ULUSLARARASI İLİŞKİLER KURAMLARI I - Ünite 4: Jeopolitik Teoriler Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Jeopolitik Teoriler

Coğrafya ve jeopolitik teori

Coğrafya ve çevresel faktörler, insan davranışlarını etkilemektedir. Politika da bir davranış biçimi olduğundan çevresel koşullardan etkilenmektedir. İnsan çevre ilişkisini araştıran yazarlara göre; devlet, içerisinde faaliyet gösterdiği ve karar vericilerin kararlarını oluşturdukları ortam olarak ifade edilmektedir. Benzer şekilde farklı iklim ve coğrafyalar devletlere farklı potansiyel güçler sağlamaktadır.

Jeopolitikçiler coğrafyanın başlı başına bir öge olarak dış politikayı belirlediği varsayımından hareket etmektedirler. Farklı yazarlar jeopolitiği farklı şekillerde tanımlamaktadır. Rudolf Kjellen’e göre jeopolitik; coğrafi oluşum ya da mekan içinde, devletin bilimsel olarak tetkik edilmesidir. Haushofer ise jeopolitiği, coğrafi bölgenin ve tarihsel gelişmelerin etkisi altında değişen politikanın, devletin üzerinde yaşadığı toprak parçasıyla ilişkisinin araştırılması olarak tanımlamaktadır.

Bir kez daha vurgulamak gerekirse, jeopolitikçiler Mackinder’den Spykman’a uzanan çizgide, coğrafyanın dış politikayı belirlediğini kabul etmektedir denilebilir.

Güç ve jeopolitik teori

Güç, bir devlete bir şeyi yaptırmayı ya da bir davranıştan vazgeçirmeyi sağlayan bir araçtır. Ulusal güç dendiğinde, en başta askeri güç akla gelmekle beraber siyasal altyapı, ekonomik durum, coğrafi konum, dolayısıyla büyüklük, nüfus ve teknolojik düzey de akla gelmektedir.

Realist yazarlarla jeopolitik yaklaşımı benimseyen yazarlar arasında güç ve ulusal güç kavramlarına yer vermeleri ve ulusal gücün unsurlarını ele alış biçimleri noktasında önemli bir benzerlik görülmektedir.

Realist bir kuramcı olan Morgenthau gibi A.T. Mahan da ulusal gücün ögelerini sıralarken; coğrafik konum, topografik özellik, ülke büyüklüğü, nüfus, askeri güç, ulusal karakter ve hükümetin karakterini belirtmektedir demektedir. Deniz Gücünün Tarihe Etkisi isimli eserinde deniz gücünün unsurları adını verdiği bu öğelerin ilk üçü, doğrudan coğrafya ile ilgilidir.

Mahan tarafından deniz gücünün unsurları adı verilen öğeler, Morgenthau’nun çalışmalarında ulusal gücün öğeleri olarak ifade edilmektedir. Başka bir ifadeyle realist yazarlarca ve jeopolitikçilerce coğrafik faktörler gücün öğelerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Frederick H. Hartmann’a göre ulusal gücün öğeleri; askeri durum, altyapı (infrastructure), demografik yapı, coğrafya, ekonomik durum, bilimsel teknolojik düzey ve psikolojik durumdur.

Realizm ile jeopolitik teoriler arasındaki benzerlikler nedeniyle jeopolitiğe realist anlayışın egemen olduğu söylenebilir. Her iki yaklaşımda da ulusal gücün temel alınması ve bunun devletlerin yayılmacı ve emperyalist politikalarının bir aracı olarak görülmesi önemli bir benzerliktir. Jeopolitik teorilere göre de realizmde olduğu gibi, uluslararası ilişkiler bir mücadele sürecidir. Her iki teori de devlet merkezli paradigmayı benimsemektedir.

Realistler de coğrafyanın, dış politikanın oluşmasında etkili olan öğeler arasında yer aldığını belirtirler.

Realist okul mensuplarından Morgenthau ve Frankel, ulusal gücün öğelerini ele alırken coğrafyanın, bir ülkenin dış politikasının belirlenmesinde önemli bir faktör olduğuna değinmektedir ama yüzölçümünün tek başına belirleyici olmadığını savunmaktadır. Rusya, Amerika’nın büyük toprak paçalarına sahip olmalarına karşın İngiltere’nin de sahip olduğu toprak parçası ile dünya politikasında oynadığı rol arasında doğrudan bir paralelliğin kurulamayacağını belirtmektedir.

Realist okulun yazarlarından Strausz-Hupe, diğer realist düşünürlerden biraz farklı olarak, coğrafya ve çevresel faktörlere daha fazla önem vermekte ve bunun siyasal davranışı sınırlayıcı bir etkiye sahip olduğunu belirterek; teknolojik gelişmelere rağmen, coğrafyanın ulusal güce etki eden önemli bir faktör olmaya devam ettiğini de vurgulamaktadır.

Coğrafyayı ele alırken Mackinder’in heartland kavramını kullanmıştır. Strausz-Hupe; Orta Avrupa, Baltık, Adriyatik ve Ege’yi içine alan bölgeyi ele geçiren devletin Avrupa’ya hâkim olacağını ifade etmekte, Avrupa kıtasının tek bir gücün hakimiyeti altına girmesinin ekonomik ve teknolojik dengeyi bozmasının yanı sıra, Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenliği açısından da tehlikeli olacağına vurgu yapmaktadır. Ekolojik ve çevresel faktörlerin, insanların davranışı üzerindeki etkilerine değinen Harold ve Margaret Sprout bu durumun uluslararası politikadaki yansımalarını ele alırken coğrafyanın, siyasal davranışlar ve kararlar üzerindeki etkilerine dikkat çekmektedir. Sprout’lara göre; güç dengesi, koalisyon, ittifak, uydu, blok, iki kutupluluk, Atlantik ittifakı ve Yakın Doğu gibi kavramlar coğrafyanın uluslararası politikadaki yerine ve taşıdığı değere işaret eden örneklerdir.

Jeopolitik determinizm ve dış politika

Çevresel determinizm de denilen jeopolitik determinizm ile klasik realizm arasındaki önemli bir benzerlik, klasik realizmin uluslararası politikayı güç kavramına indirgeyen ve dış politikayla güç arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi kuran ortak yaklaşımdır. Jeopolitik okulun temsilcilerinden Mahan ve Mackinder, coğrafya ile dış politika arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi kurmaktadırlar. Mahan, denizlerin ve özellikle stratejik su yollarının denetimini elinde bulundurmayı, büyük devlet olmanın ön şartı olarak kabul etmektedir.

Mackinder de Mahan gibi, teknolojiyle coğrafya arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, XIX. yüzyıla kadar devam eden deniz gücünün kara gücüne göre üstünlüğünün, bu yüzyılın sonundan itibaren ve özellikle XX. yüzyılda teknolojinin gelişmesiyle birlikte yerini tekrar kara gücüne bıraktığını belirtmektedir. Mackinder’e göre tarih, deniz güçleriyle kara güçleri arasındaki mücadelenin tarihi biçiminde gelişmiştir. Tarihi, birtakım evrelere ayıran Mackinder’e göre, birinci evrede Makedonyalılar Akdeniz’e hâkim olarak kara üstünlüğünü sağlamıştır. İkinci evrede Romalıların Kartacalıları yenerek Akdeniz’e hâkim olması bir kere daha kara gücünün üstünlüğüyle olmuştur.

Mackinder, modern dönemdeyse İngiltere’nin ilk önemli deniz gücü olarak öne çıkmış olmasına rağmen, XX. yüzyılda Avrupa’nın büyük devletlerinin baskısıyla zor anlar yaşadığına ve bu konumunda önemli bir gerileme yaşandığına işaret etmiştir. Çağdaş dünyadaysa deniz güçlerinin nispî üstünlüğünün geçici bir durum olduğunu belirterek, teknolojik gelişmeyle üstünlüğün zaman içerisinde tekrar kara gücüne geçeceğini ileri sürmüştür. Mackinder, karaların önemi üzerinde dururken denizleri tamamen dışlamamaktadır.

Mackinder analizinde, Doğu Avrupa ve Sibirya’yı merkezi stratejik bölge olarak adlandırarak, burayı uluslararası politikanın merkez üssü (pivot area yani mihver bölge) olarak adlandırmaktadır. Pivot Area olarak tanımladığı bu bölgeyi daha sonra “heartland” olarak ifade etmektedir. Bu bölge iç hilal (inner crescent) adını verdiği ve Almanya, Türkiye, Hindistan ve Çin ile sınırlı olup, dış hilal (outer crescent) dediği İngiltere, Güney Afrika ve Japonya’nın yer aldığı ikinci bir bölgeyle çevrilidir. Mackinder’in çizdiği bu çerçevede görüşleri ve öngörüleri şöyledir:

  • Doğu Avrupa’yı ele geçiren Heartland’a hâkim olur,
  • Heartland’ı ele geçiren Dünya Adasına (Avrasya’ya) hâkim olur,
  • Dünya Adasını ele geçiren Dünyaya hâkim olur.

Mackinder’in heartland kavramına karşın kenar kuşak teorisini geliştiren Nicholas J. Spykman gibi bazı jeopolitikçiler, rimland (kenar) kavramı üzerinde durmuşlardır. Bu kuramcılar, sanayi ve iletişimin gelişmesiyle Avrasya’yı çevreleyen bölgenin (rimland) stratejik bakımdan heartland’dan daha önemli olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Stratejik hammadde kaynaklarının bulunduğu bir bölge olan Asya ve Uzak Doğu’da güç dengesinin korunmasının önemi üzerinde duran Spykman, bir gücün, güç dengesini bozarak bölgeyi egemenliği altına almasının, yalnız Amerikan çıkarlarını tehdit etmekle kalmayacağını, bütün dünya açısından bir tehdit haline gelebileceğini savunmaktadır

Alman jeopolitik okulundan Friedrich Ratzel ve jeopolitik kavramını ilk kez kullanan kişi olarak bilinen Rudolf Kjellen devletleri canlı birer organizmaya benzetmektedirler. Devletlerin de hayvanlar gibi, hayatta kalmak için mücadele etmek zorunda olduklarını ifade etmektedirler. Devletin sahip olduğu toprak parçasıyla gücü arasında paralellik kuran Ratzel, bir devletin sınırlarını genişletmesini normal bir olgu olarak görmektedir. Bu genişleme daha sonra dinamik sınırlar kavramıyla ifade edilmiştir.

Kjellen, canlı organizmalardan farklı olarak, devletlerin yaşamının, bireylerin ellerinde olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla büyük devletlerin ortaya çıkışı, bu yöndeki güçlü iradelerin bir sonucudur. Ratzel, Kjellen ve Hitler’in siyasal danışmanlığını yapmış olan Haushofer gibi yazarların şekillendirdiği jeopolitik teori, iki savaş arası dönemdeki Alman yayılmacı politikasının düşünsel temelini oluşturmuştur.

Siyaset ile coğrafya arasındaki yakın ilişki ve bağlantıya dikkat çeken Karl Haushofer, jeopolitiğin, Alman liderlerin belli siyasal kararları almalarına ve ulusal amaçları gerçekleştirmelerine yardım ettiğine inanmıştır. Coğrafya ile ulusal gücün özdeşleştirildiği Alman jeopolitik düşüncesi, ulusların yeterli hammadde, sanayi ve pazarlara ulaşabilmek, büyük bir nüfusa ve özellikle lebensraum’a (hayat sahası) sahip olmak amacıyla sınırlarını genişletmelerini normal karşılamaktadır.

Jeopolitik teori ve emperyalizm

Jeopolitik teori ve realist teori, savaş ve çatışmayı, devletlerarasındaki mücadelenin bazen bir aracı, bazen de doğal bir sonucu olarak görmektedir. Emperyalist genişlemeyi ve yayılmacı politikaları devletler için doğal kabul eden klasik realizm gibi jeopolitik teori de emperyalizm ve yayılmacı politikalara kılavuzluk eden bir uluslararası politika teorisidir.

Napolyon ve Hitler’in yayılmacı politikalarını açıklayan jeopolitik teori, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, Amerikan üstünlüğünü devam ettirmeye yönelik bir siyasal teori niteliği de kazanmıştır. Bu bağlamda, Prusya savaşının ardından Fransa’da coğrafya enstitüleri ve örgütlerinin kurulması ve askeri akademide coğrafya konusunda daha fazla bilimsel çatışma yapılması teşvik edilmiştir. İngiltere ve İtalya’da da coğrafyacıların sayısı artmış ve coğrafya bu tarihten sonra sömürgeci genişlemeye ışık tutan bir çalışma alanı olmuştur. Başka bir ifadeyle coğrafya, sömürgeci politikaların bilimsel alt yapısını hazırladığı için, giderek emperyalizmin aracı haline gelmiştir.

Friedrich Ratzel’in “doğal genişleme yasası”na göre, savaşlar devletlerin coğrafi anlamda genişlemesinin gerekli bir aracıdır. Böylece Alman politikacılarının yayılmacı politikalarına zemin hazırlanmıştır. Ratzel’in doğal genişleme yasası, toplumsal Darwinist yaklaşımına dayanmaktadır. Ratzel’e göre, genişlemeci politikaların başarısı coğrafya ile doğru orantılıdır. Biyo coğrafi bir anlayışa dayanan ve hayat sahası anlamına gelen “lebensraum” a göre devletler canlı bir varlığa benzetilmekte ve hayatta kalması için genişlemesi doğal karşılanmaktadır. Bu paradigma, Hitler’in politikalarında belirgin şekilde etkili olmuştur.

Halford Mackinder’de de “global güç dengesi” teorisi de emperyalist politikalara kaynak oluşturan bir yaklaşımdır. Dünya devletlerinin Orta Asya’daki mücadelesini açıklayan Halford Mackinder’e göre, dünya gücü olmanın koşulu, bölgeye egemen olmaktan geçmektedir. II. Dünya Savaşı’na kadarki çatışmaları açıklayan teori, Amerikan karar vericilerinin savaş sonrasında başlayan “çevreleme politikasının”da temelini oluşturmuştur.

Karl Haushofer ve diğer Alman jeopolitikçiler ise tüm Almanların birleşmesini savunmuşlardır. Dünyayı dört bölgeye ayıran Haushofer’a göre bu bölgeler:

  • Japonya ve Çin’in merkez ülkeleri Avusturya’nın ise periferi ülkeyi oluşturduğu Panasya,
  • ABD’nin önderliğindeki Panamerika,
  • Almanya’nın Afrika ve yakın doğuyu kontrol etmesini öngören Panafro Avrupa
  • SSCB’nin önderliğindeki Panavrasya bölgeleridir

Haushofer’a göre büyük devletlerarasındaki ilişkilere bağlı olarak “pan” bölgelerinde kısmi değişiklikler söz konusu olabilir.

Jeopolitik (çevresel) olasılık

Çevresel kuramda Fransız okulu olarak bilinen akımın ve “posibilist” (olasılıkçı) düşüncenin temsilcisi olan Lucien Febvre ve Vidal de la Blache, Anglo Amerikan ve Alman jeopolitik kuramcıların deterministik yaklaşımını reddetmektedirler. Bu okula çevre, insan davranışının sınırlarını tek başına belirleyemez ancak eylemler üzerinde sınırlı da olsa koşullandırıcı bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Posibilist düşünceyi savunan ve jeopolitik teorinin önde gelen yazarlarından Harold ve Margaret Sprout’a göre, coğrafya bize ne yapmamızı emreden bir öğe olmayıp tercihlerimizi oluşturmada yol göstericidir. Kristof’a göre, dünya haritasına bakan bir modern jeopolitikçi, haritayı ona ne yapmasını emreden bir nesne olarak değil, tercihlerini oluştururken öneriler sunan bir araç olarak görür.

Starr’a göre, varlık çevre ilişkisinde, çevrenin varlık tarafından nasıl algılandığının önemli olduğunun kabul edilmesi, determinist modelin varsayımına karşı ciddi bir argümandır. Gerçek dünyanın algılanışına bağlı olarak, çevrenin birim üzerindeki etkisi de değişir. Osterud’a göre ise, jeopolitik genişlik; topografya, konum ve iklimi de içermektedir. Harold Sprout’a göreyse jeopolitik varsayım, güç konfigürasyonu, kara ve denizlerin oranı, doğal kaynakların dağılımı ve iklimin yanı sıra nüfus, toplumsal ve siyasal kurumlar ve davranış biçimleri gibi çok sayıda toplumsal öğeyi de kapsamaktadır.

Bu çerçevede bazı genellemeler de yapılmıştır; örneğin coğrafyanın birinci yasası da denen, mesafe uzadıkça devletin etkisinin azalacağı ya da devlet ülkesel olarak büyüdükçe etkileyeceği mesafenin artacağı gibi yaklaşımlar sayılabilir.

Siyasal coğrafyanın uluslararası ilişkilere en önemli katkısı, aktörlerin eylemlerini ve hareket alanlarını doğru bir şekilde belirlemede anlamlı çerçeveler sunmasıdır.

Ülke büyüklüğü ve mesafe kavramının dışında devletlerarasındaki çatışmaları açıklamada sınır kavramı da önemli bir unsurdur. Sınırlar, devletler için bazen yeni imkânlar anlamına gelmekte, bazen de dış politikasına sınırlamalar getirmektedir. Sınırların oynayacağı rol de diğer coğrafya faktörleri gibi durağan olmayıp dinamiktir ve zamana göre değişiklik gösterir.

Jeopolitik düşünce okulu

Bu okul altı grupta değerlendirilebilir. Geofrey Parker’ın göre;

  • ikili düşünce (binarist),
  • marjinalistler,
  • üçlü düşünce (trinary),
  • bölgeciler (zonalist),
  • merkezciler
  • çoğulcular (pluralist)

olarak ele alınmaktadır.

İkili düşünceye (binarist) göre dünya, temel olarak iki güç odağına bölünmüştür. Buna göre, güç merkezleri tarihsel çerçevede değişmekte, ancak çatışma durumu hep devam etmektedir.

Bu görüş Halford Mackinder’in Heartland kavramlaştırmasında ifadesini bulmaktadır. Mackinder, varsayımını kara gücü ve deniz gücü biçiminde yaptığı ikili ayırıma dayandırmaktadır. Bunlar arasında da kara gücünün önemini öne çıkarmakta, Asya’nın merkezine Heartland adını vermiştir. Marjinalist düşünceye ise Nicholas Spykman’ın dünyanın merkezi olarak, Avrasya kara parçasını çevreleyen kenar kuşağı karşımıza çıkmaktadır. Bu görüşe göre, gerek deniz gerekse kara alanlarından birinin tek başına dünyanın merkezi olarak dikkate alınması doğru değildir Üçlü düşünceye (trinary thinking) göreyse dünya jeopolitiği, başlıca üç güç merkezine ayrılmıştır. Bunlar; okyanuslar ya da deniz alanları kıtalar ya da kara parçalar ve kenar kuşak (rimland) olup, dünya politikası hep bu üçü arasındaki dengeye oturmuştur. Bölgeciler ise dünyanın merkezi olarak, daha çok iklimsel özelliklerden hareket ederek kuzey yarı kürenin ılıman ve alt tropikal kuşağını almaktadır. Bu bölgede Kuzey Amerika ve Avrupa başta olmak üzere Rusya ve Japonya bulunmaktadır. Merkezci okulun düşüncesinin temelinde merkez çevre ilişkisi yatmaktadır. Özellikle Wallerstein ve Modelski gibi düşünürlere gönderme yapılabilecek olan bu görüşe göre, Batılı kapitalist ülkeler Üçüncü Dünya olarak bilinen yoksul ülkeleri sömürmektedirler. Son olarak çoğulcu okula gelince, bu düşünürler herhangi bir bölgenin doğal üstünlüğü iddiasına dayanan düşüncelere karşı çıkmaktadır. Tarihsel olarak coğrafi güç merkezi, bir yerden bir başka yere sürekli kaymış ve kaymaktadır.