, Nikaragua Davası’nda, BM Şartı kadar teamül hukuku altında da doğal olan meşru müdafaa hakkını vurgular. Klasik uluslararası hukukta bile meşru müdafaa kavramı, savaşa varmayan zorlama eylemleri arasında ayrı bir yere sahip eylem olarak kabul edilmiştir.
Meşru müdafaa hakkının kapsamı ve şartları, kuvvet kullanmanın bireylere yasak olduğu hukuk düzeninde önem taşır; zira meşru müdafaa ancak bu takdirde istisnai bir hak olabilir. Bu aşama, en iyi şekliyle BM döneminde gerçekleştirilmiştir.
Klasik uluslararası hukukta meşru müdafaanın olabilmesi için Caroline Olayı’nın dayanak olduğu birtakım şartlar aranmaktadır:
·Meşrû müdafaa durumunda olunması için hakkın ihlâl edilmesi lâzımdır.
·Müdafaanın zorunlu olması gerekir. Yani, ani, ezici, alınacak tedbirlerde bir seçim olanağı ve bir düşünme zamanı bırakmayan, kendini müdafaa zorunluluğunun bulunması gerektir. Ani olması demek, misilleme yapılamayacak ve gelecekte vuku-u muhtemel ihlâllere karşı da önleyici bir tedbir olarak meşrû müdafaa esasına dayanılarak harekete geçilemeyecek olması demektir.
·Müdafaa zorunluluğunun ezici olması lâzımdır. Yani, normal uluslararası hukukta geçerli mekanizmalara başvurarakhakkınızı elde etme olanağı mümkün olmayacaktır. Bu şarta dayanarak doktrinde bazı görüşler, bütün hakların değil, bazı hayati önem taşıyan haklarınmeşru müdafaa esasına dayanılarak korunması yönündedir.
·Meşru müdafaa, ihlâlin durdurulması ve önlenmesi maksadıyla sınırlı olarak yapılmalıdır. Yani orantılı olması veya makul olması şeklinde ifade edilir.
Klasik uluslararası hukuk bu şartları öngörmektedir. Günümüzde de bu geçerlidir. Bu şartların oluşturduğu süre savaş yapma hakkının sınırlandırılmadığı dönem içerisinde, dolayısıyla bu konuda değerlendirme yapılırken bunun üzerinde durmak gerekir.
Güvenlik Konseyi’ne zorlayıcı tedbir alma yetkisi uluslararası toplumda bir zabıta fonksiyonu uygulaması için verilmiştir. Yoksa barış ve güvenliği ihlâl etmeyen birtakım ihlâller olursa bu durumda Güvenlik Konseyi zor kullanmak zorunda kalmamaktadır. Dolayısıyla devletler bu düzen altında aralarındaki uyuşmazlıkları barışçıl yollardan çözümlemeleri icap eder. Ancak yargı usulleri dışındaki diğer barışçıl yollar bağlayıcı ve zorlayıcı hüküm ifade etmezler. Yargı yoluna gitmek için tarafların rızasının olması gerekir. Dolayısıyla devletlere yasaklanan hukuku uygulama fonksiyonunun tam anlamıyla teşkilat organlarına devredilmemiş olması yüzünden, kuvvet kullanma yasağının tek istisnası olan meşru müdafaa kavramının kapsamı sorunu gündeme gelmiştir.
Meşru müdafaanın ne kapsamda uygulanacağı konusunda değişik yorumlar ortaya çıkmıştır. Acaba 51. madde meşru müdafaa hakkını tanımlayan bir madde midir, yoksa devletlerin esasen haiz oldukları hakkı beyan eden ya da doğal olarak sahip oldukları bu hakkı saklı tutan bir madde midir? Eğer beyan edicidir ya da saklı tuttukları bir maddedir denilirse meşru müdafaa hakkı kapsamının, yalnız 51. maddeye göre değil, daha önce kazandığı anlama göre bunun değerlendirilmesinin yolu açılır. Bir kısım görüş, 51. maddede yer alan bu hükmün, uluslararası hukukta geçerli olan meşru müdafaaya ilişkin tek hüküm olduğu yönündedir. Daha önce mevcut olan ve daha geniş olan meşru müdafaa hakkı, bugünkü hukuk altında ve bu madde altında, 51. maddedeki hüküm karşısında uygulanması mümkün olan bir durum değildir. 51. maddenin yer almasıyla birlikte, daha önce mevcut durumun uygulanması imkânı kalmamıştır. Bu maddeye göre, meşru müdafaa hakkının doğması için hedef bir devletin silahlı saldırıya maruz kalması gerekir. Dolayısıyla, silahlı saldırı gerçekleşmeden önce meşru müdafaaya başvuru yetkisi yoktur.
Meşru müdafaa hakkının kapsamıyla ilgili üzerinde durulacak diğer bir husus, hangi hak ihlâllerinin devleti meşru müdafaa durumunda bırakacağı meselesidir. Bu konuda herhangi bir hakkın kuvvet kullanarak ihlâli acaba meşru müdafaa hakkını verir mi? Yoksa bu haklar önemlerine göre ayrılmalı mıdır? Kimisinde meşru müdafaa anlamında kuvvet kullanmayı kabul edip kimisinde ellemeyeceksiniz. Bu konuda da yine tartışmalı olan görüşler vardır.
Meşrû müdafaanın uygulanması açısından fiziksel konum meselesi, bu ilişki değerlendirilirken yani ülke bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığıyla aralarında mevcut olan ilişki değerlendirilirken göz önünde bulundurulacak faktörlerden bir tanesidir. Bir başka yazara göre meşrû müdafaa hakkı esas itibariyle devletin ülkesine ve fiziksel varlığına karşı yöneltilmiş olan kuvvet kullanma eylemlerine bir tepki olarak ileri sürülmüş bir haktır. Bu nedenle artık ülke dışında bulunan vatandaşların can ve malını korumak için veya herhangi bir hakkın kuvvet kullanılmak suretiyle ihlâline karşı meşrû müdafaa durumunda bulunulduğu ileri sürülemez. O zaman meşrû müdafaa esasıyla, hakkını kendi kuvvetiyle elde etmek arasındaki fark ortadan kalkar. Bunun Şart’ın mantığına ters düşen bir çözüm olması söz konusudur. Özellikle İngiliz doktrin ve uygulamasında bu noktada meşrû müdafaa hakkının kapsamını genişleten bir yorum ortaya çıkmaktadır. Klasik hukukta devlete, yabancı ülkede bulunan vatandaşlarını koruma hakkı tanınmıştır. Ülke devletinin, bu yükümlülüğü yerine getirmediği durumlarda vatandaşı bulunduğu devletin meşru müdafaa hakkına dayanarak bunu kullanması mümkün olabilir. Meşru müdafaada zorunluluk olması ve orantılılık bunu garanti eder. Vatandaşların değerli malvarlığı hakları olursa ne olacaktır? Bu durumda zararın önlenmesi için müdahalede bulunma hakkı var mıdır? Bu noktada, can korunmasına nazaran daha tereddüt içindedirler. Çünkü birincide insani nedenler de beraberinde geldiği için daha açık olarak davranabilmektedirler. Ama malvarlığı hakları söz konusu olduğunda daha kuşkulu bir tutum sergilenir.
Önleyici olduğu iddia edilen müdafaanın meşrû müdafaa kavramına girip girmediği veya devleti meşrû müdafaa durumunda bırakıp bırakmadığı klasik hukuk anlamında orantılı ya da makul olma ölçüsü içinde değerlendirilerek çözümlenecek bir husustur.Hukukun sağladığı bu güvenceye rağmen, devletin öldürücü bir saldırınınvukuu bulmasını beklemek zorunda olduğunu ileri sürmek, saldırganın ilk darbeyi vurmasını tanıma şeklinde olacaktır.
Bugünkü hukuk içerisinde düşünüldüğü zaman, önleyici meşrû müdafaayı savunan yazarlar, Divan’ın Korfu Boğazı Davası’na atıfta bulunmaktadırlar. Bu dava, iki Birleşik Krallık savaş gemisinin Korfu Boğazı’nın Arnavutluk kesiminden geçerken ateş açılması ve yeni döşendiği saptanan mayınlara çarpması sonucunda can ve mal kaybının doğmasıyla Arnavutluk ve Birleşik Krallık arasında çıkan uyuşmazlık üzerine görülen davadır. 1996 tarihli Divan’ın Nükleer Silahların Meşruluğuna Dair Danışma Görüşü uyarınca meşrû müdafaa yoluyla kuvvet kullanılması için, müdafaa gerekli, orantılı ve derhal olmalı ve kuvvet kullanan silahlı saldırıya maruz kalmalıdır. Müdafaanın gerekli olması, saldırının durdurulması için kuvvete başvurmaktan başka bir yol olmamasıdır. Derhal olması, zaman içinde, saldırı henüz sona ermeden, saldırı sırasında olması demektir. Orantılı olması, saldırının durdurulması ve defedilmesi, eğer önleyici meşru müdafaanın varlığı kabul ediliyorsa vukuunun önlenmesi amacını gerçekleştirecek ölçüde olması demektir. Şart düzeninde önleyici meşrû müdafaa hakkının olup olmadığı hususunda Divan, Nikaragua Davası’nda, hiçbir görüş ifade etmemiştir. Bush Doktrini olarak adlandırılan ve 11 Eylül olayı ile başlayan süreç, uluslararası hukukun sınırlarını, önleyici meşrû müdafaa hususunda çok daha fazla genişletmiştir. Klasik anlayıştan farklı olarak muhakkak değil, muhtemel olan saldırılara karşı da harekete geçme, devlet dışındaki aktörlerin gerçekleştirdiği eylemlere ve sadece haklara değil, Amerikan menfaatlerine saldırı olması durumunda da meşrû müdafaa hakkına dayanarak cevap verilmesini kabul etmektedir. Divan, Bush Doktrini uygulaması sonrasında 2005 tarihli Kongo Davası Kararı’nda da bu konuda herhangi bir görüş belirtmemeyi tercih etmiştir.
Ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı korumak ve bunun için bir başka devletle işbirliği yapmak her devletin meşrû olan doğal bir hakkıdır. Divan’a göre, ortak meşrû müdafaa hakkına dayanarak haklı gösterilmeyecek olan, hedef devlet ülkesi dışında hedef devletin bir başka devletle beraber kuvvet kullanma yoluna gitmesidir. Divan bireysel veya ortak meşru müdafaa arasında herhangi bir fark gözetmemiştir.
Uluslararası Hukuk Komisyonu(UHK), Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla Genel Kurula yardımcı olarak oluşturulan kodlaştırılacak kuralları belirleyerek metin haline getiren komisyondur.Komisyonsaldırının tanımına ilişkin çalışmalara 1951’de başlamış, ancak genel ve soyut bir tanım yapma çabaları başarılı olmayarak konuyu “İnsanlığın Barış ve Güvenliğine Karşı İşlenen Suçlarla İlgili Taslak Koduna” dahil etmiştir. 1974 tarihli Genel Kurul’un saldırıyı tanımlayan metninin kabul edilmesinden sonra, İlgili Taslak üzerindeki çalışmalar ancak 1996 yılında tamamlanmıştır. Taslak, Komisyon’un insanlığın barış ve güvenliğini tehdit olarak algıladığı ve bu nedenle de uluslararası ceza yargı yetkisine tabi olmasını gerekli gördüğü suçları beş kategoride sıralamıştır. Saldırı, bu listenin başında yer alır.UHK, saldırı suçunu örf ve adet hukuku olarak tanımlamış ve suçun genel tanımını açık bir şekilde önermemeye karar vermiştir. Nürnberg ilkelerini onaylamış ve saldırı suçlarının uluslararası hukuk çerçevesinde cezalandırılabilir olduğunu doğrulamıştır. Buna göre bir devlet tarafından işlenen saldırı suçunun planlanması, hazırlanması, başlatılması veya yürütülmesine lider ya da idareci olarak aktif şekilde katılan bir kişi saldırı suçundan sorumlu olacaktır. UHK, bir devlet tarafından yapılan saldırının, saldırı suçundan dolayı bireysel sorumluluk için bir ön koşul olduğunu vurgulamıştır.
Saldırının Tanımına ilişkin Metin’de (dolaylı kuvvet kullanma eylemi niteliğini taşıyan eylemler, burada sıralanan saldırı eylemlerinden biri sayılmasını gerektirecek ağırlıkta ise ve devlete isnat edilebilecekse devlet tarafından ve onun namına gönderme eylemine esaslı katılma), saldırı olarak değerlendirilebilir. Saldırının tanımı, Bildiri’de tanımlanan dolaylı kuvvet kullanma eylemlerinin tümünü kapsamamaktadır.
Silahlı saldırı niteliğini taşımayan kuvvet kullanma eylemlerini hedef devlet ülkesinde durdurmak mümkün değilse hedef devlet ülkesi dışında kullanabilecek hukuka uygun kuvvet kullanma biçimi, orantılı karşı önlem alma olabilir. Ancak bu karar, başka bazı sorunları beraberinde getirir. Önlemlerin, coğrafi uygulama alanı belirtilmiş değildir. Hedef devlet, bu önlemleri tek başına ülkesi dışında kullanabilir mi? Bu önlemler ülke dışında silâhlı kuvvetleri tarafından girişilen eylemleri kapsar mı? Cevap olumlu ise, bunu hangi hukukî esas altında haklı gösterebilecektir? Ancak, Divan bu konuda kargaşa yaratan bir yargı kararı vermiştir. Saldırı kavramı, bu eylemlerle sınırlı değildir ve Güvenlik Konseyi, BM Şartı uyarınca başka eylemleri de saldırı olarak nitelendirebilir. Ancak, devletleri kuvvet kullanımına başvurmaktan yoksun bırakmayan meşrû müdafaa istisnaî durumunda bile, kuvvet kullanılması BM’in ve nadiren de bölgesel teşkillerin kontrolüne tâbi kalmaktadır. Yani, devletler meşrû müdafaa hakkını, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası için gerekli tedbirleri alıncaya kadar kullanabilirler. Bu hak uyarınca alınacak önlemler, hemen Güvenlik Konseyi’nin bilgisine sunulmalıdır.
Güvenlik Konseyi’nin her an soruna el koyma yetkisi saklı tutulmuştur. Güvenlik Konseyi, meşrû müdafaa hakkına dayanılarak yapılan eylemleri değerlendirmek ve gerekli tedbirleri almak konusunda karar vermelidir. Zorlayıcı tedbirler almak yetkisi (silahlı kuvvet kullanılmasını gerektiren ve gerektirmeyen tedbirler), uluslararası bir zabıta fonksiyonu olarak Güvenlik Konseyi’ne verilmiştir. Uluslararası barış ve güvenliği etkilemeyen ihlâller karşısında zor kullanarak hukuku uygulamak yetkisi yoktur. Hukukun uygulanması, Şart düzeninde büyük ölçüde devletlerin iyi niyetine bırakılmıştır. Ama hukukun uygulanmasını sağlamak için kuvvet kullanmak hakkı devletlerin elinden alınmış, Teşkilât organlarına ise, tam anlamıyla devredilememiş olduğu için meşrû müdafaa hakkı saklı tutulmuştur.